Altay Öktem’le Söyleşi / Şeref Bilsel

Şeref Bilsel: Diyebiliriz sanırım: son çeyrek yüzyıldır şiirimizde deneyimle deneysel olanın ayrı yollarda ilerlediği, bazen de bu iki imkân alanının birbirine destek olduğu çok sesli bir atmosfer oluştu. Senin şiirin Eski Bir Çocuk’tan başlayıp yukarıda bahsettiğim alanlara sırt çevirmeyen, devinen bir şiir oldu. Böyle olunca “durmadı/ donmadı” belli bir tanım dairesine sokulmadı. Şimdi de dokuz kitaptan oluşan Kuşlarım Üşüyor adlı toplu şiirlerin okura ulaştı. Eski Bir Çocuk’tan Fazla Elli’ye sende değişmeyen başat özellikler var: açık konuşma isteği, bir omzu topluma yaslı diri bir isyan duygusu; sadece sesle değil hayatın taşıdığı anlamla birleşip dağılan bir mizah duygusu ve hayatın katılığı karşısında erotik olanın sıcaklığı. Ne dersin, bu akıntıların şiirinde nasıl bir yeri var?

Altay Öktem: Sevgili Şeref çok teşekkürler bu tespitler için. Bunların hepsi kendi içinde çoğalan bir gölgenin bileşenleri bence ve görülmesi, fark edilmesi mutlu kılıyor insanı. Evet, isyan duygusu şiirimin ana ekseni sayılır ama şiiri isyan duygusu üzerine kurmak için çabalamadım. Çocuklukta başladı bendeki uyumsuzluk. Huysuz da bir çocuktum… Sekiz yaşındayken siyah bir sokak kedisini sahiplenmem ve adını “Yoldaş” koymam sosyalist bir bilinçten kaynaklanmıyordu elbette. Ya da dokuz yaşında odamın duvarına Che ve Deniz Gezmiş resimleri asmam. Aslında çok basit nedenleri vardı; içinde bulunduğum ortama uyum sağlayamıyor, karşı çıkışımı somutlaştırabileceğim rol modeller arıyordum kendime. Orduevlerinde herkes caz orkestrası eşliğinde dans ederken ben davuldaki, gitardaki askerlerin yüz ifadelerini izlerdim. Ortamdaki tek mutsuz insanlar onlardı, bir de ben. Ya da bardağımda su, önümde ekmek bittiğinde hemen getiren, arkamda dikilen garson. Bacak kadar bir çocuğa neden hizmet edildiğini anlayamıyordum. O ortamlara gitmemek için sorun çıkarmaya, gitmek zorunda kalınca da çıkıp dışarıda tek başıma dolaşmaya başladım. Bir çeşit hiyerarşiyi anlayamama ve anlamayı, uyum sağlamayı reddetme hali. Bu reddetme hali, uzun zaman anti-sosyal bir yaşam sürmeme ve sadece okuyarak zaman geçirmeme neden oldu. Gece gündüz okuyordum ve aniden yazmaya başladım. Hayatın şiddetine karşı şiire sığınmak, zamanla şiiri bir karşı-şiddet unsuru haline getirmeye çalışmak bir çocukluk hastalığı olarak başladı bende. O yaşlardan itibaren bir savunma mekanizması olarak mizah duygumun da geliştiğini sanıyorum. On altı yaşındayken, sınıfı her sözüyle kahkahaya boğan, hayatı bir tür stand-up gösterisi gibi yaşayan sıra arkadaşım Gökhan, “Gideyim de biraz öleyim bari” diyerek benimle vedalaştı, belediye otobüsüyle Üsküdar’a gitti, bir otelden oda tutup intihar etti. Ölüme gülerek gitmediğini, aksine, yaşamanın acısını gülerek, güldürerek bastırmaya çalıştığını o gün idrak ettim. On yedi yaşındayken de arkadaşım Özlem, okumak için birkaç günlüğüne Memleketimden İnsan Manzaraları’nı almıştı benden. Sabah odasında, elinde o kitapla ölü bulundu. Bir kutu ilaç içip Nâzım okumasını bir türlü anlayamamıştım. Hâlâ da anlamış değilim. İroniyi, kara mizahı hayata karşı silah olarak kullanmamın ve bir direnme yöntemi olarak şiirlerime bolca akıtmamın temelinde, küçük yaşta yaşadığım, benim için birer kırılma noktası olan bu kara anılar var sanırım.

Ş.B: Şiire başladığın dönemde İkinci Yeni’nin büyük atlıları hayattaydı. Birçoğuyla tanışıklığın oldu. O vakitler ve özellikle doksanlarda şiir mahfilleri arasında meyhaneler, pastaneler, çayhaneler, dergi ofisleri vardı. Şimdi bu mekânlar kalmadı. Senin şiir serüveninde tesiri olan bu tür toplanma alanları ve dergiler var mıydı? Bugün bir ölçüde “edebiyat/ şiir atölyeleri”nin bu mahfillerin boş bıraktığı alanı doldurduğunu söyleyebilir miyiz?

A.Ö: Çok genç yaşlardayken, mesela Varlık’ın bürosu bir dergâhtı benim için. Kemal Özer’le tanışmam bir yol ayrımı oldu. İzmir’e yolum düştüğünde Dönemeç’in bürosuna uğrardım mutlaka. Ali Rıza Ertan Ödülü’nü almak için gittiğimde, süklüm püklüm içeri girmiştim, Hüseyin Yurttaş karşılamıştı beni. Pencereye, dergide yayınlanan bir şiirimin, “Kavgada ölmüş gibi güzel yüzün aklımda” dizesinin yer aldığı şiirimin bantla yapıştırılıp asıldığını gördüğüm ânı unutamam. Sonra, Ankara’daki Kardelen Bar. Metin Altıok’lu geceler… Deniz’le beni, iki tıfıl şairi ciddiye almış, hatta nikâh şahidimiz olmayı teklif etmişti. Rahatsızlandığı için gelemedi nikahımıza. Kadıköy’de, bir meyhaneden çıktıktan sonra Can Yücel yoldan geçen bir polise yalpalayarak omuz attığında yanındaydım. Polis, kendisinin çarptığını düşünüp bu yaşlı başlı, sakallı adama dönüp “Kusura bakma hacı dayı” demişti. Bazen niye bunca çabaladım, niye bunca şiir, bunca kitap yazdım, bir karşılığı var mı, diye düşündüğüm oluyor. Olmaz mı, diyorum hemen. Mükafatı bu ânlar işte. Onları çıkarsam, geriye kayda değer çok az şey kalır anılarımda. Bugün atölyeler; elimizde daktiloya çekilmiş şiirlerin olduğu saman kâğıtlarla dergi bürolarına gitmemizin, şiirimize bir göz atıp iki kelam edecekler mi diye heyecanla beklememizin günümüz koşullarındaki karşılıkları olabilir bir ölçüde. Ama bu mahfillerin boş bıraktığı alanları tümden doldurduğu söylenemez elbette.

Ş.B: Şiir atölyeleri, şiir geceleri düzenliyorsun. Böylece sürekli şiirin dairesinde sadece bir şair olarak değil, okur olarak da tetikte duruyorsun. Bu etkinliklerin biraz da eleştiri/ eleştirmen anlamında bir boşluktan doğduğunu söyleyebilir miyiz?

A.Ö: Sadece eleştiri değil antoloji, yıllık gibi gelenekselleşmiş birçok şey bıçakla kesilmiş gibi, aniden ortadan kalktı. Toplu olarak şiirleri değerlendirebileceğimiz, dönüp kendimizi ve başkalarını tartabileceğimiz, yeri geldiğinde kendimize çekidüzen verebileceğimiz mecra kalmadı. Okurla şairin, şairle şairin, hatta okurla okurun bir araya gelme imkânları büyük oranda kayboldu. Şiir gecelerini biraz da bunları unutturmamak, hiç olmazsa bir platformda bir araya gelebilmek, şiiri soluyabilmek için düzenliyorum. Beşinci yılına girdi “Şimdi Şiirin Vakti” etkinlikleri. İlgi de artarak sürüyor.

Ş.B: Yazdıklarında resmî tarih, yanlış tarih karşısına oturtulmuş, şairin öznel tarihinden beslenen bir karşı bakış var. Memur, asker, savaş vb. birçok kavram yerinden ediliyor. Kalıplar, alışkanlıklar şiir aracılığıyla bozguna uğratılıyor. Önüne çıkan mekteplerin de buna katkısı olmuştur diye düşünüyorum. Çalışmak, aynı yöne bakan insanlarla bir yere memur olmak… Bütün bunların sende ve dolayısıyla şiirinde biriken karşılığı nedir?

A.Ö: Hepimiz resmî tarih mağdurlarıyız. O yüzden ya kimliksiziz ya da yanlış kimliklere ait sanıyoruz kendimizi. Resmî tarihi lağvetmenin de şiirin asli unsurlarından biri olduğunu düşünüyorum. Hem önüme çıkan mekteplerin hem de karşılaştığım -bedensel değil belki ama psikolojik- şiddetin şiirimin oluşmasında büyük etkisi var. Teorik bir karşı çıkıştan çok, pratikte yaşadıklarım şiirdeki yolumu çizdi. Militarizmin tehlikesini askeri okulda kavradım. “tüfek omuza deme komutanım, komik oluyorsun / omuzum olsa başka şeyler yüklerdim üstüne” dizeleri o günlerden yadigâr mesela. Kuleli’deki ilk eğitimlerden birinde komutan “Tüfek omza” dediğinde verdiğim cevaptı bu. Omuzda tüfek olması kadar saçma bir şey var mı? Omuza kuş konabilir, bir dostun eli olabilir insanın omuzunda; ama tüfek olmaz. Uzun yıllar memurluk yaptım. “herkesin kendi uçurumu varmış, melekler / memurlar kadar yalnızmış geçen gün anlattılar” dizeleri de bu tecrübenin sonucu. Memurluk Araf’ta değil, dipte bulunma hali ve bireysel çöküşün belirgin bir simgesi. Bu memuriyete müezzinler de dahil.

Ş.B: Şiirlerinde tıp alanına ait terimler ve kriminal bir atmosfer bize eşlik ediyor çoğunlukla. Herkesin önünden geçtiği bir yeri, içinden geçtiği bir durumu, olayı bambaşka biçimde yeniden tanıştırıyorsun okurla. Sadece bir cesaret işi değil bu daha çok cür’et işi. Böyle olunca şiirlerde sürprizler, şaşırtmalar da eksik olmuyor. Sence şiirin asıl görevi bilgi vererek bizi bir yere ulaştırmak mı yoksa sezdirip iz bırakmak mı? Senin ağzını doyuran, içine sinen bir şiir tanımı var mı?

A.Ö: Tıp, şiirimi besleyen en önemli kaynaklardan biri oldu. Hep denir ya, hem şiirin hem de genel anlamda edebiyatın temel konusu, meselesi insandır diye; insanı sadece ruhsal halleriyle değil, fiziksel özellikleriyle de tanıyorsun tıp sayesinde. Sadece bir vücut olarak görmüyorsun insanı, cilt kadar cilt altı dokularının da bilgisine sahipsin. Yaşayan, nefes alıp vermeye devam eden birinin karaciğerine dokunmak çok farklı bir deneyim mesela. Gündelik hayatında sıklıkla bunları yaşarsan, tüm bu deneyimler ister istemez şiirine de sızıyor. Kriminal kavramına bakışı da değiştiriyor bu. “her cinayet güzeldir katil sen olunca” demişsem eğer bir şiirimde, maktulle katil arasındaki ilişkiye, hiç gerekmediği halde, fazlasıyla tanık olduğumdandır. Kendini Paris’teki bir sokak lambasının direğine, cesedine vuracak ışığın açısını da hesaplayarak asan Nerval’in de payı var elbette bunda. Şiir bunların ve daha nicesinin hepsi. Şiir için ağız dolusu bir tanım yapmak mümkün değil sanırım ama şiir bize hayatın bambaşka bir yorumu, bambaşka bir açısı da olduğunu sezdirirse, görevini yerine getirmiş demektir. Bizi bir yere ulaştırmaz şiir; belki kendimize ulaştırır ki o da küçük ihtimal. Çünkü bir insanın ulaşabileceği en zor yer kendisidir.

Ş.B: SRC yayınları 2024’te yayına başlayan ve sevdiğimiz şairlerden bir kısmının toplu şiirlerini okurla buluşturan bir yayınevinin aynı zamanda yayın danışmanlığını yapıyorsun. Bu serüven nasıl başladı?

A.Ö: SRC Kitap’ın sahibi Fırat Acar, ki uzun zamandır tanışıklığımızvar, ekonominin de yayıncılığın da bunca sorunlu olduğu bir dönemde, büyük bir cesaretle önerdi böyle bir şiir dizisi yapmayı. Dizinin adını sevgili Turgay Kantürk buldu: Bi’dünya Şiir. Benim, Turgay Kantürk’ün, Emel İrtem’in toplu şiirleriyle yola koyulduk, kapakların ve iç sayfaların tasarımını Nazlı Ongan yaptı. Hemen ardından Akif Kurtuluş’un sunumuyla Mete Özyılmaz’ın, Emel İrtem’in sunumuyla Yasemin Çargıt’ın ilk kitaplarını ve şiirde çoktan olgunlaşmış bir ismin, Gökhan Demirci’nin şiir kitaplarını yayınladık. Bir sır gibi saklıyordum ama hadi açıklayayım; çok yakında Serdar Koçak’ın iki yeni şiir kitabı, Kürt şair A. Bedir’in, Orhan Kahyaoğlu’nun, Orhan Alkaya’nın yeni şiir kitapları, ardından yine yazdıklarıyla şiirimize kayıt düşmüş bazı önemli şairlerin toplu şiirleri ve Kuzey’den Güney’e, Ortadoğu’ya kadar uzanan coğrafyaların henüz dilimize çevrilmemiş birçok şairinin şiirleri gelecek peş peşe. Çölleşen şiir yayıncılığına yeni bir soluk getirmek istedik Bi’dünya Şiir ile. Hedeflediklerimizin ne kadarını başarırız bilmiyorum ama şiir adına ne yapsak kârdır diye düşünüyorum.

Ş.B: Toplu şiirler, durup dinlenmek, dönüp almış olduğun yola bakmak gibi duygular veriyor mu insana? Yoksa hâfızanın temize çekilmesine mi yardımcı oluyor?

A.Ö: Nefes almayı sağlıyor öncelikle. Söylediğin gibi durup geriye bakmayı. İleriye doğru nasıl adım atman gerektiği konusunda da bazı ipuçları verir diye umuyorum.

Ş.B: Kitap eklerinden dergilere uzun zamandır yaşayan edebiyatın içindesin. Kültür- sanat dergileri yayımladın. Şiir atölyeleri yönettin ve devam ediyorsun. Teknolojik devrimden sonra değişen bir şiirin olduğunu düşünüyor musun? Bugün ‘yaşayan’ edebiyatın, şiirin- durduğu yer, aldığı dönemeçler dikkate alınınca- en önemli tanıklarından birisin. Yazılmakta olan şiirin öne çıkan özellikleri nelerdir, bu şiir ne(re)lerden besleniyor diye sorsam…

A.Ö: Teknolojik devrim elbette şiiri etkiler, dönüştürür ancak genç kuşaklar üstünde etkisi daha büyüktür, diye düşünüyorum; zaten açıkça gözlemleniyor bu. Şiir hayattan beslendiğine göre, hayatımıza giren her şeyin şiiri etkilemesi kaçınılmaz.

Ş.B: Sen yola şiirle çıkmış olsan da şiirle yetinmemiş hikâye, roman, anlatı türlerinde nitelikli eserler vermiş, özellikle belli bir arşiv bereketi olmayan yeraltı edebiyatı gibi sahalarda kitap boyutunda derlemeler, antolojiler hazırlamış birisin. Bugün şiir ile düzyazı arasındaki keskin mesafe de ortadan kalkmış durumda. Neydi seni düzyazı türlerine yönelten arayış?

A.Ö: Düzyazı çalışmalarım hep vardı ancak, sen de bilirsin, şiir dışında bir alana yönelirsen şiir küser gibi bir anlayış hakimdi önceki kuşaklarda. Hatta İlhan Berk’ten fırça da yedim bu konuda. O yüzden, özellikle 90’lı yıllardan itibaren yazdığım kısa öyküleri sır gibi saklıyordum. Çok erken dönemde, 89 ya da 90 yılıydı sanırım, yazdığım, daktiloya çektiğim ve dönüp tekrar bakmadığım bir de romanım vardı: Filler Çapraz Gider. Uzun yıllar sonra bir cesaret yayınladım. Ardından öyküler geldi. 98 yılında Öküz dergisinde yazmaya başlamam bir kırılma noktası oldu benim için. O yıllarda fanzinlere de merak sarmıştım. Şeytan Aletleri fanzinler hakkında yazılan bir inceleme/araştırma kitabı olarak ortaya çıktı böylece. Kısacası, şiirle düzyazının ayrı türler olduğunu ve birbirlerinin önüne set çekmediklerini düşünüyorum. Dilin olanaklarını, farklı anlatım…. En azından benim için öyle oldu.

Ş.B: Şiir vardır; şair, var olur diye düşünürüm. “Bir yerlerden başlıyorum artık kendimi yaratmaya” ifadende de bunu bulurum. Şimdilerde -‘Vitrinde Yaşamak’a selam olsun!- sanki önce şair sonra şiir geliyor. Görüntü, sesin ve anlamın üstüne bindi. Her dönemde bazı merkezler, yörüngeler vardı. Sahip olduğu nitelikleri abartarak söyleyenler için güzel bir sözümüz var: Kerameti kendinden menkul. Bugün, sadece kendinden önce birkaç kalemin gölgesine girerek, tuhaf ilişkilerle ortaya saçılmış şair taslaklarının olduğunu düşünüyor musun? (Bu arada, ‘şair taslakları’ ifadesi sorunun içinde düşünürken ortaya çıktı!)

A.Ö: Görüntü çağında yaşıyoruz ve görünür olmak/ kendini göstermek gündelik bir uğraş haline geldi. Şair de bunda nasibini alıyor elbette. Önceki dönemlerde de şiir kasetleri çıkaranlar çok tartışılmıştı. Daha eskiye dönersek, şimdilerde baş tacı yaptığımız şairlerin bir kısmı kitaplarını bile zor yayınlatırken, şiir matinelerinde neredeyse stadyum dolusu dinleyici toplayan şairler vardı. Şu anda da sosyal medyada, hızlı üretilen ve hızlı tüketilmeye müsait şiirler üretiliyor ve belli gruplar tarafından heyecanla takip ediliyor. Her dönem kendi popüler alanlarını, mekanizmalarını yaratıyor. Ya da oluşan yeni popüler alanlara şiir de bir ölçüde eklemleniyor. Ama bunlar şiirin değil, olsa olsa sosyolojinin meselesi.

Ş.B:yaşamak: orantısız işkence!” diyorsun. Bunun içine ister istemez ‘hukuk’ da dâhil oluyor. Hak ihlalleri, sürgünler, işkenceler, kıyımlar, katliamlar… bu bakımlardan bereketli bir toprağa sahibiz! Baskının, acının, hüznün şiiri beslediğini düşünüyor musun? Ek olarak, cezaevinde uzun süredir yatan (İlhan Sami Çomak, Cengiz Sinan Çelik gibi) şairleri unutturmamak için de etkinlikler, şiir geceleri yaptığını hatırlatarak, içeriden mektup aldığın oluyor mu?

A.Ö: Aldığım tüm mektupları içerden. İçeri ile dışarı hiçbir zaman birbirine bu denli yaklaşmamıştı. Hukuksuzluk zaten gündelik hayatımızın bir parçası. İlhan Sami Çomak, Cengiz Sinan Çelik, belki benim bilmediğim daha birçok şair içerden sesleniyor ve dışarıyı zenginleştiren dizeler kuruyorlar. Selahattin Demirtaş’ı da ekleyebiliriz bu hukuk garabetini sözcükleriyle tarumar edenler arasına. Elimden geldiğince onları da yaptığım etkinliklere davet etmeye çalışıyorum. Anmıyorum, yanımızda olduklarını üstüne basa basa söylüyorum. Biz niye dışardayız, onlar niye içerde; bu sorunun cevabı yok. Şiirin cevapsızlığa tahammülü olmaz.  

Ş.B: Sende ‘alay’ birçok biçimde ortaya çıkıyor. Geniş bir ironi düzlemi var şiirlerinde. Oksimoron bir atmosfer. Bazen tersinleme, tezatla bazen bilmezlikten gelme ile bazen de anımsatma (telmih) yoluyla ‘dalganı’ geçiyorsun. Biraz oraya bakalım: “eşarbı yan bağlamış kızlar korosu”, “tünelden çıkmadan söndürün farı”, “çünkü erdem bir hokkabazlık çeşididir saray kayıtlarında”, “muhtemelen her ölüyü bir diğeri kucaklar”, “her cinayet güzeldir kurban sen olunca”, “koduğumun kamyonu çarptı tarihimize”. Kamyon çarpar elbet, “Sokaklar Tekin Değil” çünkü! Ben, günlük hayat içinde de seni yakından tanıdığım için yazdıklarınla yaşadıkların arasında bir mesafenin olmadığını biliyorum. Mizah için onca malzeme birikti -memleketin tepesinden ayaklarına dek- neden mizah dergileri en ölgün dönemini yaşıyor ve neden şiir yeterince beslenmiyor bu alandan? “Sanat, baskıdan doğar” der Andre Gide. Yeterince baskı altında değil miyiz? Yoksa farkında olmadan hepimiz içeride miyiz?!

A.Ö: Mizah yapmak için özgür bir ortam gerek. Bir de yaşanan ruhsal çöküntü artık katlanılmaz düzeyde olunca mizah yapma/ yapabilme yeteneğine de ket vuruyor. Ani bir baskıyla karşılaşmadık, yavaş yavaş içimize işleyen yirmi yıllık bir baskı ortamı var. Önce alıştırıp sonra dozu arttıran, kademe kademe dayatılan bir tür toplum matematiği uygulanıyor üzerimizde. Bu durum refleksleri kırıyor bence. Toplumsal bir katatoni, duyarsızlık, hareketsizlik hali oluşuyor. Toplumsal bir felç hali var artık. Buradan sanat doğar mı, doğarsa nasıl bir sanat doğar, bilmiyorum. Sadece, elimizden geldiğince direnmeye, en azından benliğimizi yitirmemeye ve bile isteye yaratılan bu toplumsal çürümenin kokusunun ürettiklerimize sinmemesine çalışıyoruz.

Ş.B: Sen düzen sarsan birisin. Böyle olduğu için var olan kalıplarla, buluş, buluşma biçimleriyle yetinmiyorsun. Kendi kişiliğini katıyorsun yazdıklarına. Oysa bugün yazılan şiirlerin çoğu ortak bir kişilikten çıkmış fotokopya gibi. Şiire yeni kanat alıştıranlara -nasihat demeyeli de- kendi yollarını bulmaları noktasında bir önerin olur mu?

A.Ö: Şiire şair sızmazsa, yazılan şiir ister istemez ortak dilin ürünü olur. Bugün olduğu gibi geçmişte de belli anlayışların ekseninde, tek bir kalıptan çıkmış gibi yazılan, birbirinin tekrarı şiirler vardı. Kendi dilini oluşturabilenler aradan sıyrılır.

Ş.B: Şöyle bir masa kuracağız, bugün aramızda olmayan şairlerden beş kişi davet edeceksin deseydiler sana kimleri davet ederdin?

A.Ö: Beş kişiyle sınırlamak zor ama deneyeyim. Nâzım Hikmet baş köşede otursun isterdim. Ahmet Haşim, Nâzım’ın hemen yanına değil de birkaç iskemle ötesinde olabilir. Orhan Veli ve Edip Cansever mutlaka! Ve masanın diğer baş köşesinde Gülten Akın.

Ş.B: Takip ettiğin dergiler, yeni imzalar var mı?

A.Ö: Yeni imzaları, özellikle de şiir ve öyküdeki yeni isimleri elimden geldiğince yakından takip etmeye çalışıyorum. Genç şiirin aktığı yataklar her zaman ilgimi çekmiştir. Yayınlanan dergilerin büyük kısmını izliyorum ancak dergilerin gitgide göz önünden çekilmesi, özellikle genç yazar ve şairlerin bizlerin “okul” olarak adlandırdığımız dergilere gitgide daha mesafeli yaklaşması üzüyor beni.

Ş.B: Seçtiğin yahut yayımladığın bir şiir yüzünden şikâyet edildiğin oldu mu? Daha kestirmeden sorayım: Halk şairleriyle aran nasıl?

A.Ö: Çok hince bir soru bu Şeref. Halk şiiriyle aramda bir problem yok ama günümüz halk şairleriyle bazı sıkıntılarım/ sıkıntılarımız oldu. Sanırım 2019 yılıydı, Manavgat Belediyesi’nin “Yıldızların Altında Manavgat” konulu şiir yarışmasının jürisindeydik beraber. Gelen şiirlerin yüzde doksanı “Manavgat’ın yolları taştan / Bir yar sevdim entarisi basmadan” minvalindeydi. Birinciliği Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan, gerçekten şiire hâkim bir gence verince, üstüne üstlük, yanlış hatırlamıyorsam senin önerinle, “Modern Şiirin İmkânları” adlı bir panel düzenleyince biraz kargaşa çıktı. Hatta halk şairlerinden biri, Kültür Bakanlığı’nın kendisine verdiği “Şair Belgesi”ni önümüzde yırtmaya kalktı. Bakanlığın birilerine şair belgesi verdiğini de o gün öğrenmiş oldum. Neyse, jüri üyeleri, “Halk Şiirini aşağılamak” suçlamasıyla Manavgat Kaymakamlığı’na şikâyet edildi. Bu da hem kişisel tarihimize hem şiir tarihimize absürt bir vaka olarak geçmiştir herhalde.

Ş.B: Kuşlarım Üşüyor şiir maratonundan sonra 2025 yılı için yeni bir koşu hazırlığı var mı?

A.Ö: Acele etme, daha 2024 bitmedi… Beni çok heyecanlandıran bir kitabım yayınlanacak, büyük ihtimalle bu ay içinde. Çocuklar için yazdığım bir şiir kitabı: Renkleri Duyan Çocuk. Epey zaman önce baskısı bitmiş olan O Adam Babamdı ve Bu Kitaptan Kimse Sağ Çıkamayacak adlı romanlarımın yeni baskıları da yayınlanacak yine bu yıl içinde. 2025’i ayrıca konuşuruz…

Kuşlarım Üşüyor
Altay Öktem
SRC Kitap
Şiir / 610 sayfa

Veveya Kitap 22 / 05 Eylül 2024

Veveya Kitap 22 / 05Eylül2024
Yukarı