Birdenbire / Gamze Efe

Zamanın yavaşlaması. Zamanın durması. İç içelik. Yakıcı sesin acısı. Sabahın altısında yürek titremesi. İç içeliğin çengelinin kopması. Demirinin kalbe saplanması. Kalana. Gidenin habersizliği ve sessizliği. Onu arayıp anlatamamanın acısı. Karanlık. Aydınlığın ayrımının anlamsızlığı. Göz kapanınca anılar. Hiç hatırlanmayacakların yoklamaya başlaması. Toprağı reddediş. Nereden geldiğinin sancısı. Gelirken ağlamak, giderken ağlatmak. İnsan. Gelirken eser, giderken gölge. Öğle saatinde bir cenazede. Gölge. Bir kâğıt parçasında. Ad, soyad. İnsanlar.

***

Pek keyifsizdi o akşam.

Son kez görüştüğümüzü mü hissetmiştin?

Kalın, hafif beyazlamış kaşları çatılmıştı. Gözlerine baktım, hiç oralı olmadı. İkinciyi doldurtmak için uzattı kadehini, ikiletmedim, buzdolabını açtım, yeni aldığı litreliği çıkardım, yazının tam ortasına denk gelecek kadar doldurdum. Kendime de bir kadeh çıkardım.

Bu benim için seninle herkesten uzak, eşsiz bir iletişimdi, biliyordun. Değil mi?

“Araba kullanmayacak mısın?” dedi, “bir kadehten bir şey olmaz,” dedim.

Ne oldu, canın sıkkın senin, desem, kızardı, biliyordum. Huyuna gittim, sustuk. Annemle kardeşim balkonu bize bırakmıştı. Peynir, domates, biber, cevizli salça yedik. Döndü, bana baktı, “Hadi, afiyet olsun,” dedi, kadehlerimizi tokuşturduk.

İkimizin yüzünde de hep aynı ifade, yakıcı bir keyif hâli. Sana benzemek ne güzel şeydi.

Silik bir beyazlık gözünün kahvesini iyice kaplamıştı. Çekik gözlerinde hep bir buğu var gibi gelirdi bana ya da ben ona karşı fazla hassas, hatta romantiktim.

 “Şu gözünü göstersek mi artık?” dedim. Eliyle, boş ver, der gibi geçiştirdi beni. “Eh, iyi, sen bilirsin, tüm gözünü kaplarsa görürsün,” deyince, “kör olurum, kör olayım ben,” dedi, gülmeye başladık. Ne vardı şimdi bunda gülecek? Ama biz böyleydik, tuhaf şeylere çok gülerdik. Başka kimsenin anlayamayacağı, hatta içinde acı barındıran şeylere. Sadece ikimiz değil, ailece, hepimiz öyleydik. Söze dökülen bütün ölümleri espri malzemesi yapar, hastalıklarla dalga geçerdik. Başımıza gelmesini böyle engellediğimize dair gizli bir inanç mı vardı içimizde, bilmem.

Hep söylediğin gibi cennet burasıydı işte, dört kişi sapasağlam oturduğumuz mutfak masasıydı.

“Biz yazlığa gidince idare edebilecek misin?” dedi.

“Yok edemem, eyvah ne yapacağız şimdi? En iyisi siz gitmeyin,” dedim.

Yine güldük, “Çirkin’in tuvaletini temizlemeyi ihmal etme. Sabahları da temizle, yazık hayvana. Suyunu tazele çıkmadan. Akşamları yatmadan kıyafetlerini hazırla, sen de benim gibisin, geç kalıyorsun sonra.”

Bitmeyen nasihatlerine başlamıştı. Evden ayrılalı yedi yılı geçmiş olsa da o bunları söylemekten hiç vazgeçmedi. Zeytinleri tırtıklarken ben başımı sallamaya devam ettim, o konuşmaya.

“Arabanın lastiklerini değiştir bu hafta sonu. Kış geldi sayılır bak, kayarsın sonra. Dediğim yerde yıkat, bagajındaki kutuya şampuan koydum, adamlara onu ver, onunla yıkasınlar. Sünger de var orada, gördün değil mi? Onu da kullansınlar, çiziyorlar sonra.”

Elimde çatal, ağzımda peynir lokması, derin bir iç çektim, “Of baba, ilk defa yalnız kalmıyorum, hallederim,” dedim.

Böyle desem de sen hep konuş istiyordum. Hiç susma.

“Olsun, ben söyleyeyim, görevim bunlar benim.”

Korunmak, yerini hiç yitirmemek demekti ya da nasılsa dönebileceğin bir yer olmasıydı. Ben hep sana sığındım.

“Kahve yapayım mı?” dedim.

“Yap bakalım,” dedi, hafif kurumuş parmaklarının arasında hiç sönmeyen sigarasından bir nefes daha çekerken. Arkasına yaslandı, omzunda duran hırkayı düzeltti, Çirkin ayaklarının arasında dolanırken kulaklarının arasını sevdi. Öyle güzel ama öyle belli etmek istemezmiş gibi güldü ki, keyfi neden kaçtıysa unutmuştu sanki ya da bana öyle gelmişti.

Benden bir şey istediğinde, bir kediyi sevdiğinde, bazen sadece baktığında ya da öylece durduğunda yeniden seviyordum yaşamayı.

Kahveleri masaya koydum, içip kalkacaktım. Sıradan sohbetimize devam ederiz diye düşünmüştüm. Beklemediğim bir şey söyledi: “Benim arabanın yedek anahtarı sende kalsın. Ne olur ne olmaz.” Anlamadım ne demek istediğini.

“Ne demek ne olur ne olmaz?”

Korkularım üzerime çöktüğünde, mantık kendini yok edip ihtimallere kapısını açmak üzere yol alırken ölümün sesini duyuyordum ben. Anlamıyordun.

“Yahu sen de amma abartıyorsun. Lazım olur, bir şey olur, gelip arabayı alman gerekir. Al işte.”

Haklı mıydı gerçekten? Abartıyor muydum? Gözlerim dolmuştu bile.

“İyi de sen de tuhaf konuşuyorsun, korkuyorum, biliyorsun.”

Zaman yavaşlıyordu, buzlu bir camın arkasında elin kolun usul usul hareket ediyordu, ya donarsa diye her şey anlamsızlaşıyordu. O an, o anlar, yıllar boyunca yaşadığını fısıldaman için ölüme yalvarıyordum. Git.

Sandalyesini bana yaklaştırdı. Bir an dinlemedim söylediklerini, onu inceledim. Altmışlarının başındaydı, sağlığı yerindeydi, söylediklerinden bir anlam çıkartmam için hiçbir sebep yoktu.

Hasta olsaydın belki inanırdım ya da yaşlı.

Ama ben böyleydim. Yedi-sekiz yıl önceydi, doğum günü hediyesi olarak ona check-up almıştım. Zorla, bin bir ısrarla, sırf panik ataklarımın hatırına gitmişti hastaneye. Tahlil sonuçlarını yorumlayan doktorun, “Sigara kullanmıyorsunuz herhalde, ciğerler temiz,” dediği andaki muzip bakışını hatırlıyorum. “Bir daha da doktora gitmem, haberin olsun,” demişti çıktığında. Günde en az iki paket sigara içiyordu. O zamanlarda da o akşam da.

Yıllarca ölüm bizi izledi, biliyordum; hiç beklemediğimiz bir anda aramıza girecekti.

“Dört gözün değil, sekiz, on sekiz gözün açık olacak biz yokken. Sen büyüdün gerçi. Ama biraz daha var ayaklarının tam yere basmasına,” dedi.

“Biraz büyüdüm baba, evet, otuz dört yıl kadar.”

“Olsun, otuz dört dediğin ne ki? Yine de ben sana güveniyorum. Her şeyin üstesinden gelirsin. Kardeşin de işini gücünü kurdu. Tamam artık rahatım.”

Bazen konuşmaya başladığında gök derinleşir, yer havalanırdı.

“İçim şişti, yemin ederim,” dedim.

“Şişmesin öyle hemen her şeye için. Ne bekliyorsun, turşumu mu kuracaksın? Allah Allah.”

“Hemen de sinirlen. Hem sen saçmalıyorsun hem de bana kızıyorsun. Ne gerek var ki şimdi böyle konuşmaya?”

“Babalar saçmalamaz. Tamam tamam, hadi eve git artık. Geç oldu.”

Almayacaktım arabanın yedek anahtarını. Dediğini yaparsam hissettirdiği gerçek olacakmış gibiydi.

Yer yüzünde meydana gelen bütün hareketler gidişinin işaretiydi. Totemler bizi kurtarırdı belki.

 Lazım olsa bile ben ne yapabilirdim ki öyle bir durumda? Bunun gerçekten farkında değil miydi? “Neye üzülürsen ayarında üzüleceksin. Elbette her şeyi boş ver demiyorum sana. Ama hiçbir şeyi abartma.” Böyle demişti arkadaşımın babası gittiğinde, epeyce bir süre kendime gelemediğimde. ‘Ayarında üzül’ nasıl bir tavsiye, diye düşünmüştüm.

Kaybının ayarı ne olabilirdi ki? Kayıp zaten ölçüsüz, zamansız bir yokluk değil miydi?

Kapıda sarıldık. Boynuna atladım, öptüm. Yanaklarını bile sevdim, ki ona göre bu fazla samimiyetti ve hiç gerek yoktu. O akşam ses çıkarmadı.

Artık anlıyordum baba, tek gerçeğimiz bir andır. Bir an, bütün yüzeysel acıların üzerinde, yaşamın ölüme muhtaçlığını anlatır. Ben yaşama değil de sana köklenmiş gibiydim.

Bütün nasihatlerini üşenmeden tekrar etti. Yenilerini de ekledi. Pijamasının teki dizine kadar sıyrılmıştı. Dördümüz buna güldük kısa bir süre. Aynadan televizyonun yansımasını gördüm, “Bak,” dedim, “yatma vaktin geldi, haydi çocuklar uykuya yazısı çıktı.” Güldüğümüz tuhaf şeylerden biri de buydu. Bu onun gününü tamamlama yazısıydı. Esnedi, “Oo, zaman doldu, ben yatağa gidiyorum,” dedi.

Gittiğinde kendimi katıksız bir hissizlik içinde buldum. Bazen de yoğun bir duyarlılık. Sonra yeryüzündeki yerimi yitirdim. Taşkın bir delilik hâlinde kaybolmak istedim. Gerçeği reddederek hiç kanıksamamak. En güzeli. Şimdi ne kaybedecek ne de kazanacak bir şeyim var.

Anahtarı hatırlamasına fırsat vermeden hızlıca çıktım kapıdan. Balkondan seslendi, duydum ama durmadım. El salladım. “Dikkatli ol,” dedi. Baş parmağımla onu onayladım, bir de öpücük gönderdim. İki ay onu göremeyecektim. Uzun bir süreydi. Yol boyu ağladım. Sebepsiz. Yanaklarımı sildim, eve vardığımı haber verdim. Bir ay yirmi dokuz gün boyunca ilk defa gideceğinden hiç korkmadım. Anahtarı sende bırakmıştım neticede.

İki ay bitmeden bir gün önceydi ve birdenbire oldu her şey.

Birdenbire.

Acına bir ölçü biçmeye çalışıyorum bazen. Nasılsın, diye sorduklarında en çok. Cevapsız bırakıyorum, bu sorunun bir karşılığı yok bende. Acı aslında karşılaştırılamayacak kadar öz bir şeymiş baba. Bağımsızca, kendi içinde var olan ama özneye karıştığında yeni karakter bulup içselleşen bir şey ve biliyor musun; acım yüzüme yansısaydı, kimse nasılsın diye soramazdı. Sen bile.

TÜM SAYISI OKU ve/veya İNDİR ▼

SAYI 6 / 01 Mart 2024

Öykü Gazetesi 06 / Mart2024

Öykü Gazetesi

Yukarı