Ev, Senin Kalbindir / Erva Kara
“Her gidiş, her yolculuk, kendi “benimin” bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir.”
Tezer Özlü – Yaşamın Ucuna Yolculuk
İnsan ne zaman evindedir? Soruyu şöyle değiştirelim; ev neresidir? Fransız felsefeci ve dilbilimci Barbara Cassin Nostalji isimli kitabında eve dair incelikli bir akıl yürütmeyle insanın bu dünyadaki aidiyet duygusunu irdeliyor. Üç yıl önce bu kitabı okuduğumda tam da İstanbul’dan ayrılıp doğup büyüdüğüm şehre geri dönmek üzereydim. İçimde müthiş bir ev özlemi vardı ve kitap bana çok başka şeyler anlatıyordu. Şu cümleyi okuduğumda epeyce sarsıldığımı ve hatta kaygılandığımı hatırlıyorum. “Sürgün kökene dönüştür, çünkü köken, köken olduğuna inandığımız şey değildir.” O zaman tam anlayamadığım “evini kendi kalbinde taşımak” halini üç yıl içinde yaşayarak öğrendim.
Bu yazın başından beri tüm yolculuklarıma eşlik eden bir başka kitap var. Kitabı okudukça -özellikle son iki yıldır- bütün seyahatlerimi benzer bir ruh hali ile yaptığımı fark ediyorum, aheste ruh! Gökhan Kutluer’in Yavaş Seyahat – Aheste Bir Ruhun Gözlemleri kitabından bahsedeceğim. Kitabı o kadar yavaş okuyorum ki okudukça yanımda benimle usul usul gezen bir ruhun varlığını hissediyorum. Heyecanla altını çizdiğim cümleler, cümlelerden başımı kaldırdığımda hiç bilmediğim bir şehrin sokaklarında evimde gibi hissedişime gülümsüyorum. Gökhan Kutluer de böyle anlarını paylaşıyor bizlerle. Roma’dan Bergamo’ya uzanan bir trende “beni ev diyeceğim bir başka yere götürecek yolculuğun ilk adımı”ndayım diyor. Ben o sırada İzmir’den Didim’e doğru bir yolculuktayım. Beni ev diyeceğim bir başka yere götürecek yolculuğun ilk adımını atmış oluyorum.
Yaptığım seyahatlerde uzun zamandır birçok yerde evimde gibi hissediyorum kendimi. İnsan bazen yaşadığı evde bile yersiz, yurtsuz hissedebilirken ilk defa sokaklarında yürüdüğü bir şehri, bir otel odasını, hiç tanımadığı bir insanın gülümseyişini ev gibi hissedebiliyormuş. Yıllar evvel İstanbul’daki evimden delirmişçesine çıkıp kendimi Moda Sahilde taşların üzerinde ağlar halde bulduğumda defterime yazdığım bir not geliyor aklıma. “Bazen öyle yersiz, yurtsuz, evsiz yetim çocuklar gibi burkuluyor kalbim. Sanki herkes yerli yerinde, evli evinde, tastamam her şey. Bir ben fazlalığım bu dünyaya. Bazen sadece üzülmek geliyor elimden, bazen öyle çıldırmış gibi yürüyorum. Şehrin kıyısına gelene dek. Denize bakıyorum öylece. Düğümler çözülmüyor fakat ara sıra nefes alıyorlar. Çünkü daha çok yolum var kendimin ellerinden tutup yürümem gereken. Bir iç yoldaşım var ama bu hissi henüz bilmiyorum. İç yoldaşımı tanımadan yola devam edebilir miyim? Dışıma yansıyanlarla iç yoldaşım arasındaki manevi bağı kurmadan ruhumu tanıyabilir miyim? Ruhumu tanımadan kendime bir ev, bir yuva edinebilir miyim? Daha gidecek çok yolumuz var.” Bunları hatırladığım günlerde Cunda’da “ev” gibi hissettiğim o yere yürürken karşıma çıkan küçük kuş evleri dükkanında “Her Evin Bir Hikâyesi Var” yazısıyla karşılaşıyorum.
Ev denilen şeyin dört duvar olmadığını, bir çatı altında toplandığım insanlar olmadığını anlamam için 13 yılın ardından büyük bir hevesle doğduğum şehre, ailemin yanına yani o büyük ‘EV’ime döndüğümde anladım. Benim için bundan daha büyük bir hayal kırıklığı olmamıştır hayatımda. Artık o hevesle yürüdüğüm yollar eskisi gibi değildi, denizi pisti, insanları mutsuzdu, çocukluk arkadaşlarım değişmişti tıpkı benim gibi… Peki o zaman ev neresiydi? Oturup bir hesap yaptım, 35 yaşındaydım ve doğduğum günden beri 21 farklı evde yaşamıştım. Demek ki ev denilen şey bize sürekli dayatılan bir sabit mekân anlayışı, duvarlarını atalarının fotoğraflarıyla süslediğimiz o loş salonlar değilmiş. İşte ben o salonlardan birinde antika bir konsol aynasında kendimle göz göze geldiğim zaman anlamaya başladım, evimi ancak içimde, benliğimde bulabilecektim. İnsan kendi içinde bir ev inşa ettiğinde dünyanın bütün evlerine yerleşebiliyormuş. Önceden yaptığım bütün seyahatler bir arayıştan ibaretmiş meğer. Kendi evimi içimde taşımaya başladığım günden beri seyahatlerim daha anlamlı, yaşam daha cömert ve bütün yolculuklardan sonra döndüğüm evim daha ev olmaya başladı. Arayışın insanı nasıl kör ettiğini evim sandığım yerlerde bir yabancıya dönüştüğümde anladım. Prag’dan Viyana’ya doğru giden bir trende bütün bunları düşünürken kitabımı açıyorum ve şu satırların altını çiziyorum gülümseyerek “İnsanın evinde, her köşesini bildiği bir yerde yabancı gibi davranması mı yoksa evim sandığı yerde farkında olmadan bir yabancıya dönüşmesi mi daha zor, karar veremiyorum.”
Bir zamanlar kök salmanın kendini yalnızca bir yere ait hissetmekle mümkün olduğunu sanırdım. Günün birinde gidilecek bir köyün varsa, doğup büyüdüğün ev bir yerlerde seni bekliyorsa, atalarının yaşadığı topraklara dönebiliyorsan ancak o zaman dünyada kök salabileceğin bir evin olduğunu. Oysa insanın evi bilinen dünyanın bütün sınırlarına yayılabiliyormuş. Buraya taşındığımda çiçeklerimin bazı dalları kırılmıştı, atmaya kıyamadım bir su bardağına köklenmeleri için bıraktım onları. Her gün incecik kökleriyle suyun içinde büyümeye devam ettiler. Kök salmak için bir toprağa ihtiyacımız olmadığını; suya, havaya, bir insanın kalbine, küçük bir anda buluşan gülümseyişe, gün doğumlarına ve deniz kıyılarına da köklenebileceğimizi evimdeki çiçeklerin suya köklenişlerini izlerken öğrendim. Barbara Cassin “Kök beslemek yerine başka yeri, kendini kapatmayan, farklı “benzerler” içeren (bizim gibi olmayan bizim gibi) bir dünya beslemeyi tercih ederim.” derken ne kadar haklıymış.
Bu süreçlerden geçerken bir yandan seyahatlerimi sürdürüyordum. Hayatımın kalanını geçirebileceğim bir başka memleket arayışıyla çıktığım yolculuklar artık yaşamımın bir parçası haline gelmişti. Çünkü biliyordum ki her yerde yaşayabilirdim. Arayış bittiğinde ruh aheste oluyormuş ve geçtiği bütün yolların tadını alabiliyormuş. Her şehrin kendi kokusunu içine çekiyor, her günbatımının başka bir turuncusunu seçiyormuş gözleri. Her sabahın başka bir şarkısını duyabiliyor, dilini bilmediği insanlarla dans edebiliyormuş…
Gökhan Kutluer’in “karakterine dünya vatandaşlığı vizyonu ekleyebilen insanlar”dan bahsettiği cümlelerini okuyunca daha iyi anlıyorum “İnsan ancak bunu yaptıktan sonra doğduğu ülkenin kökleri kadar yeni köklerinden beslenebilmeye başlıyor, zira gezilen her yer, yepyeni bir köke dönüşüyor. O kökü daha da derine göndermek ise kişinin kendi iradesine kalmış. Kökler çeşitlenip derine indikçe, tıpkı yetiştirildiği yere göre farklı tatlar kazanan Vitis Vinifera kökleri gibi kişiye zaman içinde yeni bakış açıları ve entelektüel derinlik kazandırıyor.”
Gökhan Kutluer’in kitabın giriş kısmında gezgin olma hallerini anlattığı bölümü okurken aslında yaşamın uzun bir yol olduğunu ve hepimizin gezgin olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü aktardığı bütün deneyimler bir yerden bir yere seyahat etme halinden daha fazlasını ifade ediyor. “Duyularla Seyahat” bölümünü okurken o kadar heyecanlandım ki bir süredir neden yalnız seyahat etme arzumun bu kadar arttığını tam olarak anlamış oldum. “İyi bir gezgin olabilmek için her şeyi kendi ritminizde, kendi zamanınızda yaşayabilmeye alışmanız gerekiyor.” diyor bir yerde. Ben aslında kendi ritmimde seyahat etmek ve bulunduğum yerle bağ kurmak isterken, çoğu insan belli bir plana sadık kalmak istiyor. Sanırım en çok da bu nedenle yalnız seyahat etmek daha iyi hissettiriyor. Yaşam da kendi ritmimizde aktığında daha keyifli olmuyor mu? Daha derin bağlar kurmayı öğrenmiyor muyuz, planların dışına çıkıp hayatı biraz kendi ritmine teslim ettiğimizde?
Bu yaz La Via degli Dei (Tanrıların Yolu) hakkında biraz araştırma yapıp gelecek yaz yürüyebilir miyim diye düşünceler içindeyken kitabın yeni bir bölümü açıldı karşımda; La Via degli Dei! (Tanrıların Yolu) O an fark ettim ki ben kitabın ne içindekiler bölümüne bakmışım ne arka kapağını okumuşum. Sanırım insan bir şeye çekildiğinde onu kendi bakışıyla tanımak istiyor. Ben de kitaba dair hiçbir ön bilgi edinmeden direkt okumaya başlamıştım. İyi ki böyle yapmışım çünkü bu bölümle karşılaşmak beni oldukça heyecanlandırdı. Yürümek istediğim bu yolu artık tanıdığımı hissettiğim bir ruhun kelimeleriyle adımlamış oldum böylece. Benim için geriye sadece seyahat vaktini beklemek kaldı.
Kitabın arka kapağındaki soruyla karşılaştığımda Gümüşlük’te evim gibi hissettiğim bir yerden ayrılmış ve evime dönüyordum. Soruyu okur okumaz huzurlu bir gülümseyişle, evet cevabı döküldü dilimden.
Soru şu; Tek bir yerde kök salmak yerine her yerde çiçek açabilmek mümkün mü?
Eğer bu soruya siz de evet diyebiliyorsanız ya da evet demek istiyor ama nasıl olacak ki diye soru işaretleri taşıyorsanız “Yavaş Seyahat” ile yoldaşlık etme vaktiniz gelmiş demektir…

Yavaş Seyahat
Gökhan Kutluer
Yitik Ülke Yayınları
Roman / 234 sayfa
TÜM SAYIYI OKU ve/veya İNDİR ▼
Veveya Kitap 22 / 05 Eylül 2024
KAPAĞI TIKLA ▲