Çağdaş Bir Aşk Destanı / Altay Öktem
Firat Cewerî çağdaş Kürt edebiyatının en güçlü kalemlerinden. SRC Yayınları’ndan çıkan Kırık Kalbimin Soluğu adlı romanını çağdaş bir aşk destanı olarak tanımlamak mümkün ancak bu tanımın arkasına sığınmak haksızlık olur. Birçok açıdan ele alınması gereken çok güçlü ve sarsıcı bir yapıt Kırık Kalbimin Soluğu.
Romanda, bir tutkunun ayrıntılı anatomisinin gözler önüne serileceği, daha ilk cümlelerden belli oluyor: “Bu bir tesadüf müydü? Nereden çıktın böyle? Nasıl olup da öylece, birden karşıma çıkıverdin? Hangi rüzgârdı seni bana taşıyan?” cümleleriyle, yalın, düz ve doğrudan bir anlatımla başlıyor roman. Lafı dolandırmadan, mekânın, zamanın, kişilerin özelliklerine girmeden, metni betimlemelere boğmadan, birazdan “tutkulu bir aşk”a çarpacağımızın (tutkulu bir aşkla karşılaşacağımızın değil, düpedüz çarpacağımızın) sinyallerini veriyor. Romanın girizgâhı yok, okuru yavaş yavaş konunun içine çekme kaygısı taşımıyor. Büyük bir hızla ve apar topar, aşkla, hatta tutkuyla yüzleştiriyor okuru. Sadece bu bile, metnin yoğun bir özgüvenle örüldüğünü gösteriyor. İlerleyen bölümlerde de roman bu yalın anlatımdan taviz vermiyor. Metaforlara ya da çağrışımlara yaslanmıyor. Seçilen anlatım biçimi de buna imkan vermiyor aslında. Tutkulu bir aşkın ana kahramanı olan Malîn’in mektuplarından oluşan bir roman olarak yazılmış Kırık Kalbimin Soluğu. Bu anlatı biçimi bize Batı edebiyatının pre-romantik döneminde ortaya çıkan, romantik dönemde daha da güçlenen, özellikle gotik edebiyatın başat anlatı unsurlarından olan mektup-roman türünü hatırlatıyor. Oysa, Batılı anlamda yaşanan ama Doğu insanına özgü bir tutkulu aşk hikâyesiyle karşı karşıyayız. Modern zamanların Leyla ile Mecnun’u, Ferhat ile Şirin’i ama aynı zamanda modern zamanların Romeo ve Juliet’i. Zaten bu özellik, Fırat Cewerî romanlarının belirgin unsurlarından biri. Doğu edebiyatıyla Batı edebiyatının tam da kesişim noktasında yer alıyor Cewerî’nin romanları Bu, kendiliğinden oluşan bir kesişim. Bu özelliğiyle, oryantalist anlatıları seçen yazarlardan keskin bir çizgiyle ayrılıyor Cewerî.
Daha ilk paragrafını okur okumaz bize bunları düşündürten bir anlatı, kuşkusuz derin bir anlatıdır. Hemen devamında, “Seni gördüğüm o an, ellerim titredi; dizlerimin bağı çözüldü. Dilim tutuldu ve olduğum yerde donakaldım,” diyor Malîn. Roman kişisinin, aniden karşısına çıkan biri ve bu karşılaşma anında yaşananların yalın biçimde anlatımı. Ellerin titremesi, dizlerin bağının çözülmesi, dilin tutulması ve donakalmak! Vücudun şok anında verdiği tepkilerin, paralizi halinin tarifi bu. Eğer burada farklı anlatım teknikleri kullanılsa ve dile, okurda çağrışım yaratacak imgesel duygu durumları yüklense, büyük ihtimalle gerçeklikten kopulur, yapay, abartılı bir anlatıma yaslanılmış olunurdu. Aşkın şimşek hızıyla insanı çarpmasının, hem fiziksel hem bilişsel olarak en yalın şekilde tarifi bu cümleler.
Ancak, bu donakalma halinin ilk görüşte aşk olmadığı da belli. Bu bir ilk karşılaşmadır ama öncesinde bunu hazırlayan bir birikimin, bir zihinsel yoğunluğun olduğu da aşikâr. Malîn, hayranı olduğu bu yazarla zaten kendi entelektüel dünyasında defalarca karşılaşmış, belki farkında olmadan kendini aşka hazırlamış. Bu karşılaşma, fiziksel olarak ilk olsa da, düşünsel olarak kim bilir kaçıncı karşılaşmadır. İnsanın dili varmıyor söylemeye ama belki de ve büyük ihtimalle son karşılaşmadır!
Çünkü, Aragon’un söylediği gibi, mutlu aşk yoktur. Ya da şöyle diyebiliriz: Sonu mutlu biten aşk yoktur. Aşk, kavuşamama, bir şekilde yolların ayrılması halidir. Mutlulukla sonuçlanan aşk, aşk olmaktan çıkar, alışkanlığa dönüşür. Tarih boyunca okuduğumuz, dinlediğimiz destansı aşklar, bir kişinin diğerine ya da iki kişinin birbirine yönelik geliştirdiği takıntılı bir duygudurum halidir. Malîn de yolda karşılaştığı, hayranı olduğu ünlü bir yazara, Alan’a karşı benzer duygular içindedir. Bu karşılaşma, belki de içinde yaşayıp gidecek, zamanla sönümlenecek olan platonik bir duygunun gerçeğe dönüşme ihtimalini ortaya çıkartır. Alan da kendine hayranlık duyan güzel, etkileyici bir kadının ilgisine karşı kayıtsız kalmaz ve bir kafede vakit geçirmeleri, ardından akşam yemeğine çıkmaları, sonrasında da Alan’ın otel odasında geceyi birlikte geçirmeleriyle sonuçlanır.
Hayalin gerçeğe dönüşmesi ve Alan’ın ayrılırken mektuplaşabilmeleri için adresini bırakması, ayrılığın kısa süreli olacağı, yeniden buluşup ilişkiyi daha ileriye taşıyabilecekleri umudunu doğurur Malîn’de. Alan’ın ne hissettiğini, bu konuda ne düşündüğünü bilemiyoruz; Malîn’den çok etkilenmesi dışında. Çünkü romanın son bölümüne, daha doğrusu hikâyenin neticelendiği “Son Söz” adlı bölüme kadar yalnızca Malîn’in mektuplarını okuyoruz. Alan ise, o mektuplarda, yani Malîn’in aklında ve yüreğinde olduğu biçimiyle yer alıyor hikâyenin akışında.
DUYGUSAL YÜKÜ GİDEREK ARTAN BİR MONOLOG
Mektuplar, duygusal yükü giderek artan bir monolog biçiminde ilerliyor. Cevap gelmediği için, yazışma, duyguları paylaşma, yaşadıkları olayları yorumlama gibi özellikler taşımıyor. Malîn’in iç dünyasına ve kendi içinde oluşturduğu uçuruma düşüşüne tanıklık ediyoruz sadece. Bu da gayet normal, çünkü tek taraflı tutkunun, olumlu ya da olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadığı sürece kendi içinde alevlenmesi ve sonuçta o alevlerin aşkın öznesini tutuşturması beklenen bir sonuç. Her sabah uyandığında kaleme kâğıda sarılan Malîn, bir süre sonra bazen sabah bazen akşam yazmaya başlıyor mektupları. Ve kaçınılmaz olarak, rüyalarında hep Alan var. Deyim yerindeyse, yüreği Alan’da tutuklu kalıyor. Böylece, dozu gittikçe artan bir obsesyona, bir kişiye karşı geliştirilen yoğun takıntıya tanık oluyoruz. Bu aşamada, bizim yücelttiğimiz, öznelerini efsaneleştirdiğimiz o aşk destanlarının kahramanlarıyla aynı kaderi paylaşması kaçınılmaz görünüyor Malîn’in.
Mektuplardaki abartısız anlatımın arasına, ancak dikkatli okurların yakalayabileceği küçük birkaç ipucu serpiştirmiş Firat Cewerî. Hikâyenin belli bir bölümüne kadar özel hayatını, ne iş yaptığını, nasıl yaşadığını pek bilemediğimiz Malîn’in öğrenci olduğunu ve tez hazırladığını, bir hocasıyla yaşadığı diyalog sayesinde öğreniyoruz. Bir mektubunda, Alan’a içini açarken anlattığı bu detay epey önemli. Çünkü hemen ardından tezi vaktinde bitiremediğini, derslerinin kötü olduğunu öğreniyoruz. Bu önemli bir kırılma noktası. Bu tutkulu aşkın hayatını nasıl altüst ettiğiyle birlikte, intihar düşüncesini bir saplantı haline getirdiği de açığa çıkıyor bu mektupla. Ve hocasının yönlendirmesi ve yardımıyla psikolojik destek almaya başlıyor Malîn.
İkinci ipucu, ikinci kırılma noktası çok daha önemli kanımca. Büyük ihtimalle, gördüğü terapi sayesinde kendisiyle, çocukluğuyla, gençliğiyle yüzleşmeye başlıyor Malîn. Yirmi dört yıl önce öldürülen babasının yarasını hep içinde taşıdığını yazıyor başka bir mektubunda. Ne bir kadının ardından gitti ne de bir başka diyara sürgüne, diyor. Bir mermiyle olduğu yere yığıldı. Ölüme gitti. Ardından ekliyor: Kendi ölümü bizi de öldürdü.
Daha altı yaşındayken babası ölen bir kız çocuğunun yaşadığı travmanın ve hayatı boyunca bunun etkisinden kurtulamamasının, yirmi dört yıl sonra yaşadığı bu tutkulu aşkla bir bağlantısı olabilir mi? Bu konunun ayrıntısına girmiyor Firat Cewerî. Bize önemli bir ipucu veriyor ve ustalıkla sıyrılıyor işin işinden.
Günümüzde, obsesif aşkın, geçmişte yaşanan travmalarla ilişkili olduğunu ve sağlıksız bağlanma biçimlerinin bu travmalardan kaynaklanabildiğini biliyoruz artık. Buna karşın, konuyu bu açıdan ele almak tek başına yeterli değil. Alan, yaşça Malîn’den epey büyük. Bu tutkulu aşkın temelinde, baba özlemi de mi olabilir mi acaba? Firat Cewerî yine ustaca bir manevra yapıyor; önümüze küçük bir cümle bırakıyor ve o cümleye geri dönmüyor bir daha. Okura, kilidi kendisinin açması için bir anahtar veriyor yalnızca. Aslında vermiyor, paspasın altına koyuyor anahtarı, bulan bulsun diye. Malîn’e, “Onu unutamıyorum asla, seni de unutmayacağım. Seni babama benzettiğim için korkma ve buna alınma,” diye bir cümle kurdurtuyor mektubunda. Böylece, Malîn’in yaşadığı bu ölümcül tutkunun psikolojik nedenlerini, aralara serpiştirdiği birkaç cümleyle açıklamış oluyor. Biz, yoğun bir aşkın hüzünlü, iç yakan ıstırabıyla savrulup giderken, eğer o cümleleri gözden kaçırmazsak, bu tutkunun hangi psikolojik travmaların eseri olduğunu da çözümlemiş oluyoruz, belki farkına bile varamadan.
DOĞU BATI İKİLEMİ VE YENİ BİR AŞK ANLATISI
Biri İstanbul’da yaşayan genç bir kadın, diğeri, iki gün sürecek bir edebiyat etkinliği için İstanbul’a gelmiş, İsveç’te yaşayan ünlü bir yazar. Ortak özellikleri her ikisinin de Kürt olması. Bu, toplumsal bilinçdışı ve ortak hafıza açısından yakınlaşmalarını kolaylaştıran bir etken. Ancak, her ikisi de Doğulu kökenlerine sahip çıkmakla birlikte Batılı yaşam tarzına uyum sağlamışlar. Bu anlamda, roman için ilk başta yaptığımız “çağdaş bir aşk destanı” tanımını açmak gerekir. Doğulu bir çağdaş aşk destanı mı, yoksa Batılı bir çağdaş aşk destanı mı? Çünkü ikisi, ortak özellikleri olmakla birlikte, aynı şey değil.
Doğu edebiyatındaki aşkın en başat unsurlarından biri, kişinin kendi içinde yaptığı bir iç yolculuk olması. Ki, konuyla doğrudan ilişkisi olmasa da, ilahi aşk kavramının bu iç yolculuğun dışa yansıması olduğunu söyleyebiliriz. Doğu edebiyatında aşk daha çok gönülle, Batı edebiyatında ise akılla ilişkilendirilebilir. Hatta Doğu edebiyatında aşkın psikolojik, Batı edebiyatında ise sosyolojik yönünün ağırlıkta olduğunu, hatta, sadece aşk destanlarında değil, tüm toplumsal yapıda, Doğu’da sabrın bir erdem olarak kabul edildiğini söyleyebiliriz. Bu açılardan, karşılık alamadığı halde aylar boyunca her gün, aksatmadan mektup yazan Malîn’in aşkının, Doğulu duyarlılığı içeren bir aşk olduğu rahatlıkla iddia edilebilir.
Ancak, cinsellik işin içine girdiğinde, işin yönü değişiyor. Doğu kültüründe idealize edilen, ulvi anlamlar yüklenen aşkın, Batı kültüründe bedenle de ilişkilendirildiğini biliyoruz. Bu açıdan, Malîn ile Alan’ın daha tanıştıkları ilk gün, çekincesiz biçimde bedenlerini birbirlerine sunmaları, bizi Batılı aşk kavramına yaklaştırıyor. Burada sözü yine Mal’in’e bırakabiliriz. Oteldeki sevişmelerinden bahsederken, “Benim hakkında hiçbir şey sormadın bile. Bakire olup olmadığımı, kendimi koruyup korumadığımı, evli ya da bekar olup olmadığımı dahi sormadın,” diyor Malîn. Bakire ya da evli olup olmadığını sormamış olması, Alan’ın ona yaklaşımı açısından bir gösterge Malîn için. Geleneğe dayanan bir gösterge. Ama sormamış olmasını umursamaması da bu geleneksel çemberi kırdığını, bunu aştığını gösteriyor. Bu anlamda, yaşanan aşkın klasik aşk anlatılarından uzaklaştığını, bugünün modern, hatta çoğu özelliğiyle postmodern yaşam biçimine entegre olmuş bir aşk olduğunu söyleyebiliriz. Hatta, bir adım daha ileri gidebilir, klasik aşk anlatılarıyla kıyaslayarak, bunun Doğu/Batı ikileminden kaynaklanan, günümüz gerçeklerine uygun, melez bir aşk oluşumu olduğunu iddia edebiliriz.
Peki, romanın bir görünüp sonra ortadan kaybolan diğer kahramanı, Alan nerelerdedir bu arada? Alan, romanın sonda, hem de çok güçlü bir şekilde, bütün hikâyeyi anlaşılır kılacak, hikâyeye yön verecek şekilde ortaya çıkıyor. İşin ilginci, romanın ilk bölümüyle son bölümü arasında Alan’ın ortada olmaması, onun romanın ana karakterlerinden birisi olmasını engellemiyor, hikâye üzerindeki etkisini azalmıyor. Diğer bir deyişle, okurun kahramanı takip etmesinde bir kesinti yaratmıyor. Bu, kurgunun ne denli ustaca işlenmiş olduğunun da bir göstergesi.
Son mektubunda, “İntihar, başka birini öldürmekten çok daha masum. İntihar çok saf bir eylemdir. Korkakların değil, kahramanların başarabileceği bir şeydir,” diye yazıyor Malîn. Ve romanın “Son Söz”ünde mektupların Alan’ın eline hiç geçmediğini öğreniyoruz. Ancak, hayatının zor bir döneminden geçen ve neredeyse hayata küsen, ilhamını kaybetme aşamasına gelen, yazmaktan uzaklaşan Alan’ın, bir edebiyat etkinliği için iki günlüğüne İstanbul’a gitmesinin hayatında bir kırılma yarattığına da tanıklık ediyoruz burada. Hem yakın arkadaşı hem de kendisi gibi tanınmış bir yazar ve çevirmen olan Fırat’a (Yoksa Firat Cewerî mi bu? Yazar, bir roman kişisi olarak kendi romanına dahil mi oluyor?) İstanbul’dan neşeli, hayat dolu bir şekilde dönmesinin nedenini “aşk,” diye açıklıyor. Orada karşılaştığı bir kadın ve ona duyduğu aşk. Elbette bu kadın Malîn’dir.
Kısa bir süre sonra, gazetelerde bir haberle karşılaşırız. Ünlü yazar Alan, İsveç’teki evinde, çalışma odasında ölü bulunmuştur. Cinayeti kimin ya da kimlerin işlediği belli değildir. Türkiye’deki bir gazete de bu cinayeti konu edinir: “İsveç’te bir terörist, evinde ölü bulundu.” Roman boyunca politik bir göndermede bulunmayan Firat Cewerî, tek bir cümleyle Türkiye’deki iktidarın, ötekileştirdiği halklara, insanlara bakışını da özetlemiş. İstersen çok ünlü, çok başarılı bir yazar ol, fark etmez, Kürt’sen, teröristsindir benim gözümde!
Mektupların Alan’ın eline geçmemiş olmasına kötü bir tesadüf mü deriz, yoksa ağlarını ören kaderin bir cilvesi mi; artık ne dersek diyelim, neticede Alan’ın da Malîn’de birbirlerine sırılsıklam âşık olduğu ortada. Yine sonu mutsuzlukla, ölümle biten bir aşkla karşı karşıyayız. Başka türlüsü olabilir miydi, sorusunu sorduğumuzda, tekrar Aragon geliyor akla. “Mutlu aşk yoktur!”
Alan’ın nasıl öldürüldüğüne dair bir bilgi yok romanda. Yine de, acaba silahla mı vuruldu sorusu dönüp duruyor kafamda. Eğer öyleyse, hemen ardından başka bir can alıcı soru daha gelir: Malîn’i babasız bırakan o kurşun, dönmüş dolaşmış, yirmi dört yıl sonra gelip Alan’a mı saplamıştır yoksa?

Kırık Kalbimin Soluğu
Firat Cewerî
SRC Kitap
Çeviren: Musa Bêjevan
Roman / 138 sayfa
OKU ve/veya İNDİR ▼
Veveya Kitap 20 / 05 Temmuz 2024
KAPAĞI TIKLA ▲