Suyun Kurtarma Kuvveti* / Mehmet Can Şaşmaz / Öykü Gazetesi 09’dan

Emel suyu boşa harcamasa hayatımın kadınıydı aslında. Bazı sabahlar yokluğuna uyandığımda kendimi cezalandırmak için evdeki tüm muslukları açasım geliyor ama bir anlığına onu evde sanıp hayal kırıklığına uğramaktan korkuyorum.
“Saçlarım uzun ve gür. Duş süremi kendininkiyle kıyaslama” derdi.
Saçlarını o yüzden severdim.
Aslında banyoyu ısıtmak için suyu açık tutmasına dayanamazdım. Su sesi şelale gürültüsü gibi kulağımı alırdı. Gözümün önüne Afrika’nın susamış çocukları gelirdi; o, banyodan gelmezdi.
Ayrılık kavgamızdan hemen önce köşe koltuğunda oturuyorduk. Sıradan bir pazar sabahıydı, kahvelerimizi yeni içmiştik. Emel oje sürüyordu, bense bulmaca çözüyordum. Soldan sağa iki harf, eski dilde su? Ab. Yukarıdan aşağı beş harf, eskiden beri suya acımayan bir kadının ismi? Filiz aramıştı. Safın tekiydi. Onun neyini seviyordu anlamıyorum. Belki de ona hükmedebilmeyi seviyordu. Bir çanta gibi onu istediği yere sürüklemek hoşuna gidiyor olmalıydı.
“Filiz’cim nasılsın?”
Berbattı. Huzursuz sesi bacadan içeriye dolar gibiydi.
“Ne oldu? Ağlamadan anlat.”
Derdi hıçkırıklar arasında şekillendiğinde Emel’in kaşları çatıldı. Ardından bana döndü. Öfkeli bakışı oje kokusunu dağıtıyordu.
“Temizlikçi kadın tasarruf için koymuştur.”
“…”
“O mu buldu?”
“…”
“Saçmalama öyle büyü mü olur?”
Anlaşılan sifonuna koyduğum pet şişesini bulmuş ve büyü sanmıştı. Bu kadın saftan öteydi. Bokunda büyü arıyordu. Emel’se gizemi çözdüğünü göstermek adına parmak sallıyordu.
İşin aslı şuydu, bir dost meclisinde laf lafı açmış, konu titizliğe gelmişti. Filiz, ne kadar titiz olduğunu göstermek adına “Klozete tırnağım düşse sifonu çekerim” demişti. Vicdansızlık yaptığını söylemiştim. Dünyada 800 milyon insanın içme suyuna ulaşamadığını, Afrika’nın çoğu bölgesinde insanların kilometrelerce yürüyüp, evlerine kan ter içinde su taşıdığını anlatmıştım ama bildiğini yapmaya devam edecek gibiydi.
O, topuklu ayakkabısıyla caddelerde kıvırtarak gezerken, dünyanın bir köşesinde suya ulaşmaya çalışan kadınların ayakları su topluyordu.
Kayıtsız kalamazdım. Bir akşam Emel’i ondan almaya gittiğimde tuvaletine girmiş, ceketimde sakladığım pet şişesini suyla doldurup sifonun içine bırakmıştım. Ota boka sifonu çeken bu su canavarının yuvasında artık biraz tasarruf sağlanacaktı.
Aslında bu çok bilinen bir metottu ama Filiz işte, büyü sanmıştı!
Emel telefonu kapatıp, ayaklandı.
“Sen koydun, biliyorum!”
Bu sayede su faturasını daha az ödediğini anımsattım ama bunu bardağı taşıran son damla saydı -yine su ziyanı- söylenerek yatak odasına geçti.
“Kıskançlığın bitse, suya takıyorsun. Bir de kızcağıza musallat oluyorsun.”
Bavulunu topluyordu. Fazla abartmıyor muydu? Sarılıp sakinleştirmek istedim ama daha çok öfkelendi.
“Dokunma! Senin yaptığına haneye tecavüz denir.”
İzin alarak girdiğim eve tecavüz etmekle suçlanıyordum. Bunu Afrika’da yurdu ve bedeni tecavüze uğramış kadınların yüzüne bakarak tekrarlayabilir miydi?
Kapıdan çıktığında vanaya uzandı. Yüzü apartmana dolan gün ışığında parlıyordu. Gittikçe güzelleşen bir hali vardı.
“İşte suyu kapatıyorum. Artık ziyan olmaz.”
Sonunda susuz ve Emel’siz kalmıştım. O gece bir Afrikalı kadar yalnızdım.
Ona günlerce ulaşamadım. Arkadaşlarımız umut vermiyordu ama boşanma avukatı aramadığından enseyi karartmıyordum.
Yokluğunda, tek kişi sifonu daha az çekiyordum ama bir yerlerde onun sifon çekmeye devam ettiğini düşününce bunun boktan bir teselli olduğunu anladım. Yine de su götürmez bir gerçek vardı, daha az yıkanıyordum. Gerçi bu haz onunla sevişmenin hazzına yaklaşamıyordu.
Sonunda, psikologdan randevu aldığımı söylediğimde, yemek teklifimi kabul etti. Aslında psikoloğa suyu fazla kullanan temizlik hastaları giderdi, bense idareli kullanıyordum. Eski “green peace”çilerden kim kaldı?
Kesenin ağzını açıp deniz manzaralı bir restoran ayarladım. Emel’e değişim mesajı vermek istiyordum. Buluşma saatimizde masadaki yerimi aldım. Etraf sosyetik kadınlar ve kaslı adamlarla doluydu. Yanımdan birileri geçerken parfüm kokuları alıyordum. Sabah sürdüğüm tıraş losyonunun kokusu çoktan uçup gitmiş olmalıydı.
Kısık seste çalan Fransızca şarkılarda gözümün önünde balayımız canlanıverdi. Bodrum’da şirin bir otelde gül yapraklarıyla kaplı bir yatakta sevişmiştik. Sabah Fransızca bir şarkıyla uyanmıştım. Banyoya girdiğimde Emel’i ağzına kadar suyla dolu köpüklü bir küvette bulmuştum. Seksi hareketlerle beni çağırıyordu. Şu keyif için kaç litre suyun ziyan olduğunu düşünmüş, içim daralmış, bayılacak gibi olmuştum. Emel beni tutmak için küvetten fırlayınca, tıpanın zinciri ayağına dolanıp küvet boşalmıştı. Ziyanın ziyanı bu olsa gerekti.
Gözüm otobüs durağında, dalıp gitmiştim ama siyah bir otomobil restoranın önünde durdu ve ön koltuktan Emel indi. Onu Tamer getirmişti. Tatlı hatıralardan kopuverdim, mideme yumruk yemiş gibiydim. Tartışmalarımıza neden olmuş birinin arabasında ne işi vardı! Yoksa beni mi deniyordu?
Dişi kutup ayıları da çiftleşmeden önce erkek ayıları sınarmış. Tepeye çıkar, hantal erkeğin ona yetişmesini beklermiş. Böylece güçlü olup olmadığını anlarmış. Ah şu dişiler…
Oysa ıssız bir buz çölünde, ne güzel bir kutup ayısı bulmuşsun; hesapsızca çiftleşmek varken keçi fantezisi neden?
Onu soğuk karşıladım ama şirin tavırları karşısında yelkenleri suya indirdim. Lezzetli yemeği iştahla yerken, gözlerini meraklı bir çocuk gibi açarak buraya gelebilecek parayı nereden bulduğumu sordu. Hemen yalan uyduramayan biri olduğum için kekeledim. O an kendimi ele vermiş olmalıyım ki yüzünü buruşturdu.
“Borç aldın di mi? ‘Barıştığımızda Emel’in maaşıyla öderim’ diye düşünüyorsan, avucunu yalarsın.”
Sanırım en çok içimi okuyan zekasına hayrandım ve aynı zekadan korkuyordum.
Şaraplarımızı keyifle yudumlarken büyüleyici bir an geldi ve benimle çocukla konuşur gibi konuşmaya başladı.
“Tatlım Afrika’dan çok uzaktayız yani su kaynaklarımız ayrı anlıyor musun? Musluğu açık bıraktığımda sadece İstanbulluların suyunu harcamış oluyorum ve bu şehirde kimse susuzluktan ölmedi.”
Anlaşılan bizden sonra gelecekler umurunda değildi. Çenesiyle locada oturanları işaret etti. Sırt dekolteli güzel bir genç kız dedesiyle kadeh tokuşturuyordu.
“Benimle bunlar için tartışıyorsun. Değer mi?”
Öpüştüklerinde şaşırdım. Emel halime güldü.
“Dedesi sandın, di mi? Ay, sen Filiz’e saf diyorsun ama ondan daha safsın.”
Sadece iyi niyetliydim. O ise şeytani şeyler isteyerek beni sınıyordu.
“Benim için asfalta beş litre su döker misin?”
Gözümün önünde yaz günü sapıkça kaldırım sulayan kahveciler canlandı. Kaçıyla bu yüzden kavga etmiştim ama Emel çok güzel görünüyordu. O geceyi yatakta soluk soluğa bitirebilirdik.
“Yarısını döksem?”
“Yoluma güller serme yoluma su dök, diyorum ama zaten çiçeksiz gelmişsin.”
Sudan bu kadar bahsedince çişimin gelmesi kaçınılmazdı. İzin isteyerek kalktım. Gergindim. Akşamın sonundaki asfalt sulama fantezisine karşı tasarrufa başlamam gerektiğini düşündüm.
Rastladığım bir satıcıdan, iyilik için bir paket balon almıştım. Bunları ne yaparım, diye düşünürken suyla doldurup tuvaletlerin sifonuna koymayı akıl etmiştim.
O niyetle kapağı kaldırdığımda sifonun içinde bir poşet buldum. “Çevreci arkadaşlar yeni yöntem mi geliştirdi?” diye düşünerek elimi poşete soktuğumda ummadığım bir şey tuttum. Şarjörlü bir tabanca parmaklarımın arasındaydı. Askerlikten beri elime silah almamıştım, tepeden tırnağa ürperdim. Hemen yerine koydum. Ama su dökerken aklıma türlü düşünceler geliyordu. Silaha parmak izim geçmişti. Yani şeyimden önce siki tutmuştum! Öylece bırakmazdım.
Fermuarımı çekerken gözümün önünde zibidi Tamer belirdi. Harekete geçmezsem karıma karşı fermuar indirmesi işten bile değildi. Onu korkutmak için karşısına silahlı çıkabilir, krizi fırsata çevirebilirdim.
Belimde silahla masaya döndüğümde, karım, “Betin benzin atmış, iyi misin?” diye sordu.
“İyiyim, sorun yok. Biraz da senden konuşalım. Trafik var mıydı? Neyle geldin? Seni durakta görmedim.”
“Arkadaşım bıraktı.”
“Öyle mi! Kimmiş bu yardımsever arkadaş?”
Kaşlarını çattı. Yine takıntılı davrandığımı söyledi. İlişkimizde tek sorun yaratan benmişim gibi göstermesi dayanılır gibi değildi!
“Tamer bıraktı di mi? Gösteririm o çakma aikidocuya!”
“Neyi göstereceksin ya?”
Silahımı gösterecektim. Silahım? Hay Allah, bu iyelik eki ne çabuk eklendi böyle!
Tartışmaya başladık. Sonunda gelmesinin hata olduğunu söyleyerek gidiverdi.
Restorandan çıktığımda yağmur çiseliyordu. Üstümde sahipsiz bir tabanca vardı. Polis sirenleri beni huzursuz ediyordu. Oyalanmadan eve gittim. Orada silah ne arıyordu? Polisin kimlik kontrolüne geldiği bir zaman mı saklanmıştı? İyi de kim lüks bir restorana tekel büfe poşetiyle giderdi?
Cebinde balonla gezen biri olarak bunu yadırgamamı, yadırgadım.
Ertesi gün silahı denemek için ormana gittim. Islak otların kokusunu içime çekip havaya ateş ettim. Tamer’den önce zavallı hayvanları korkuttum. Kuşlar hep birden kanatlandığında aslında güzel bir enstantane oldu. Emel’i özledim. Kötü kalpli piknikçilerden kalan poşetleri topladım.
Eve girdiğimde yorgundum. Kapıyı kapatmamla beraber salondaki abajurun ışığı yanıverdi. Karımın geldiğini sandım ama helada başıma bela almışım. Takım elbiseli iki adam beni bekliyordu. Hah işte gerçek bir haneye tecavüz!
Demek yirmi dört saat içinde evimi bulmuşlardı. Anlaşılan müthiş bir istihbarat ağına ve maymuncuğa sahiplerdi.
Ayaktaki yarma üstüme atıldı. Koltukta oturansa silahın yerini sordu. Çantamı işaret ettim. Boğuk, karizmatik bir sesi vardı.
“Annen sana hırsızlığın kötü bir şey olduğunu öğretmedi mi?”
Cevabımı beklemeden beni tokatladı.
“Üstelik dalga geçmek için balon bırakmışsın.”
Yanlış anladığını, onu su tasarrufu için koyduğumu söyledim; şaşırarak birbirlerine baktılar.
“Sen bir şey anladın mı Asım?”
“Anladıysam Arap olayım abi.”
“Öyleyse anlaşılır hale gelene kadar döv.”
Dövülürken hemen anlaşılmak istiyor; anlaşılmayan sanatçıların hüznünü anlıyordum. Sonunda inanmakla şaşırmak arasında kaldılar.
“Sifona bakın, orada da pet şişesini görürsünüz.”
Asım tuvaletten döndüğünde beni hâlâ anlamasa bile dövmeyecek gibiydi. Onlara eylem resimlerimi gösterdiğimde çevreci aktivist olduğumu anladılar; ama restoranda toplanmış kalantorlardan birini öldüremedikleri için kızgınlardı.
“Masadaki bıçağı kullansaydınız. Gayet keskindi. Emel gibi tüm hatayı bende bulmayın” diyemedim.
Arandıklarını söylediler. Bir süre ortalıkta görünmemelilermiş. O zaman burada ne geziyorsunuz, diye de soramadım. Silahı geri verdiler. Bu kez ben ne olduğunu anlamadım ama onlar anlaşılır olmakta hızlıydılar.
“Saf bir yüzün var kimse senden şüphelenmez. İhaleye kadar onu temizlemezsen seni ve karını öldürürüz.”
Anlaşılan ihale bana kalmıştı. Ama ben daha çok bana saf demesine takıldım. Yoksa Emel haklı mıydı?
Gitmeden önce temizlemem gereken adamın fotoğrafını uzattılar.
“Biliyor musun aslında bu iş tam çevrecilere göre.”
Neden böyle dediğini fotoğrafa bakınca anladım. O kişi Hüsamettin isimli çevre canavarıydı. Fabrika atıklarıyla nehirleri kirletiyordu. Daha geçen yıl fabrikasının kapısına kendimizi zincirlemiştik. Ürperdim. Haklıydılar, bu iş tam bana göreydi. Hem suikast sözcüğünün içinde su vardı.
Ertesi sabah uyandığımda yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Metroyla şirket binası denen o kötülük yuvasına gittim. Süs ağaçlarının arkasında pusu kurup bekledim. Olayların nasıl buraya geldiğini aklım almıyordu. Lüks bir restorana gitmek bana çok pahallıya patlamıştı.
Neden sonra şirketin önüne siyah bir cip yanaştı. Kapıdaki korumalar şemsiye açtığında Hüsamettin’in geldiğini anladım. Cebimdeki çorabı çıkarıp başıma geçirdim. Emel’in kokusuyla cesaretleniverdim. Bunu onun yaşaması için yapmalıydım.
Şemsiyelerden dolayı korumalar yaklaştığımı görmedi. Sonunda durup silahı doğrulttum.
“Hüsamettin, sana balıklardan selam getirdim!”
Sesime döndüğü anda tetiği çektim. Kurşun şapkasını uçuruverdi. İkinci kez ateş edemeden korumaları onu binaya soktu. Kaçmaya çalıştım ama korumalar otomobille önümü keserek, beni paketlediler.
Mafyanın, ele geçirdiği kişiyi konuşturmak gibi öncelikleri vardır. Silahlar sözün bittiği yerde patlar. Bu yüzden eğer Şehrazat değilseniz ya da mucize olmazsa sonunuz gelmiş demektir.
Beni dere kenarındaki bir depoya götürdüler. Ellerimi bağladılar ve mezbahalardaki hayvanlar gibi beni tavandaki çengele astılar. Ağırlığım kollarıma bindiği için canım yanıyordu. Bu işkence yetmezmiş gibi sopayla dövülüyordum. En kötüsü bayıldığımda su dökerek ayıltıyorlardı.
“Suyu ziyan etmeyin, bekleseniz ayılırım” diye mırıldanırken bir dişim düşüverdi.
Ama zamana acıdıkları kadar suya ve bana acımadılar. Sonra dayağı bırakıp bir köşede esrar içtiler. Gülüyorlar, acıktıklarını söylüyorlardı. Kollarım kopacak gibiydi. Acıya dayanabilmek için Emel’i ve balıkları düşünüyordum. Ölürsem onlar için ölecektim.
Akşam olduğunda Hüsamettin adamıyla beraber geldi. İçerideki psikopatları dışarı gönderdi. Yanındakinden bile gizlediği şeyler vardı. Ona deponun ucunu işaret edip, orada beklemesini söyledi. Sonra bana yaklaştı,
“Her şeyini öğrendik, çevreci örgüttenmişsin ama onlar silahlı eylem yapmaz. Sorumu cevaplarsan yaşamana izin veririm.”
Eski bir bakanın ekibinden mi olduğumu, sordu. Demek bu yüzden ayağıma gelmişti. Partisine oy bile vermediğimi söyledim.
“Öyleyse hangi mafya babasına çalışıyorsun?”
Ama ben anaya çalışıyordum.
“Kim ulan ana?”
“Doğa ana.”
Kudurup, üstüme saldırdı. Telefonu çaldığında durdu. Arayan ismi gördüğünde panikledi, adamını çağırdı.
“Arabada görüşeceğim. Birazdan kafasına sıkıp, gel.”
Bunu o kadar doğal söyledi ki, ölüm raporuma “doğal sebeplerden ölmüştür” yazılabilirdi.
Arkasını dönmüş gidiyordu ama arabası kayık olmuştu, haberi yoktu. Kapıyı açtığında sel suyu gürültüyle içeriye doluverdi. Hüsamettin alçağı balçığa gömüldü. Adamıysa önüme düştü. Düşüşüyle işe yarar bir basamağa dönüştü. Asılı olduğum çengelden kurtuldum.
Doğa ana şefkatli eller olarak deresini göndermişti. Bir zamanlar aktığı yerde akıyordu o güzelim dere. Herkese afetti, bana afet-i devran. Boyu boyuma yaklaştığında kendimi sırtüstü kucağına attım. Beni sel aldı, götürdü, yaşama bıraktı.
Su üstümden çekildiğinde, okyanusun kıyılara attığı metcezir balıkları gibiydim. Ellerimdeki ipi dişlerimle söktüm, zincir olsa dayanmazdı. Bu olanları Emel’e anlatsam inanmazdı ama o andan sonra, suya acımayan Emel benim için artık herkes gibiydi.
İçim soğumuş halde yürümeye başladım.
O hep bahane ederdi uzun saçlarını, sanki saçı olan yalnız oydu. Ötemde,
akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını.
*[1] Nazım Hikmet’in “Bugün Pazar” şiirindeki “Sonra saygıyla oturdum toprağa” mısrasından yola çıkılarak yazılan “Doğaya Saygı” üçlemesinin ikinci öyküsü
OKU ve/veya İNDİR ▼
SAYI 9 / 01 Haziran 2024
Çizim: Azra