Bıyık Karası / Işıl Madak

Bıyık Karası / Işıl Madak / Öykü Gazetesi 01den

Birçok hayranı gibi onu gördüğünde şaşırdı, elini istemsiz kendi ağzına götürdü, dudağının üstündeki boşluğu eliyle sıvazladı. Sonrasında diliyle, dilinin ucuyla, evet onu çıkarabildiği son noktaya dek uzattı, iyice inceledi. Olmadığına emin olmak için bazı kontrollere ihtiyaç duyulması hem renginden hem biçimindendi. Öylesine farklıydı ki bulaşmış olma ihtimaline karşı, eliyle ve diliyle bildiğini kalbiyle onaylayacaktı. Öyle hissetti, hisler her zaman doğruyu söylemez. Böylesi ilginç bir şey. Bıyık. Beklenenler basamakları tek tek çıkacakken biz hızlı hızlı koşsun isteriz. Burada bazı duyguların açmazları bıyığın varlığını sorgulamaya sürükleyebilirdi. Aldırış etmedi.
Gözlerine bakınca süzme bal rengi olduğunu fark etti. Tavşansı, etkileyici, garip bakışlar. Hareketlerindeki ani çıkışlar da bunu doğruluyordu. Şıpsevdiliğin gözü kör olsun, şıpsevdinin değil tabii. Korkarak, biraz da şüpheyle kollarını bağladı, anlattıklarını dinlerken başını salladı, ilgili görünmek adına sorabileceği sorular bulmak zor iş. Kaç zaman sonra onu bulmuşken kendini maskara edecek değildi. Saçlarını eliyle kenarlardan sıvazlayarak at kuyruğu yaptı, bileğindeki lastikle topladı. Çift tura yetmedi lastik, böyle salaş bir kuyruğa razıydı. Ablak mı oldu yüzüm diye düşünürken, konuştukça derinleşen bakışlara aldırmadan onu izlemek, bir seyir. O an kendi dudakları geldi aklına, kahveden sonra silinmiş miydi ruju? Şöyle ağzını ve dudaklarını açıp kapayarak, birbirine buladı, az kalmış diye endişelenirken ister istemez avucunu çenesine dayayıp dinlemeye devam ettiği sırada, karnından uzun uzadıya bir ses. Gülümsedi, karşısındaki bıyıkta herhangi bir değişiklik yoktu, tekdüze açılıp kapanan ağzın üstünde öylece duruyordu. O da hemen toparladı yüzündeki ifadeyi. Duymadı sanki deyip rahatlamışken, aç mısın dedi adam. Çok değil ama, cümleyi tamamlamadan, az da değil imasıyla adam elini kaldırıp garsona seslendi. Mekânın bu saatte bu kadar sessiz olması onun suçu değildi ya. Menü isterken, garson kare kodla sipariş verebileceklerini hatırlattı, cep telefonunu çıkarıp ahşabın üzerine yapıştırılmış siyah beyaz kare şekle kamerasını tuttu. O da eğilip bakarken kara bıyıkları ve kıvrımı ona bir kez daha çekici göründü, dokunmayı düşündü eliyle, takma olamazdı. Saçmalamasına kızdı, koca adam, yok artık, daha neler. Makarna yemek istedi, ilk sayfada görüvermişti, kremalı mantarlı, bibersiz ama. Sipariş ederken yanında bir şeyler içer miyiz sorusuyla irkildi. Olur, dedi kahveden farklı, kırmızı olsun, çok eski olmasa da iyicedir. Müzik başladı, gelenler arttıkça bir saat içinde canlı müzik olacağı anonsu yapıldı. Sıkılmışlığın suskunluğu bir büyü gibi geceyi sarmamalıydı, durağanlığı gidermek de ona kalacaktı belli ki. Yemeğini beklerken onun ellerine baktı, küt parmaklarına, soluk tırnaklarına. Gözlüğünü düzeltirken gözlerini de kapıyordu, bazen de gözlüğünü kaldırıp göz pınarlarını ovuşturuyordu. Kareli gömleğiyle ve üstündeki siyah ceketiyle karizmatik sayılabilirdi. Onun hakkındaki düşüncelerini sezmesinden korktuğu için usul usul incelemesi gerekti, aksi durumda olası her ilgi karşı tarafın yükünü yokuşa yığmasına nedendi, böyle bilinmesi de tuhaf ya. Bu genel geçer algı biçiminin taraflar üzerindeki etkisi pek anlaşılmaz ilk bakışta. Rahatça ilerleyebilecekken birileri çıkar ve o öyle yaptıysa şu demektir der, olan biteni bir kez daha gözden geçirmek için türlü bahaneler bulmaya iter insanı. Bahanenin yumuşatılmış, elekten geçirilmiş biçimi aslında düpedüz suçlamalara dönüşür. Karşılıklı çekilen söz kılıçları uysallık kınına yerleşmeden önce de olası düellonun galibi belli: gözyaşları. Bunun karşısında durabilecek, karşı koyabilecek kimse yoktu yeryüzünde. Islaklık, mendilin değil parmakların dokunuşlarıyla kurur, bir sonraki tartışmaya dek güvenli liman olarak varlığını sürdürürdü. Şık ve derin bir tabağın içinde soslanmış makarnayı masaya bırakan garson, kadehleri doldurdu özenle, başka bir istekleri olup olmadığını sorarken. Adamcağız, yok, dedi bıyıklarına bulaşan kırmızıyı üst dudağıyla emerken dilini gördü. Çift servisin romantizmiyle kadehler kaldırıldı, neye dediler birbirlerine, bıyıklara demek istedi ama diyemedi. Karalığına hayranken şakaklarındaki ince beyazlar da ayrı bir hava katıyor diye düşündü. Kalem makarnanın birkaçını ağzına sokunca büyük geliyor, yeterince kibar görünmediğini düşünerek bazen de tek tek yemeye çalışıyordu. İnsani haller işte… Bıçağıyla mantarları çatalına iterken sosun da eşit olarak gelmesini sağlamak önemliydi. Bu yemek konusundaki teklifsizliğine aykırı bir davranış olsa da bu gece böyle olsun diye sevindi. Olduğumuzdan başka, olmak istediğimizin verdiği mutluluğa kimin ihtiyacı yok ki…Yan masada kırk yaşlarında bir kadın yemeğini söylemiş sakin bir şekilde etrafı izliyordu. Onun halleri ara ara ilgisini çekse bile karşısındaki kişiye ayıp olmaması adına fazlaca ilgilenmemek gerekti. Siz de yesenize, dedi adama, bu benim için çok fazla, o ara tekrar göz göze geldiler yandaki kadınla. İstemediğini söylerken adam, kadehi uzattı ona, sağlığa ve aşka deyip anlam yerini bulmadan içkisini bitiriverdi. Demlenmenin verdiği sessizlik. İki ayrı dünyanın ara ara açılan kapıları. Sırlı, sırsız. Varlı, varsız. Birbirlerine anlatacakları şeylerin anlam kazanması için ortak bir verinin olması beklenendi, bu bazen sevgililik, bazen arkadaşlık bazen de dostluk… Şu kimliksiz gecenin tadını çıkarmak… Her adımımızda yeni adlarla ilerlediğimiz yolun hayranlıkla belirlenmiş yanına birilerini inandırmak, bunu mantık süzgecinden geçirip kabul ettirmek olasıydı, kabul, ama o zaman ne kadar kendimiz olurduk tartışılırdı. Ki bu tartışmaların nerede ve nasıl sonlandırılacağına karar verme gücü de kısa sürede elimizden alınırdı. Demek o imzada gördün beni, dedi adam sessizliği bozup. Kafasını sallayarak onaylarken bunun kabalık olup olmadığını düşündü. Sizin bir şekilde orada olmanız tesadüftü belki, benimki de öyleydi. Niyetim yokken kalkıp gittim oraya. Bahçesinde tuhaf heykellerin ve antikaların durduğu yerde, geçmişi hatırlatan sizin iki yanda yukarı doğru burulmuş kara bıyıklarınızdı. İçkinin etkisiyle itirafların fitili ateşlendi, adam sessizce ve gülümseyerek dinliyordu onu. Kara, kapkara… Öyle demek, dedi adam kadehten bir yudum daha alırken. Takma olup olmadığını sormak isteği anlık bir karmaşa olarak onun içinde yansıyıp kayboldu. Yan masaya bir konuk eklenmişti. Kadın ayağa kalkmış mor fularını eliyle düzeltip geleni sımsıkı kucaklarken değişik bir gülümseme kaplamıştı yüzünü. Özenle oturturken gelen kişinin sırtını sıvazlıyor, ona her anlamda değer verdiğini gösteriyordu. Gözlerinin ışıltısına bakılacak olursa ondan hoşlanıyor olmalıydı, karşıdan bunu kestirmek pek kolay değildi, bir merakın içinde kalmamak için ara ara izleyecekti, dinlemek mümkün olsaydı, müzik aralıklılarında belki. O halde tesadüflere içelim, dedi bıyık, ilk kadehin bitip ikinci kadehin verdiği rahatlıkla. Bıyıkları uzamış mıydı? Birkaç santim daha fazlaydı, tuhaf bir şekilde büyük göründü gözüne. Neden dikkatle bakıyorsun yüzüme? demese farkında olmayacaktı daldığını. Yok, dedi öylesine, sadece baktım, bir şey düşünmedim. Birilerine ne düşündüğünü sormak aptallık, saçmaladım dedi adam, insan anlık geçişlerde ne çok şey düşünüyor oysa değil mi? Mesela ben senin nasıl biri olduğunu düşünürken, makarnanın markasını da merak ettim sonra ne bileyim kırmızı ceketin ateş grubundan mı acabayı da aklıma getirdi. Gülümsedi. Aslan burcuyum sahiden, dedi o, yan masaya bir göz atarak. Onlar susarak birbirlerine hayran hayran bakmayı sürdürüyordu. Kadın tedirgin görünüyordu bir yandan, elini masaya ürkerek koyuyordu. Burçlara inanmanın ya da inanmamanın gündem olacağı bir masa hayali değildi. Konuşulacak onca şeyin içinden bu seçilmiş olamazdı, neler yazmıştı, neler okumuştu, neler anlatmıştı, çok şeyler biriktirmiş olmalıydı. Bak şimdi demeliydi, yurtdışı gezilerinden söz etmeliydi. Çok kültürlü yapıların, çok sesli yanlarını, az gelişmişliğin açmazlarına dayamalı, evrensel değerlere sarmalı, edebiyatın içinde bulunduğu durumla yoğurup önüne sermeliydi. Ben de kova burcuyum, dedi adam. Potaya atılan topu tutmak ya da tutmamak… Birkaç yudum daha aldı bir şey demeden. Son yazdıklarınız dedi, sakince, diliniz sanki daha farklı, daha örtük. Kısa cümleleriniz birdenbire boşluğa düşüren paragraflarınız, hepsi belki yeni bir biçemin sesini duyuruyor. Belki deyip adam, birkaç çatal aldı makarnadan, boşta kalan bir mantarı da çatalının ucuna iliştirerek. Canlı müzik sustu, hafif bir müzik başlayınca oh be, iyi oldu, kafamız şişti, yemeyeceğim diyenden korkacaksın baksana senden çok tırtıkladım makarnayı, dedi gülerek. Rahatlamıştı. Yan masada adam kadının elini tutup gözlerine bakarken ayağa kalktı, ışıklı bir pasta geldi yanı sıra. Cebinden bir yüzük çıkardı, kadına gülümseyerek benimle evlenir misin? dedi, kadın ayağa kalkıp ellerini yüzüne kapatırken başını salladı, yüzüğü aldı ve kendi taktı, elmas bir yüzük. Yaşları ileri olduğu görülen çift için aile yadigârı bir yüzük teklife uygundu, kim bilir öyle miydi ama böyle düşündü. Adam bıyıklarını eliyle uçlarından çekiştirirken sandalyesini yan çevirmiş onları ve olanları izliyordu mekândaki herkes gibi. Alkışların arasında pasta masalarına kondu, sakinleşti ortam, herkes kendi masasına dönüp kaldığı yerden devam etti. Birkaç güzel anı hatırlandı, birkaç özlem geçti gitti. Herkesin hayatına dair bir kapı aralandı, bu kapı kimisinde usulca kapanırken kimisinde soğuk rüzgârlarla çarpıp durdu, üşüttü. Hayatın böyle anları, bizlerin belirlediği koridorlarda koşmamıza engeldi. İçimizdeki dolambacın karmaşık dehlizlerinde kaybolmadan bazen de kaybolarak sığınılan olaylar silsilesine tesadüf mü denecekti? Öyleyse akışa kapılmak ve nereden geldiği belli olmayan duyguların karmaşasında kalmak da kırmızı bir geceye yakışırdı, karşısındaki adam bunu bilmese de seziyor olabilirdi. Şişe azalırken içindeki garip duyguları tartacak, bunlarla ilgili ölçüm yapacak gücü kalmamıştı. Adam kendi halinde karşısındayken, onun varlığıyla ilgili hiçbir sorgulamaya gitmeden, sadece oturarak ve anı yaşayarak kalması, ona, bu anın pek çok kez tekrar edilmiş olduğunu düşündürüyordu. Şimdi buradaki hiçliğinin farkına varırken yan masadaki coşku ve hayranlık ona batmaya, acıtmaya başlamıştı bile. Yüzüğün değil tutulan elin sıcaklığını istedi bir an. Ne yaparsa yapsın, anlam kazanamayacağı boşluğun içinde çırpınıp duracaktı. Başı hafif dönerken yüzünü yıkamak için izin istedi adamdan. Ben de geleyim deyip ayağa kalktı. Birlikte ilerleyip her ikisi de kadın ve erkek yazmak yerine elbise ve takım elbise ile gösterilen tuvalete girdi. Kısa sürede işi biten adam kadını beklerken kapı açılınca elini uzattı. Kendine doğru kadını çekti, saçındaki lastiği çözüp, elini sıkıca beline dayadı, onu acemice öpmek istedi, açılmayan dudaklara alışık olmadığı için yüzüne dokundu, bıyıklarını yüzüne sürdü. O, bundan hoşlanmasa da bu anı yaşamayı hayal ettiği için bekledi. Bağımsızlığını ilan edecek kalbin, dili çözülebilir, dudakları aralanabilirdi. Gecenin rengini alan, yerlere dek uzayan bıyıklara basmış, kara bir korkuya dönüşmüştü. Sonra kendini kurtarıp masaya doğru ilerledi, düşmemek için sandalyeye oturdu, boşluk duygusuna eklenen yeni tensel dokunuş, geceyi bir kez daha iki eliyle omzundan tutup sarsmıştı. Yan masadaki kadın onu dikkatle incelerken parmağıyla -dairesel hareketlerle- yüzünüze bakın der gibi işaret etti. Telefonunu alıp hızlıca ön kamerasını açtı. Yüzü çizgi çizgi siyahlıklarla doluydu; yanakları, çenesi. Peçeteyle silmeye çalıştı ama çıkmadı, bulaşmadı da öylece kaldı. Adam yerlere dek uzanan bıyıklarını sıvazlayarak uzaktan onu izliyordu.

Öykü Gazetesi

Yukarı