Dokuzunu Sağdım da Onuncuyu Sağamadım / Burcu Ünlü

“Yine aynı şeyleri mi anlatıyor?”

“Başka bir şey hatırlamıyor ki, ne yapsın?”

“Sen de maşallah her seferinde ilk kez duyuyormuş gibi merakla dinliyorsun. Sıkılmıyor musun kızım, Allah aşkına?”

“Yoo, niye sıkılayım? Çevremdekilerin çoğu insandan daha çalışkan, daha merhametli ve mücadeleci bir kadınmış anneannem. Hayvanları da çok seviyormuş, her anlattığında gözleri doluyor. Bu devirde beklenmeyen hareketler bunlar anneciğim.”

“Aman ben de seviyorum hayvanları, hayvan sevmede ne var. Marifet mi yani?”

“Marifet maalesef. Daha geçenlerde koca adam binadaki yavru kediyi eze eze öldürdü. Sebebi de sinirli olmasıymış. Masum, minicik bir yavru… Allah kahretsin! Neyse. Anneannemin üstüne gitme, durumunu biliyorsun. Elinde olan bir şey değil ki. Bırak, anlatsın istediği kadar. En azından hâlâ hatırladığı ve anlattığı bir anısı var. Yakında o da olmayacak…”

Ben Mihane. Çok şey hatırlıyorum ama artık anlatmak yoruyor beni. 1938 yılında Makedonya’nın Priştine ilinde doğdum. Üç abim var. Henüz dört yaşımdayken annem öldü. Biraz kendim, biraz da abilerim baktı bana. Annemin mezarlığı sokağımızın sonundaydı. Kaçıp kaçıp onun yanına giderdim. Sabah olduğunda abilerim beni evde göremezlerse, nerede bulacaklarını çok iyi bilirlerdi. Annem geri gelsin diye çok dil döktüm, çok ağladım. Çocuk aklı işte, bir zaman sonra annem gelmiyor diye küstüm bile ona. Yine de gelmedi.

Dokuz-on yaşlarında sokakta oynarken komşu kadınlar gelip beni eve götürdü. Yıkayıp pakladılar. Temiz elbiseler giydirip, kırmızı kalemle dudağımı boyadılar. Sonra babam geldi. “Seni bir eve götüreceğim, artık orada yaşayacaksın. Sana ne derlerse, senden ne isterlerse yapacaksın, tamam mı?” dedi. “Abilerim de gelecek mi?” diye sordum. “Eğer orada uslu durursan gelirler tabii” dedi. Ayaklarımı sürüye sürüye gittim babamla. Gittiğimiz ev, bizim evimizden çok daha büyüktü. Bir odaya soktular beni. Hemen hemen benim yaşlarımda bir erkek çocuk, bembeyaz çarşafın örtüldüğü yatağın bir ucunda oturuyordu. Diğer ucuna da ben oturdum. Ne kadar sürdü bilmem, öylece sessiz sessiz oturduk. “Senin adın ne?” dedim çocuğa, cevap vermedi. Hiçbir şey yapmadan oturmak canımı sıkmıştı. “Oyun oynayalım mı?” diye sordum. “Ben artık koca oldum, oyun oynayamam. Yasak” dedi. “Kimseye söylemeyiz ki, nereden bilecekler sanki” dedim ve o günden sonra iki yıl boyunca -kocam- oyun arkadaşım oldu. Her akşam bize verilen odada farklı farklı oyunlar oynadık. Abilerimi çok özlüyordum ama bir yandan da keyfim yerindeydi. Sonra bir gün babam geldi. “Hazırlan, gidiyoruz” dedi. Eve gideceğimizi sanıyordum evet, hemen hazırlanmıştım. Çok sonraları öğrendim ki, çocuğum olmadı diye oyun arkadaşımın ailesi beni istememiş. Babam da bu fırsatı hemen değerlendirip doğumda eşini kaybeden bir adama beni, üç öküz ve ufak bir arsa karşılığında satmış. Abilerimi göremeden direkt satıldığım adamın evine götürüp bırakıyor babam beni. İçeri giriyorum. Kocaman, sakallı, esmer bir adam karşılıyor beni. Başım dönüyor, bir yandan da diğer odada ağlayan bebeğin sesi kulaklarımı sağır ediyor. O zaman anlıyorum ki bu evde oyun arkadaşım yok. Birkaç yaş birden büyüyorum o an. Günlerce ağlıyorum. Annemi özlüyorum, hem de çok.

“Anneanne huhuuu, nerelere daldın öyle?”

“Oy benim nonam. Anneni doğuracağım vakit, tarladan yeni gelmiş inekleri sağıyordum. Dokuzunu sağdım da onuncuyu sağamadım. Sancım tuttu, oracıkta doğuruverdim anneciğini. Göbek bağını da taşla bir güzel kestim, attım. Pembe yanaklı yavrumu sardım sarmaladım örtüme, eve koştum. Ama dokuzunu sağdım onuncuyu sağamadım ya, çok üzüldüm be yavrum. Sonra o inekleri satmak zorunda kaldık. Hepsini öpüp kokladım göndermeden, helallik istedim.” Torunuma hep bu hikâyeyi anlatıyorum. Kötü anılarımı yüreğime gömdüm ben, bilip üzülsün istemem. Hem seviyor bunu dinlemeyi, her anlattığımda yüzüne bir gülümseme konar, gururla bakar bana.

Bebek ağlıyordu, ben ağlıyordum. Onun da annesi yoktu, benim de. Bir gün dayanamadım, sildim yaşlarımı, gittim yan odaya. Aldım elinden bebeği kayınvalidemin, “Musli’ye artık ben bakacağım” dedim. O günden sonra ben Musli’ye anne oldum, o da bana evlat oldu. Recep Bey on sene elini sürmedi bana, bir dediğimi de iki etmedi sağ olsun. İstemediğim hiçbir şeyi zorla yaptırmadı. Bir süre sonra çaresizlikten olsa gerek sevdim de onu. Bir kızım olsun istiyordum artık ama utanıyordum bunu söylemeye. Güzel güzel büyütüp mektebe gönderecektim onu, benim gibi çocuk yaşta satılmayacaktı başka adamlara. Okuyup muallim olacaktı.

Bir sabah uyandık, önceki gece sohbet ettiğimiz, birlikte yemek yiyip çay içtiğimiz komşularımız, omuzlarında silahlarla kapımıza dayanmışlar. Ülkede içten içe bir kargaşa olduğunu biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. O güne kadar etnik farklılıklarımızdan kaynaklanan düşmanlıklar bir sabah gün yüzüne çıkmıştı resmen. Recep Bey güçlü, iri adamdı. Çevresi de epey genişti. Her birini kovaladı kapımızdan, bir daha da yanaşamadılar korkudan ama diğer kadınlar benim kadar şanslı değildi. Savaşın başladığı ilk aylardan itibaren Sırp olmayan kadınların toplanıp hapsedildiğini, sistematik tecavüzlerin uygulandığı kampların kurulduğunu duyuyorduk. Duydukça bir gün sıra bana da gelecek diye çok korkuyor, savaşın enkazını üstlenen kadınlar için dualar ediyordum.

Göçler başlamıştı. İmkânı olan, eşlerini, kardeşlerini, annelerini götürüyordu ülkeden. Ülkede nefes almak bile korkutucuydu artık. Recep Bey siyasi ortamlara girip çıkıyor, geceleri eve hep geç geliyordu. Sonunda dayanamayıp arkadaşlarının yaptığı bir plana dâhil olmuş ve Sırp milletvekiline suikast düzenlemişti. Tabii ben bunu on gün sonra öğrenmiştim. O on gün bana bir asır gibi gelmişti. Arkadaşları evimize gelip haber getirdiğinde hayatımda ilk kez mutluluktan ağlamıştım, Recep Bey ölmemişti, dağlarda saklanıyordu. Sonraları bazı geceler gizli gizli eve gelmeye başladı. “Hazırlanın Mihane, bir gece gelip götüreceğim sizi” dedi. “Nereye gideceğiz?” diye sordum. “Türkiye’ye,” dedi “gelmek zorunda değilsin Mihane. Eğer, vatanımdan ayrılamam ben, dersen seni zorlayamam. Ama gelmek istersen bir ömür sana arkadaş olurum. Kararını ver, birkaç güne geleceğim” dedi ve gitti. Ertesi gün babam geldi. Recep Bey’in suikast düzenlediğini duymuş. O da bana, hazırlan, dedi. Nasılsa o teröristten çocuğum da yokmuş, bir Sırp kısmetim de çıkmış. Onun yanına götürecekmiş. Beni bir kez daha satmasına izin vermedim ve iki gece sonra Recep Bey’le Türkiye’ye gittim.

Recep Bey inşaat ustasıydı. El ele verip ev yapmaya başladık kendimize. Tek odalı, küçük bir şey. Hiç yorulmuyordum onunlayken. Evimizi bitirdikten sonra hamile olduğumu öğrendim. Çocuğumuz olacaktı. Recep Bey daha fazla çalışmaya başladı. O gündüzleri güneşin altında taş taşırken ben evde kana kana su içmeye utanırdım, öyle bağlanmıştım ona. Mutluydum, artık bana da bahar geldi sanıyordum ki Recep Bey hastalandı. Sürekli öksürüyor, öksürdükçe kan geliyordu ağzından. Çok geçmeden o da annemin yanına gitti. Güzel kızımızı göremeden…

“Anneanne bak, annem ne diyor? Sen annemle Musli dayıma sürekli bi şarkı söylermişsin. Sesin de pek güzelmiş, hiç itiraz kabul etmiyorum. Hadi, bana da söyle.”

“Söyleyeyim nonam, söyleyeyim:

Proljeće na moje rame slijeće

Đurđevak zeleni

Đurđevak zeleni

Svima osim meni.”[1]


[1] Bahar omzuma iniyor/ Mügeler açıyor/ Mügeler açıyor/ Ben hariç herkes için

TÜM SAYISI OKU ve/veya İNDİR ▼

SAYI 6 / 01 Mart 2024

Öykü Gazetesi 06 / Mart2024

Öykü Gazetesi

Yukarı