İntikam Duygusuyla Yürüyenler / Ömür Müzeyyen Yılmaz

Pupa, Çağlar Demir’in 2023 yılında Edisyon Yayınevi tarafından yayımlanan romanıdır. Yazarın Aklımda Saklanan Deliler (2019) adlı psikolojik bir romanı ve Anormal Kadınlara Radikal Şiirler (2020) isimli bir şiir kitabı da var. Pupa ise bir polisiye. İçeriğiyle ilintili başlıkların atıldığı on sekiz bölümde kurgulanan romanın dikkat çeken ilk özelliği, beklendiği gibi merak duygusunun son sayfaya değin sürmesi. Yazar, mesele olarak belirlediği bazı toplumsal ve bireysel sıkıntıları birbirleriyle harmanlayarak olaylara dahil ediyor. Roman boyunca okuru kurumsal bir mücadelenin parçası haline getirip rahatlıkla fikir yürütebilen, varsayımlarda bulunabilen bir oyuncu durumunda tutuyor. Oyuncu yapıyor çünkü, romandaki anlatımın sinematografik yapısı gözden kaçmıyor ve okur haliyle kendini bir aksiyon filminin içinde hayal ederek orada küçük ya da büyük, önemli ya da önemsiz bir rol kapabiliyor. Elbette bu durum polisiye romanın ruhuna uygun. Okur ve soruşturmayı sürdüren kahramanlarımız eşit koşullarda suçluyu bulmaya çalışıyor. Demir’in kullandığı dil oldukça yalın ve akıcı. Yine polisiye romanların ruhuna uygun olarak, günlük konuşma diliyle de uyumlu.

Polisiye edebiyatı üzerine genel bir yaklaşımla eğildiğimizde, tam olarak uzlaşılmasa da temellerini Edgar Allan Poe’nun Morg Sokağı Cinayetleri adlı romanıyla attığını söyleyebiliriz. Ancak, popülerlik açısından birçoğumuza sorulduğunda en fazla duyacağımız isim Agatha Christie’dir. William Shakespeare’den sonra kitapları dünyada en çok satan yazar. Elbette, yarattığı ünlü dedektif Sherlock Holmes karakteriyle Arthur Conan Doyle’u da anmamak olmaz. Bu büyük isimler yazdıkları kült roman veya öykülerle klasik polisiye edebiyatının başlangıcı sayılıyor. Günümüzde halen okunan eserleriyle kural koyucu, rehber ya da edebi bir benzetmeyle deniz feneri misali parlamaktalar. Onlarla birlikte aynı dönemde ya da sonraki dönemlerde pek çok polisiye yazarı da ortaya nitelikli eserler çıkarıyor mutlaka. Emile Gaboriau, Maurice Leblanc, Dashiell Hammett, Dorothy L. Sayers, Elmore Leonard, Ruth Rendell, Raymond Chandler, George Simenon, Patricia Highsimth vs… Her birinin türe kazandırdığı birçok yenilik var. Toplumsal ve siyasal değişimler, gerginlikler zamanla romanların dramatik yapısına yansıyor, kahramanlar lüks mekanlardan çıkıp sokaklara iniyor, dil günlük konuşma diline, yer yer argoya dönüşüyor, suçlunun suçu işlemekteki sebepleri aktarılıyor, irdeleniyor. Aslında polisiye romanlar gerçek hayatı gerçeği aratmayacak izleklerle anlatırken bir nevi toplumun, dolayısıyla bireyin sesi oluveriyorlar. Okur mevcut haleti ruhiyesiyle kahramanlarla özdeşlik kurup ihtiyacı olan hazza ulaşıyor. (Adalet ihtiyacı, anlaşılma ihtiyacı, kahraman olma ihtiyacı, aklanma ihtiyacı…) Durum böyle olunca polisiyenin edebiyatın bir türü olup olmadığını da her daim tartışılır hale geliyor. Postmodernizmin anbean etkisini arttırmasıyla polisiye de etkinliğini arttırıyor. Batı polisiye edebiyatında dikkat çekecek nicelikte kadın yazarların varlığını görmek de ayrıca sevindirici. Ülkemizde de polisiye edebiyatına karşın kayıtsız kalınmıyor. Bu tür, 1980’li yıllara kadar pek rağbet görmese de polisiye roman sayılan ilk eser 1884’de Ahmet Mithat Efendi’nin yazdığı Esrâr-ı Cinayât. Başlangıçta genellikle çeviri romanlar ağırlıkta kalsa da (Kemal Tahir’in 1950’li yıllardaki Mike Hammer çevirileri en popüler olanı) Türklerin Sherlock Holmes’u Amanvermez Avni (Ebüssüreyya Sami), Arsen Lupin’i Fakabasmaz Zihni (Hüseyin Nadir) ve daha özgün olan Cingöz Recai (Peyami Sefa) karakterleri unutulmaz. Gerek ülkemizde gerekse de dünyadaki çeşitli eleştirmenlerin değerlendirmelerine göre polisiye türünün genel unsurları farklılık gösterse de değişmeyen ana izlek şudur ki; bir polisiye romanda mutlaka suç, soruşturma ve çözüm olmalı. Suç denildiğinde ilk akla gelen cinayet olsa da Sherlock Holmes hikayelerinde okunduğu üzere muamma teşkil eden, soruşturulması gereken herhangi bir vaka da olabilir. Örneğin Pupa’da da görüldüğü gibi hırsızlık, kayıp kişi, şantaj…

Pupa aynı gün, aynı saatlerde ortaya çıkan bir dizi muammanın ve peşi sıra gerçekleşen cinayetlerin soruşturulmasının yapıldığı, polisiyenin alt türü olan bir Suspence (Şüphe- Gerilim) romanı. Olaylar banka soygunlarıyla başlıyor. Ardı sıra cinayetler gerçekleşiyor. Soygunlarda kullanılan kuryeler aileleriyle tehdit edilerek bu işi yapmaya zorlanıyor. Her birinin bedenlerine önceleri bomba sanılsa da takip ve öldürme amaçlı düzenekler takılı. Soyulan bankalardaki çalışanlar ve önemli müşterilerle ilgili bilgiler de suçlu ya da suçlularca edinilmiş. Bazı banka çalışanlarıyla müdürler gene aileleriyle tehdit ediliyor. Sonuçta koordineli şekilde üç banka şubesi soyuluyor, iki kurye bir minibüsle ortadan kayboluyor, bir kurye ise kasıtlı yönlendirmeyle polisin kucağına düşürülüp öldürülüyor ve roman yüksek aksiyonla başlıyor.

Ana kahramanımız Ali Komiser, soygunlar başlamadan birkaç gün önce arkadaşlarıyla birlikte terfi alarak özel bir ekibe dahil olunca soruşturma görevi de ona veriliyor. Ali karısından henüz ayrılmış, aldatılmanın handikabını üstünden atamamış, psikolojik buhranları, pişmanlıkları olan agresif bir komiser. Yanında huzur bulabildiği, sakin kalabildiği tek kişi komşusu Emel. Ani tepkileri, kontrolsüz kırıcı çıkışları amirlerinin bile dikkatini çekiyor ama özünde iyiniyetli hali bilindiğinden kişisel sorunlarının ağırlığına hak verilircesine idare ediliyor. Zaten kendisi de aşırı tepkilerinden anında pişman olup özür diliyor. Ali, ekibi Ayvaz ve Turan’la hızlıca soruşturmaya koyuluyor. Fakat işler umdukları kadar kolay ilerleyemiyor. Kayda değer herhangi bir bilgiye ulaşılamıyor. Parçalar birleşmiyor. Sorgular sonuçsuz kaldıkça başka cesetler ortaya çıkıyor. Üstelik hepsi vahşice öldürülmüş. Bu durum kendi içlerinde sistemi, hayatı, kötülüğü sorgulamaya itiyor onları.

“Kötü her zaman kazanır mı? İnsan neden kötü?” (Sy. 100)

“Onca kötülüğün hakimiyet kurduğu bir dünyada iyi olmayı seçmek bir isyandır, birçok insanın sandığı gibi ahmaklık değil.” (Sy. 100 M. Levi)

“Zaten sinirleri yükseldikçe kurban istekleri artıyor. Eğer onlar bir kurban isterse bu odadaki herkes kurbanlık olur.” (Sy. 115)

Demir, şehrin trafiğini entrikalarla kilitleyip yardımların ulaşmasını engelleyen, şaşırtmacalı hamlelerle hem dikkat çekmeyi başarıp hem de büyük bir örgütlermişçesine etrafa kaygı salan suçluların banka soygunlarında kullandığı tehditlerle okuru düşünmeye davet ediyor. Kurbanların aile, kariyer ve para üçgeninde verdiği kararlar aynı. Önemli olan tek şey aile. Çünkü yeri dolmaz. Çünkü kayıp telefi edilemez. Çünkü sevgi her şeyden önce gelir.

“Annemin kafasına silah dayamışlardı. Fotoğraf o şekildeydi.” (Sy. 80)

“Esra’ya bir şey olmasına dayanamazdım. Benim salak işim yüzünden.” (Sy. 82)

“Kızım söz konusuydu çünkü. Parayı alıp hatta ne isterlerse alıp gitsinler diye düşündüm.” (Sy. 83)

“Kardeşim kurtulsun da gerisi önemli değil.” (Sy. 42)

 Kiminin annesine, kiminin kardeşine, kızına, karısına olan sevgi ve düşkünlüğünden faydalanıyor suçlu ya da suçlular. Tam bu noktada yazar, okura aynı seçimlerle yüz yüze gelse neler hissedebileceğini hatırlatırken bir ipucu da veriyor. Çalınan paranın yapılan masraflar karşılığındaki yetersizliği fark edildiğinde meselenin sıradan bir hırsızlık olmadığını, aslında varlık göstermek üzerine kurgulandığını seziyoruz. Suçlu ya da suçlular muhtemelen aile kuramamış, ailece korunamamış, aileyle yaşayamamış. Fazlaca öfkeli, gözü kara…

Soruşturma, istenen başarıyla ilerleyemezken Ali Komiser, ekibi ve amirleri haberlerde duydukları son dakika gelişmesiyle yepyeni bir zorlukla daha karşılaşıyorlar. Soygun ve cinayetler HAÖP denilen bir terör örgütünün elebaşısı olduğu iddia edilen meclis başkanının üzerine yıkılıyor. Artık bu vaka onlardan alınıp Ankara’dan gelen mağrur bir ekibe devredilecektir. Bu da bir nevi yetersizlik ve beceriksizlik ilamı sayılıyor. Ortam iyiden iyiye gerginleşiyor. Yazar, meclis başkanının aklanma sahnelerindeki kurgularla devlet içindeki bazı oluşumları ya da yöntemleri okura sezdiriyor. Hiyerarşi ve liyakat sorunsalı satır aralarında duyumsanmakta. Dolayısıyla çözmeye çalışılan muamma genişleyebildiği kadar genişliyor. Soygun, cinayet, tehdit, şantaj derken kurumların girift durumlara karşı takındığı tavırlar ve baskılar da muammaya dahil oluyor.  

Aldıkları bir ihbarla bulunan yeni bir ceset olayların aydınlanmasındaki ilk adım. Ali ve Ayvaz gizlice araştırmalarını sürdürüyorlar. Kimliği teşhis edilen maktulün evinde ele geçirdikleri tablet, anahtar görevi görüyor ve onları kod adı Pupa olan katile ulaştırıyor. Demir, post modern çağın taptaze sorunu bilişimin suç teşkil eden yanını kurgunun bu kısmında önümüze seriyor. Varoluş sancıları çeken, kimlik kazanımını tamamlayamamış, gittikçe yalnızlaşırken bireyselleşemeyen kişilerin zaaflarını, korkularını, sapkınlıklarını, tutkularını ve hırslarını bu iletişim yöntemiyle eşgüdümsel olarak bir gruba dahil olmak suretiyle teşkilatlandırmalarını anlatıyor. Romanda karşımıza çıkan grup, sado-mazoşistlerin oluşturduğu BDSM (Bondage Discipline Submission Madochism). Gerçek dünyada da varlık gösteren BDSM cinsel tercihlerinden ötürü bir araya gelmiş insanlar. Yazarın cümleleriyle rızaya bağlı olarak fiziksel baskı ve kuvvetli duyusal uyarımın uygulandığı, fantezi, güç rolünün oynandığı cinsel tercih ve kişisel ilişki türü. (Sy. 154) Romanda son bulunan ceset de bu gruba dahil olan bir tacizcinin. Pupa grubun önderi pozisyonunda ve oynadıklarına inandırdığı bir oyunla üyeleri suçlarına alet ediyor. Sitenin kurucusu ise on altı yaşında bir çocuk. Demir, burada yeniden ahlaki değerlerle para kazanmak arasında bir sorgulatma yaptırıyor. Çocuğun babası kazanılan paradan haberdar, ancak oğlunun bilgisayarda tam olarak hangi işlerin zeminini hazırlığını bilmiyor, doğrusu bununla ilgilenmiyor bile. Erginleşmesini henüz tamamlayamayan çocuk ise bunu bir tercih özgürlüğü olarak algılıyor ve yanlış bir şey yaptığını düşünmüyor. Kararsa okura kalıyor.

Pupa, tırtılın kendi çevresine ördüğü koza içindeki devinimsiz, kelebeğe ya da böceğe dönüşme evresindeki duruma verilen isim. (Wikipedia) Uzun bir uykudan uyanıp kozasından çıkan romandaki sürpriz katil de bu tanımı metaforik anlamda sonuna dek hak ediyor. Çağlar Demir, suçlunun yakalandığı sahnede okuru yine düşünceden düşünceye, duygudan duyguya sürüklüyor. Karşımıza çıkardığı meseleler insan muhakemesinin sınırlarını zorlamakta. Ölümle yaşam arasında kalanların, diğer bir deyişle kurbanların çırpınışları birçok soruyu akla getiriyor. Ölüm korkusu hangi değerleri unutturur, hangi bastırılmış bencillikleri ortaya çıkarır? Doğruyu söylemek insanın yaşadığı topluma karşı yükümlülüğü müdür? Doğruyu söylemektense ölmeyi yeğler mi insan? Hayır tabii ki. Her türlü aşağılanmayı sırf hayatta kalabilmek için göğüsleyen insancıklarla tanıştırıyor bizi yazar. Yaptıklarının afişe edilmesine sırf hayatta kalabilmek için razı gelen insancıklarla. Hırsızlarla, tacizcilerle, emek sömürücüleriyle, yalancılarla. Ve sonunda Pupa yine adalet nidalarıyla yapması gerektiğine inandığı şeyi yapıyor. Kendi adaletini sağlarken masumları görmezden geliyor. Peki, tüm o insancıklar yaptıkları onca etik dışı eyleme rağmen ölmeyi hak ediyor mu? Pupa’nın kötülük saydığı şeylerin ucu ona dokunmasaydı yine de onca cinayeti işler miydi? Amaca giden her yol mübah mı? (Machiavelli) Artık dedektiflik sırası okurda. Bu ve belki de daha fazla sorunun yanıtını bulmalı…

Pupa yakalandıktan sonra sorgusunun Ali tarafından yapılmasını istiyor. Bu talep kabul ediliyor çünkü hem komiserin Pupa yüzünden kendini aklamaya ihtiyacı var hem de ortaya çıkan bambaşka bir problem. Katil, dissosiyatif kimlik bozukluğu hastası. Bu bozukluğa sahip kişilerde birden fazla kişilik veya alter olarak adlandırılan, farklı benlik algıları ve kimlikleri bulunur. Her bir alterin kendine özgü anıları, yaşı, inançları, dış görünümü, konuşma tarzı, tercihleri, isimleri ve davranışları olabilir. (Uzm. Klinik Psikolog Müge Leblebicioğlu Aslan) Ali, psikiyatrlar ve amirlerinin gözetiminde Pupa’yı sorguluyor. Karşısında bir değil üç suçlu var. Komiser, uzmanların direktifleriyle soruyor sorularını ve Pupa da hiçbir çekimserliğe kapılmadan cevaplıyor. O ana dek polislerin bulamadığı tek şey, olan bitenin sebebi. Pupa hem nedenlerini anlatıyor hem de Ali ve ekibinin tespit ettiği oluşumların kendi tarafından nasıl gerçekleştiğini. Romandaki olaylar silsilesi, polisiyelerden beklenen çift anlamlılık ilkesi de kullanılarak aydınlanıp netlik kazanıyor. Sorguyla çözümlenen muammalar eleştirilen bir tutum olsa da Demir’in burada yaptığı iki hamle onu tartışmalı durumdan kurtarıyor. Birincisi, romanda okuduğumuz sorgu sahnelerinde herhangi bir korkutulma, işkence ya da baskı yok. Süreç psikiyatrlarla yürütülürken Pupa da her şeyi itiraf etmeye hazır. İkincisi ise katilin rahatsızlığı. Bir bedende üç kişi taşıyan suçlunun bulmacasının çözümlenmesinde kontrollü ve seyircili bir sorgu doğru bir tercih sayılabilir. Ayrıca yine yazarın sırtını dayadığı DKB (dissosiyatif kimlik bozukluğu) rahatsızlığı, BDSM üyelerinin öldürülmesi sırasındaki inandırıcılığı zorlayan fiziksel gücü de açıklamakta. Bu rahatsızlığı taşıyan kişilerin alterleri fiziksel, duygusal ya da davranışsal olarak birbirlerinden epeyce farklı olabiliyor.

Pupa’nın, BDSM üyelerini öldürme sebeplerini anlatırken kurduğu cümleler bize onun hastalığının kökeniyle ilgili ipuçlarını da veriyor.

“Bulduğumuz kölelerin hepsini öldürecektik zaten, böyle anlaşmıştık. Çünkü bulduğumuz kölelerin çoğu cinsel istismar, taciz suçlarından da ceza almış, mahkemeye çıkmış kişilerdi. O adam eski bir askerdi. Çocuk tacizinden hakkında dava vardı. Ama sen söyle, alnına mermi çok yakışmamış mı?”

DKB rahatsızlığının çocukluk çağında yaşanan şiddetli travmadan ve çoğunlukla istismardan hatta ensestten kaynaklandığı biliniyor. Pupa’nın söylemlerine bakıldığında istismara uğrayan, korunamayan, hayatı boyunca fark edilemeyen biri olduğunu varsayabiliriz. Bir noktaya kadar içindeki alterleri de korkunç hayallerini de bastırabilirken, işyerinde yaşadığı mobbing her şeyin tetikleyicisi oluyor ve suç onun için bir varoluş biçimine dönüşüyor.

“Potansiyelim olduğunu herkese göstermeli ve herkese dersini vermeliydim.” (Sy.220)

“Birileri benim canımı yaktı, ben birilerinin, onların çevresindekiler de gidip başkasının canını yakacak. İnsanoğlunun varlığından beri bu böyle. Hepimiz benciliz. Ben biraz daha. Kafanızda oturtamadığınız, yahu tüm bunları neden yaptı sorunusun cevabı çok basit. Üzüldüm. Haksızlığa karşı bir adalet sağlamam lazımdı, aklıma böylesi geldi.” (Sy. 236)

Sonuç olarak Çağlar Demir, romanında kendi adaletini kendi yöntemleriyle arayan bir katilin hikayesini anlatıyor. Romana ismini veren Pupa kod adlı katilin sağlıksız zihni travmalarla, varoluşsal problemlerle ve kozasından çıkmaya yeteceğini düşündüğü oluşumlarla dolu. Yazar bütün bunları detaylarıyla okura aktarabiliyor. Kurduğu anlatı evreninde türünün özelliklerini gözeterek, izlekleri sebepsiz ya da sonuçsuz bırakmıyor. Kendi kişisel düşüncelerini anlatıcı üzerinden değil, karakterler üzerinden sezdiriyor. İnsanların zaman zaman akıllarının karışabileceğini, duygularına yenilebileceğini görmezden gelmeden, Pupa’nın öznel adaletine karşın Ali komiseri kullanarak evrensel adaleti savunuyor. Yine polisiye romanın ruhuna uygun olarak, Pupa’nın yakalanmasından sonra bile dışarıda işleyen kurnaz planlarını sahneleyip hikâyenin devamı gelir mi diye de düşündürtüyor.

“Yolculuk hiç bitmez. Siz özgür kalıncaya kadar devam eder.”  PUPA

Pupa
Bir Katilin Kozasından Çıkışı

Çağlar Demir
Edisyon Kitap
Roman / 254 sayfa

Veveya Kitap 20 / 05 Temmuz 2024

Veveya Kitap 20 / 05Temmuz2024
Yukarı