Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Deng / Gaye Keskin
Yılmaz Şener’in dördüncü romanı Deng, Haziran 2024’te İletişim Yayınları etiketiyle yayımlandı.
Yazarın “O günün hafızalardan silinmesine kimse bir anlam verememişti. Hiç yaşanmadı diyenler de vardı, yaşandığını ama kimsenin hatırlamadığını söyleyenler de,” cümleleriyle açtığı ve hafızalardan silinen o günü anlattığı; Deng’de yaşayan insanların sıradan, sıra dışı, etkileyici hikâyeleriyle hayat verdiği kitabı, ilk sayfalarda birbirinden bağımsız dalları temsil ediyor gibi dursa da, aslında her birinin kementleri sağlam sarmaşıklar olduğu ve hikâyelerin birbirinin içine ustalıkla serpiştirildiği çok geçmeden anlaşılıyor. Öyle ki bu hikâyelerde yazar bir diğerine giden işaretleri okurun kulağına fısıldarken, merak dürtüsünü de canlı tutmayı başarıyor.
Balıklı Çeşme, Tuhafiye,
Deng Kahvehanesi
Deng’in etkileyici karakterlerinden önce, Deng’i Deng yapan mekanların birkaçından bahsetmek istiyorum. Bunların başında Balıklı Çeşme geliyor. Peki nedir bu Balıklı Çeşme? Uzun yıllar evvel Ermeniler tarafından yapılan bu çeşme, Deng’in ortasında, havuzundaki balıklarla birlikte öylece sonsuzluğa akıyor. Akıyor çünkü balıkları yemek için, geçmişten gelen bir söylentiye başkaldırmak ve evlendiği gün balıklardan birini yiyerek ölen damadın hikayesine inanmamayı seçmek gerekiyor. Oysa Deng halkı, orta yerde duran çeşmeye dokunmaya da, balıklara erişmeye de çekiniyor.
Yılmaz Şener, bize Balıklı Çeşme’den bahsederken attığı oltayı, sayfalar sonra havuzun dibinden çekiyor ve damadın hikayesine atıyor. Bu noktada Deng sakinleri için kulaktan dolma bir hikâye olan damadın ölümü, bizim açımızdan anlaşılır bir hal alıyor.
Tuhafiye ise başlı başına bir öykü. Öyle ki tuhafiyeyi okurken içinizi tekinsiz bir kaygının kaplaması kaçınılmaz.
Yazarın “Yarım asırlık tuhafiyede insan terine bulanmamış tek şey kefendi,” cümlesi bu bölümde, tuhafiyenin vitrininde asılı duran ölülerin giysilerini en iyi anlatan pasaj. Öyle ki, kefenle takas edilen veyahut tuhafiye sahibi Hacı İbrahim’e satılan ölülerin giysileri, kendilerine alıcı bulana dek vitrindeki yerlerini koruyor. Ancak bazen, Ziyadin’in takım elbisesi gibi, onu alacak cüssede kimse bulunmadığından veyahut Birsen’in ölene dek üzerinden çıkarmadığı dekolteli mavi elbisesi gibi, kimsenin onu giyecek cesareti olmadığından vitrinde salınmaya devam ediyor. Böylece tuhafiye ölülerin yaşayan elbiselerini taşımaya uzun bir süre devam ediyor.
Deng Kahvehanesi ise, Gollum’un hikayesinde birkaç cümleyle okuduğumuz Doğan’ın başına gelenleri anladığımız mekân oluyor. Deli Âdem ve Deli Ahmet’in karşı karşıya geldiği bu yeri yazar şu sözlerle tanımlıyor: “Deng Kahvehanesinde gün erken başlardı. Güneşin ilk ışıkları toprağa düşmeden sabahın serinliğinde birer gölge gibi kımıldayan gövdeler, zamanın içinde birikip beldenin belleğinde yer tutan bir alışkanlıkla kahvehanede toplanıyordu.”
“Deng, yaşandığını kimsenin
hatırlamadığı o günün hikayesidir.”
Kitabın Giriş bölümünde, Yılmaz Şener’in okurun avuçlarına bıraktığı, “Deng, yaşandığını kimsenin hatırlamadığı o günün hikâyesidir,” cümlesinin hemen sonrasında kendimizi o günde buluyoruz. Üstelik birbirinden sıradan ancak akılda kalıcı karakterlerle birlikte.
3 Ağustos 2005’te, Deng’de geçen o güne Eşber’le başlıyoruz. Yaşlı Eşber, hafızasının kara kuyularına çekilirken, bizim yolumuz Sidar’a, Hacı İbrahim’e, Mertcan’a, İshak’a, Songül’e, Sado’ya, Fuat’a, Yakup’a, Bayram’a ve diğerlerine çıkıyor. Deng’de yaşayan herkesin hikâyesini anlatan Şener, 3 Ağustos günü yaşananları geçmişe araladığı katmanlarla perçinleyerek, karakterlerin içinde bulundukları günü kavramamızı sağlıyor. Bunu öyle ustaca ve deyim yerindeyse berrak bir zihinle yapıyor ki, karmaşanın içindeki sakinliği su üstünde görmemiz kaçınılmaz oluyor.
Kitaptaki karakterlerin tümünü bu satırlarda ağırlamam mümkün olmadığından dolayı, aklımda en çok yer edinenlere değinmek istiyorum.
Yakup ve Bayram, bunların başında geliyor. Bu kısımda anlatılan aslında Bayram’ın hikâyesi. Bayram’ın yönelimleri, onu gecenin bir vakti pantolonunu indirip Yakup’un önünde eğilecek tutkuya eriştiriyor. Öyle ki Bayram, Yılmaz Şener’in bu bölümde anlatmadığı bir geçmiş zaman hikâyesini unutmak için ahırda Yakup’la sevişiyor. Kötü anılarımızın yerini yenileriyle takas etmenin farkındalığını uyaran bu satırlar, bu açıdan bile oldukça önemli.
Songül ve Mertcan arasındaki yakınlık, en başta sıradan bir kadın-erkek ilişkisi olarak anlatılsa da, Yakup ve Bayram’ınkinden daha karanlık. Mertcan uzun yıllar Deng’den ayrı düşmüş, sonunda yolunu yeniden Deng’e düşürmüş biri olarak, Sado’nun karısı Songül’ün bacaklarının arasında alıyor soluğu. Öyle ki bu durumu Mertcan açısından yazar şu sözlerle açıklıyor: “Duyarsız erkeklerle mutsuz kadınların arasındaki aşılmaz mesafe oldukça ona hep iş çıkacaktı.”
Filiz kitabın sonlarına yaklaşırken öne çıkan karakterlerden biri oluyor, ancak biz ilk olarak kitabın başlarında, İhsan Hoca’nın hikâyesinde rastlıyoruz ona. Öyle ki ilerleyen yaşına rağmen evlenmeyen İlyas Hoca’nın içindeki yangında Filiz’i gördükten hemen sonra, kalabalığın sesini İlyas Hoca’yla beraber duyuyoruz: “Filiz orospu olmuş!”
Fuat’ın hikâyesi ise, yazarın başlı başına aforizmalarla ördüğü bir anlatı olarak çıkıyor karşımıza. Diyar ve Cebo’nun konuşmasının sonunda, Cebo tarafından sarf edilen, “Fuat’ın olayını duydun mu?” cümlesinde yazar bizi, sayfalar sonra anlatacağı hikâyeye hazırlıyor. Peki nedir Fuat’ın olayı? Fuat’ın bölümüne geldiğimizde, kendisi hakkında Deng’e yayılan dedikodunun etkisinde olan Fuat, anlatılan şeyin gerçekten olup olmadığını, yapıp yapmadığını sorgular durumda bulunuyor. Bu kısımda, Bayram ve Yakup’un bölümünde tanıştığımız hamile köpeğin yavrularından biriyle ilgili bir spekülasyona erişiyoruz. Fuat olanı biteni sorgularken, İsmail Amca’nın durumu özetleyen, psikolojik altyapıyı öne çıkaran ve sosyolojik çıkarımları kapsayan cümleleri, oldukça etkileyici: “Etrafında herkes inandığı için sen de inanıyorsun. Şimdi o köpeğin durumu böyle olacak; sonradan gören herkes, bir önceki kişi sana benzettiği için o da sana benzetecek.”
Değinilmeden geçilmemesi gereken bir karaktere Zêde’ye eğilmek istiyorum. Zêde, Pembe Nine dışında yaşadığını kimsenin hatırlamadığı bir geçmiş zaman insanı. Pembe Nine, eskiden evinin olduğu yerde sonsuz uykusuna yattığını söylüyor Zêde’nin. Peki bu ne kadar doğru? Yazar bu kısımda kuşkularımızın üstüne serin bir örtü serip şu cümleleri kuruyor: “Kimsenin görmemesine, hakkında hiçbir şey bilmemesine rağmen diri bir yankıyla Deng’in belleğine tutunan Zêde, yaşayıp ölen binlercesinden daha gerçekti.”
Son olarak Belediye Başkanı Nâzım’dan bahsedeceğim. Nâzım’ı Deng’in berber koltuğunda, bozuk bağırsaklarıyla boğuşurken buluyoruz. Berber Medeni’ye elini çabuk tutmasını salık veren Nâzım, ülkenin politik haritasının başarılı bir çizimi. Öyle ki yazar, eskiden ticaret yapmak isteyen Nâzım’ın yolunun siyasete çıkışını, ticaretin yolu da oradan geçiyordu, diye özetliyor. Nâzım’ın bozuk bağırsakları, yediklerini sindiremeyen siyasileri; oturduğu koltuktaki rahatsızlığı, ülke politikacılarının panoramasını ve yazarın “Seçimi kıl payı kaybeden, devletin canı sıkıldıkça kapattığı, dolayısıyla durmadan isim değiştiren Kürt partisi” diye tanımladığı partinin karşısındaki Nâzım’ın siyasal İslâmcı zaferi, içinde bulunduğumuz karanlığı ortaya koyuyor. Nazım bağırsaklarındaki yükten kurtulmak için koşarken Yılmaz Şener onun ardından şu cümleleri kuruyor: “Haram mal da tıpkı acıya benziyordu, yemesi güzel ama çıkarması zordu.”
Sowe, Deng
Deng’de yazarın bize anlattığı her şey ilk bölüm Sowe ve son bölüm Deng arasında yaşanıp bitiyor. Ot içenlerden tuhafiye vitrinine el açıp dua edenlere, Pembe Nine’den en sevmediği torunu Hacer’e, varlığını sık sık hissettiren köpekten, Ermenilerden kalan tarihi yolların üstüne asfalt döktüren Nâzım’a, kilamlardan dengbejlere, Danimarka’ya giden kocasının ardından yazarın “Kocasını kendisiyle aldatıyordu,” diye tanımladığı Gülin’den kocasının uyuşukluğu yüzünden ertelenen gerdeği gibi hayatını da bekleyerek yaşayan Sümbül’e ve daha nicesine kadar onlarca hayat var Deng’de.
Peki bu iyi mi, kötü mü? Yazar burada başarılı bir hamleye imza atarak Deng’i hikâyenin ana karakteri haline getiriyor. Bu yüzden içinde yaşayan insanların hikâyesini de ancak bize gerektiği kadarıyla anlatıyor. Buradan kitabın yüzeysel olduğu gibi bir yanılgıya düşülmesini istemem. Çünkü yazar daracık alanlarda büyük karakterler yaratmayı, hepsini kendine has hikâyelerle perçinlemeyi ve kitabı kapattığınızda Deng’i zihninizin arka planında yaşatmayı başarıyor. Üstelik her biriyle ayrı ayrı empati yapmanıza imkân tanıyarak.
Yine de elbette oldukça fazla karakteri barındırdığı için, kitabın ilk sayfalarında karakterleri anlamak ve akılda tutmak pek de kolay olmuyor. Bu kısmı aşmayı başardığınız anda ise, Deng tüm ahengiyle karşınızda yerini alıyor.
K Harfi
ve Son Söz
Denk’in nasıl Deng olduğunu okuduğumuz son sayfalar boyunca ise, askerler ve Denk tabelasına direnen gençler arasındaki savaş, tabelanın kaldırımına akan kanla son buluyor. Bu noktada yazarın varlıklarını ispat etmek için çabalayan insanların ardından kurduğu şu son cümleler, tüylerimizi diken diken etmeye yetiyor: “Sonraki yıllarda bir daha tabelaya kimse dokunmadı, Deng’in yüreğine saplanan bir mezar taşı gibi yolun kenarında üstü titrek hamlelerle çizili K harfiyle öylece kaldı.”
Deng’le yolculuğumu bitirirken oradan ayrılan ancak yıllar sonra geri dönen tüm karakterleri anladığımı söylemek istiyorum. Çünkü Deng öyle bir yer ki, ben de bir gün yeniden oraya döneceğimi ve kitabın sayfalarını yeniden çevireceğimi biliyorum.

Deng
Yılmaz Şener
İletişim Yayınları
Roman / 279 sayfa
OKU ve/veya İNDİR ▼
Veveya Kitap 23 / 05 Ekim 2024
KAPAĞI TIKLA ▲