Birten Demirtaş Özbek’le Söyleşi / Arzu Anlar Saraç
“Yazmak benim için bir çeşit hayata tutunma yolu oldu.”
Birten Demirtaş Özbek’in, evvela kendi oğlu Fırat’a ve akabinde hikâyesi yarım kalan tüm çocuklara ithaf ettiği ilk romanı “Bir Fırat Hikâyesi: Sonsuza Kadar” 2024 yılında Dipnot Yayınları’nın Satırarası serisinden çıktı.
Özbek’in kaleminden bizzat kendi hikâyesini okuduğumuz roman için; evladı Fırat’ın doğumundan itibaren zorlu bir mücadeleyle geçen ve ailecek savaştıkları dokuz yılın güncesi de diyebiliriz. Birten Demirtaş Özbek hem bir yazar hem de en büyük sınavlardan birini tecrübe etmiş bir anne olarak, Fırat’ın hikâyesini yarım bırakmamak adına kelimelerden bir anıt inşa etmiş romanıyla. Kelimelerinin, sadece aynı yoldan geçmiş annelerin değil aynı zamanda tüm okuyanların kalbine de değiyor olması yaşanan acının büyüklüğünün yanında yazarın kaleminin samimiyetinin de sonucu olmuş.
Romanın gerçek ve dramatik bir hikâyeyi olduğu gibi aktarıyor olmasından, dahası yazılmış olan mevzunun ağırlığından dolayı yazarın kaleminin inceliği ilk başta dikkatlerden kaçsa da ilerledikçe başvurduğu edebi referansların varlığı ve pürüzsüz akan dil görünür olmaya başlıyor. Özbek’in yalın ve dokunaklı üslubu romanın edebi değerini artırıyor. Bu anlatım tarzı, okurun hikâye ile güçlü bir bağ kurmasını sağlıyor ve acının her detayını içselleştirmesine olanak tanıyor. Romanın dili ve anlatım tarzı, bu duygusal yükü hafifletmek yerine, okuyucuya bir empati ve anlayış kapısı açıyor.
Birten Demirtaş Özbek vermek istediği duyguyu karşı tarafa kolaylıkla geçirebilmeyi başarmış görünüyor. Öyle ki romanı okurken sık sık kalbinize bir bıçak saplanıyor, nefesinizin daraldığını hissediyor; nihayetinde de göz yaşlarınızı tutamıyorsunuz.
Arzu Anlar Saraç: Birten Hanım merhabalar. Bir kitabı okuduğumuzda elbette onun yazarını da tanımak isteriz. Edebiyatla tanışıklığınız ve yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Bize biraz kendinizden ve edebiyatla ilişkinizden bahsetmek ister misiniz?
Birten Demirtaş Özbek: Merhaba Arzu Hanım. Kitap ile ilgili düşünceleriniz için çok teşekkür ederim. Diyarbakır doğumluyum, çocukluğum Diyarbakır’da geçti. Çocukluk dönemlerimde oyun oynamak dışında en sevdiğim diğer şey de kitap okumaktı. İlkokul, ortaokul, liseyi de Diyarbakır’da okudum ve oradan ilk ayrılışım üniversite eğitimim nedeniyle oldu. Çocukluğumun geçtiği şehir, 90’lı yılların siyasi atmosferi kişiliğimin oluşumunda, yaşam yolumun istikametini belirlememde önemli bir rol oynadı. Önce İstanbul Teknik Üniversitesi’nde iki yıl mühendislik eğitimi, ardından da Ankara Üniversite’nde hukuk eğitimi aldığım, fazlaca inişli çıkışlı bir eğitim sürecim oldu. Hayal kurmayı çok seven bir çocuktum ve uzunca bir süre çocukluk hayallerimin peşi sıra gittiğim, gemileri yakıp her defasında yeniden başladığım dönemlerim oldu. Bütün bu dönemler boyunca en yakın arkadaşım, akrabam hep kitaplardı. Proust’un dediği gibi “Okuma bir dostluk biçimidir.” Benim için de öyle oldu diyebilirim. Çıkarsız, gerçek bir dostluk. Edebiyatla ilk tanışıklığım okuma eylemiyle oldu. Okuma eyleminin insanı kendini keşfetme serüveninde derinleştirecek bir güce sahip olduğunu düşünüyorum ve yaşamımdaki tüm önemli yol ayrımlarında kitapların dostluğu doğrulup, yürümeme yardım etti. Okumak bütünüyle yalnız olmadığımı, benim gibi düşünen veya hisseden başka insanların da olduğunu doğrulayarak, hiçbir yerde bulamayacağım teselli ve dinginliği bulmamı sağlamanın yanında, kimi zamanda inandığım doğrular için mücadele edebilme motivasyonumu sağlamamda yardımcı oldu. Çünkü edebiyat dünyayı değiştirmeye çalışmak için kıymetli bir araçtır bence. Okumanın ve yazmanın belli bir başlangıç noktası yok bana göre. Benim için önce evde, sonra okulda ve yakın çevremde kendiliğinden gelişti. Daha sonra da seçtiğim meslek, yaşam tarzım ve dünyayı algılama biçimimle şekillendi diyebilirim. Yazmaya ise önce şiir yazarak başladım, oldukça amatörce yazılan şiirlerdi. Ancak yazma eylemine geçişte benim için asıl milat oğlumun kaybı oldu. Durup dururken yazmaya başlamıyor insan. Yazmak için bir derdinin olması gerekiyor.
A. A. S.: Hukukçu olduğunuzu biliyorum. Edebiyat dünyasında asıl mesleği hukuk olan yazarlarımızla sıkça karşılaşıyoruz. Sizin açınızdan edebiyat ve hukuk arasındaki ilişki nasıldır?
B. D. Ö.: Hukuk ve edebiyat arasındaki ilişkiyi çok önemli buluyorum ve bu ilişkinin bendeki yansımalarının okuma eyleminden, yazma eylemine geçişte büyük rol oynadığını düşünüyorum. Hem hukuk hem de edebiyat aslen dilde ve dille gerçekleşirler. İkisinin de hammaddesi dildir. Hukukta da edebiyat gibi en önemli işlerden biri kelimelerle oynayabilmek ve kelimelerin büyüsünü anlayabilmektir. Hukukçu bir metni yorumlamayı, onu gerçekle bağdaştırmayı ve gerekli durumlarda metinden yola çıkarak uygun kararları alabilmeyi bilmek zorundadır. William L. Randall, Bizi “Biz” Yapan Hikâyeler-Kendimizi Yaratma Üzerine Bir Deneme” kitabında; “İnsan için hayati olan kendine ve dünyaya bir anlam katmak ve anlamsızlık içinde boğulmamaktır. İnsan kendine, varoluşuna, dünyaya hikâyelerle anlam verir. Sosyal hayat moleküllerden, elementlerden veya atomlardan değil hikâyelerden mürekkeptir. İnsan hikâye anlatan bir hayvandır.” şeklinde bir tespitte bulunmuştur. Bence de insan her zaman kendi ve başkalarının hikâyeleri ile kuşatılmıştır. Ancak insan sadece hikâye anlatan değil aynı zamanda yargılayan da bir canlıdır. İnsanlar kendi hikâyelerine dayanarak başkalarının hikâyelerini yargılarlar. Hayatı hikâye etme şeklimiz doğrudan kendimizi anlama şeklimizi etkiler; kendimizi anlama şeklimiz başkasını anlama şeklimizi belirler; başkalarını anlama şeklimiz, onları yargılama şeklimizi belirler; başkalarını yargılama şeklimiz ise doğrudan dünyayı algılama ve anlamlandırma şeklimizi belirler. Hukuk hikâyede yaşar. Kazanmak için tarafların hikâyesi ikna edici olmalıdır. Hukuk çarpışan iki hikâye arasından birini daha iyi kurgulandığı, daha iyi sunulduğu ve daha ikna edici olduğu için tercih edip adaleti mümkün olduğunca tesis etmeye çalışır. Hukuk da hikâyelerden oluştuğu için burada edebiyatın temel sorularından biriyle karşılaşırız. Hikâyenin anlamı yazarı tarafından mı belirlenmiştir, yoksa anlamı okuyucu mu inşa etmiştir? Yani hikâyeye anlamını veren hikâyeyi anlatan mıdır, yoksa dinleyen midir? Yargıç tarafların hikâyelerini dinleyerek, dinlediklerini yorumlayarak hikâyeye son şeklini verirken kendi yazdığı hikâyenin izini takip ederek yasa metninde kararını arar ve bulur. Hukuk karşıtların, çatışanların, tarafların hikâyeleri ile yol alır. Çünkü adaletin dünyada bir gerçekliği yoktur. Adalet hikâyelerimiz üzerinden insanın yüreğinde yer bulduğu sürece sosyal hayatta bir gerçeklik kazanır. Bu nedenle hukuk ve edebiyat farklı disiplinler olsa bile, aralarındaki ilişki yadsınamaz.
A. A. S.: Öncelikle Fırat’ın ve sizin yaşadıklarınızı okurken epey zorlandığımı itiraf etmeliyim. Defalarca durup yutkunduğum anlarda aklımda hep şu soru vardı; Birten Hanım bu romanı yazarken duygusal olarak ne kadar zorlandı ve buna devam etme gücünü nereden aldı?
B. D. Ö.: Yazarken duygusal anlamda çok zorlandım ve bunu kitapta da “Bu kitabı yazarken, dönüp yazdıklarımı okurken defalarca acımın içinden geçtim ve her kelime demire vurulan çekiç darbesi gibi değdi yüreğime” şeklinde ifade etmiştim. Ancak anlatamamanın verdiği acı mı, yoksa yazmanın zorluğu mu noktasındaki seçimimi yazmanın zorluğu seçeneğinden yana kullandım. Çünkü kayıp sonrası yas sürecinde anlatmak, anlaşılma isteği, dinlenilme ihtiyacı, acının kabul edilmesi çok önemliymiş; ben de bunu kaybımdan sonra öğrendim. Yazmak benim için bir çeşit hayata tutunma yolu oldu. Yazmasam dünya için bir sorun olmazdı ama benim için bu acıyı taşımak çok daha zor olurdu. Benim pek öyle kutsallık atfettiğim-sevgi ve vicdan dışında-varlıklar veya olgular yoktur. Ancak anlatmak, ortak bir hafıza yaratmak anlamında kutsal sayılabilir. Anlatmak, aktarmak, hatırlamak ilkel dönemlerden beri insanlar için önemli olmuştur. Dillerin olmadığı dönemde mağara duvarlarına çizilerek başlamış bu çaba. Rebecca Solint, “Hikâyemizi anlatmamak yaşarken ölmek gibidir ve bu bazen mecaz değildir.” demiş. Yazı, acılarımıza merhametli elini uzatır ve acı azalmasa da umut çoğalır. Yaralarımızla birlikte yaşamaya devam etme gücü veren his umutsa ve yine Rebecca Solint’in dediği gibi, umut bir kapı değil, yolun bir noktasında önümüzde bir kapı açılacağı hissi ise yazma eylemi de o hissi artıran eylem oldu benim için.
Kitabın birinci kısmını yazarken zorlandığımda, ikinci kısmı yazmaya geçtim. Yani kitabı baştan başlayarak, sonuna kadar kesintisiz yazma gibi bir sürecim olmadı. Sırasıyla, paragraf paragraf yazamadım. Zorlandığım bölümleri bırakıp, başka bölümleri yazmaya devam ettim. Tüm bölümler bittiğinde onlar birleşti ve kitabın son hali oluştu. Aslında yazmaya devam etme gücümü en çok da oğlumdan ve ona duyduğum sevgiden aldım. Hatta bazen o elimi tuttu ve bana yazdırdı diye tarif ediyorum yazma sürecimi. Fakat artık nefes almakta zorlandığım, bir kelime bile yazamayacak noktaya geldiğim anlar da oldu. Bazen uzun aralar verdim yazmaya ve verdiğim o aralarda da yine edebiyatın gücünden yardım aldım. “Dahice bir yapıtın çevremizi dağlayarak açtığı oyuk, insanın küçük lambasını içine yerleştireceği en iyi köşedir.” diyor, Kafka. Yazamamanın sancısını çektiğim günlerde ben de okuyarak kendime gelmeye çalıştım. Dahice bulduğum yapıtların sığınağında, o yapıtlardan ilham aldım, o yapıtlar yazmaya devam etmemde teşvik edici oldu. Yitip gideceğimi, kaybedecek hiçbir şeyimin kalmadığını düşündüğüm anlarda oturup, yazdım. Kitap orada duruyordu ve haykırıyordu, beni bitirmeye zorluyordu. Bu durumda onun buyruğuna girmeye zorunluluk duyarsınız, bende de öyle oldu. Yaşamımın o döneminde bir an geldi ve sanırım bu benim değiştirmeye asla gücümün yetmeyeceği bir andı ve kaçamadım. Yazmaktan kaçamadım ve oturup yazdım.
A. A. S.: Tecrübe ettiğiniz acının tarifi yok. Sizin de romanda bahsettiğiniz üzere bazı acılar anlatılmaz, anlatılamaz. Ben o duygunun bana ve benim gibi birçok okuyucuya fazlasıyla geçtiğini düşünüyorum. Kurgusal bir karakter yarattığımızda ve onun yaşadığı dramı anlatırken bile bir yazar olarak bunu gerçekmişçesine derinden hissedebiliyoruz. Romanın yazım aşamasında kendi acılarınızla tekrar tekrar yüzleştiniz ki bu büyük cesaret ister diye düşünüyorum. Fakat görüyorum ki edebi bir eser ortaya koyma kaygınız da vardı. Bu iki duyguyu nasıl dengeleyebildiniz?
B. D. Ö.: Evet, bazı acılar yaşanır, anlaşılmaz. Evlat kaybı da bu acılardandır. Bu acı evlattan geriye kalan mirastır ve bu miras kalan ömre eşlik eder. Acının içinde savrulurken, birde Fırat’ın yaşamına dair unutacağım her bir an için sanki yeniden ölecekmiş gibi bir hisle doluydum. Yazma dürtümü harekete geçiren duygu, yaşadığım kayıp sonrası bu hissettiklerim oldu. İçime atılan tohumların filizlendiği yer tam da dürtüyü kışkırtan bu duygularda saklıdır. Fırat için hayatın bittiğini anladığım anda edebiyatın tılsımıyla tekrar ve sonsuza kadar yeniden onu yaşatma ihtimalimin yeşerdiğini hissetmem bana yazma gücünü verdi. Tecrübelerimiz onları dışa vurana kadar kimsenin umurunda olmadığı gibi bilinmez de. Bir köşede sessizce acı çekmekte bir seçenekti ama bu seçeneği yaşamak bana zor geldi. Yazma eylemi bunu dışa vurmamı sağladı. Bu hem kendimi gerçekleştirmemi sağladı hem de bu tecrübenin diğer insanlar için de faydalı olabileceği ihtimalini bana gösterdi. Bu yazma eylemim sonucunda tecrübemle ilgilenenler yasa koyucu olursa ortaya kanun, bir yazar veya şair olursa da edebi eser ortaya çıkar diye düşündüm. Evet, kendimi sadece söyleyecek bir şeyi olan biri olarak değil, onu nasıl söylediğini önemseyen biri olarak da konumlandırabilirim. Bu hikâyede hiç kurgu yok, anlatı hakikatin ta kendisi. Ancak bu hakikatin tüm duygusu ile birlikte aktarılması da hikâye kadar önemliydi benim için.
Uzun zamandır yazmak, ölüm, özlem ve acı kelimeleri benim için eşanlamlı hale geldi. Yazmaya başlamadan önce kendimi ıssız bir çölde, dizlerime kadar yükselmiş karın içinde yürür gibi hissediyordum. Çöl ve kar çok yan yana düşünebileceğimiz kavramlar değil, aynı yaşamla ölümü yan yana düşünememek gibi. Ama işte tam da bu iki bir araya gelmez ucun birleştiği yerde yapayalnızdım. Oğlum ile birlikte öldüğümü düşündüğüm yerde yeniden hayatta kalma çabamı, çölde karlar içinde kalmaya benzetiyorum. İmkânsız görünenin içinde yaşamı yeniden imkânlı hale getirmek, çok zor bir yaşam deneyimi. Yazmaya başlayınca çöldeki o yoğun karın içinde yürümeye çalışan, buna cesaret eden ve arkasından gelecek olanlara yolu açan insan figürünü hayal ettim. Benim için bu hayalin içindeki kar acımı, kaybımı, sonsuz özlemimi temsil ediyordu. Yazmak ise, bedeniyle o yolun açılmasını sağlayan bendim. Yazarak, acının yoğunluğu içinde bedeninizle açtığınız yolda sizden sonra gelenler kendi acılarının içinde yalnız olmadıklarını bilirler ve bu sayede acılarının içinde kaybolmayacaklarına dair içlerinde bir umut belirir. Ancak açtığım bu yolun geçici olduğunu da biliyordum çünkü kar yağınca açtığım o yol yine kapanacaktı. Acının ve kaybın doğasında hiçbir şey sonsuza kadar yok olmaz. Fakat tam da bu nedenle karın içinde yolu açma çabam olan yazmam da yok olmaz. Okuyucuya yazarak şunu demek istedim: “Acında ve kaybında yalnız değilsin, ben de aynı acının içinden geçtim. Ne yazık ki, bu acının içinden geçen son insanlar da olmayacağız. Bu kitap bizi buluşturdu ama kitabı kapattıktan sonra da birlikte kalmaya devam edebiliriz.”
A. A. S.: Bugünlerde gündemimizde Narin var. İsimleri ve nedenleri değişse de çocuklarımızı kolaylıkla kötülüğe kurban veriyoruz, onları koruyamıyoruz. Sizin bu konuda söyleyecek sözünüz vardır ki romanda Gezi’de yitirdiğimiz Berkin Elvan, Ankara Gar’ında yitirdiğimiz Muhammed Veysel Atılgan, Alan Kurdi, Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz gibi çeşitli sebeplerle kaybettiğimiz çocuklarımızın isimleriyle karşılaşıyoruz. Her ne kadar Fırat’ın hikâyesini anlatsanız da bu ülkedeki acılı annelere ve yitirdiğimiz çocuklarımıza da dokunmayı da ihmal etmiyorsunuz. Hatta “Çocukların gömüldüğü bu toprakları sevmiyorum,” diyorsunuz romanın bir yerinde. Bir anne ve hukukçu olarak biraz bu konudan bahsetmek ister misiniz?
B. D. Ö.: “Eceliyle öldü” şeklinde tabir edilen bir gerekçeyle bile ölseler, büyüme hakkını kullanmadan ölen tüm çocukları düşünerek bu dünyada mutlak bir adaletin olduğuna inanmazken; bir de eceliyle ölmeyen, vurularak, ihmal edilerek, istismara uğrayarak, açlıktan, susuzluktan ölen çocukların varlığını bilerek bu dünyada yaşamaya devam etmek hiç de kolay değil. Çocukların büyüklerden önce öldüğü bu topraklarda yaşamak, utanç içinde nefes almaktan başka bir şey değil bence.
Daha önce öldürülen çocukları düşününce, Narin Güran’ın öldürülmesini münferit bir olay olarak göremeyiz. Çocukların öldürülmesi insanlığa karşı işlenen suçlardandır bence. Sadece öldürülerek değil, köleleştirilerek çalıştırılan çocuklar için de bu dünya cehennem gibi. “Çocuk işçi sınıfı” diye bir kavram var ki, köleleştirmeyi cezasız kılan bir sistem. Maalesef bu dünya çocuklar için güvenli bir dünya değil.
Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler kitabında Ivan Karamazov, Alyoşa’ya şöyle der: “Söyle Alyoşa, sen yaratıcı olsaydın ve dünyanın yaratılışı bir küçük çocuğun acısını gerektirseydi, dünyayı yaratır mıydın?” Bu soruya benim yanıtım, “Yaratmazdım.” olurdu. Çocuk denildiğinde akan sular durmalıydı. Dünyanın herhangi bir yerinde, hiçbir çocuğun saçının teline bile zarar verilmemeliydi. Tüm çocuklar büyüme hakkına sahip olmalıydı. Ama değil… Sırf bu nedenle dünyanın da bu toprakların da pek de güzel bir yer olduğuna inanmıyorum ve bu nedenle bu dünyayı da bu toprakları da sevmiyorum. Onun için de bu dünya ile hep mücadele içinde oldum, bir türlü uzlaşamadım. Şimdi bu mücadeleme yazmayı da bir araç olarak ekledim.
Ailenin değeri üzerine süslü cümleler kurup, bir bakanlığa adının verilmesiyle aile kendiliğinden değerli olmuyor. Çocukların kendilerini gerek sosyal gerekse de ekonomik açıdan güvende hissetmediği bir sistemde, ailenin değerine ait afilli sözler kof ve içi boş sözlerden öteye gitmiyor. Çocukları, kadınları ve ötekileştirilenleri öldüren erkekler başka bir evrenden gelmiyorlar. Yüzyıllardır sosyal ve siyasal mühendislikle bile isteye inşa ediliyor bu erkek zihniyeti. Dini de yanına alan siyaset erkeği katil, kadını ve çocuğu da maktul yapıyor. Ailelerinin içinde sevilmeden, özenilmeden büyütülen çocuklar var. Çocuklar sadece uzaklardaki savaşlarda ölmüyor. Kendini en güvende hissetmesi gereken ailesi tarafından da öldürülüyor. Ninniden ağıta uzanan kısacık ömürleriyle, toprağa gömülen çocukların olduğu bir dünya nasıl sevilesi olabilir ki?
Aile kutsal değil, hatta zaman zaman suç örgütü gibidir. Çocuklar için en tehlikeli insanlar, yakın çevresinde olanlardır. Sadece aile değil, devletler de kutsal değil. Başkalarının çocuklarının ölüm emrini veren yöneticiler tarafından yönetilen devletlerin eliyle gerçekleştirilen her ölüm cinayettir. Savaşta çocukların ölümüne neden olanlara kahraman denir mi? Denemez, denmemeli. “Bir kereden bir şey olmaz”, “Çocuğun rızası vardı” diyenlerin yönettiği bir sistemde çocukların güvende olması mümkün görünmüyor. Ancak bu konu hukuk ve yargının adil olması ile de çözülecek bir sorun değil. Sistemin eğitimden başlayarak tüm organlarıyla paradigmasının değişmesi, çocuğa her anlamda güvenli bir yaşam alanı oluşturmayı temel felsefe olarak kabul etmesi gerekmektedir. Toplumsal alt yapı ve sistemin eril zihniyeti değişmeden sadece kanunlarla çocukların korunabilmesi mümkün değil ama cezasızlığın engellenmesi ve adaleti sağlamak da ölen çocuklara borcumuzdur diye düşünüyorum.
A. A. S.: Romanda Anton Çehov’dan Ahmed Arif’e, şiirden öyküye birçok edebiyatçı ve edebi referansla karşılaşıyoruz. Hatta Fırat için yazdığınız bir şiir bile var romanın sonuna doğru. Bu da eserinizi otobiyografik anlatımdan çıkarıp daha derin, edebi bir anlatıma eviriyor. Bu noktada romanı yazarken amacınızın yalnızca yaşadığınız tecrübeyi aktarmak olmadığını, sanatsal çabanızın da eşit düzeyde olduğunu da varsayabilir miyiz?
B. D. Ö.: Evlat sevgisi diğer sevgilerle kıyaslanamayacak bir sevgidir. Evlat kaybı sonrası duyulan acı da aynı şekilde hiçbir acıyla kıyaslanamayacak bir acıdır. Bu acıyı tam anlamıyla anlatabilmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bunun üzerine onlarca kitap yazsam da anlatabilmiş hisseder miyim, emin değilim. Nasıl bu acı farklı ve kıyas kabul etmiyorsa, bunu anlatmayı da edebi bir türün sınırları içinde tutmayı doğru bulmadım.
Yazarken şu duyguyla yazdım: Evimizin salonunda Fırat, Fırat’ın babası ve ablası ile otururken yanımıza okuru da aldım ve içimden geldiği gibi, yaşadıklarımızı, duygularımı, hissettiklerimi, isyanımı sansür uygulamadan, tüm samimiyetimle anlattım. Ancak yazarken amacım sadece yaşadığım tecrübeyi aktarmak değildi, bunu bir de en etkili şekilde aktarabilmekti. Kalp ile dil arasındaki mesafeyi ortadan kaldıran bir iletkenlikle yazmayı önceledim, umarım başarabilmişimdir. Bu sırada muhatabım kimi zaman Fırat, kimi zaman Fırat’ın babası ve ablası, kimi zaman da okur oldu. Okur kimi zaman diğerleriyle konuşmama tanık oldu, kimi zaman da direkt muhatap oldu. Ama bu tespit, kitabı yazdıktan sonra dönüp okuduğumda ayırdına vardığım bir tespit oldu. Çünkü yazmadan önce bunun kurgusunu yapmadım, öyle bir mühendislik içine girmedim. Duygularımı tüm çıplaklığıyla anlattığım anlar, belki de kendimi en özgür hissettiğim anlar oldu. Yargılanma kaygısı duymadan, tamamen hissettiğim ve inandığım gibi yazdım. Dönüp yazdıklarımın analizini sonradan yaptığımda, birçok edebi türü bir arada kullandığımı fark ettim ancak bir değişikliğe gitmedim.
Kitapta Fırat ile konuşulan, ona hitaben yazılan kısımlar biyografi ve şiir türünde, zaman zaman günce ve mektup şeklinde; okuyucuya hitaben yazılan kısımlar -Yazmak, İnanç, Yas ile ilgili kısımlar- deneme türüne daha yakın yazılmış oldu. Yazım süreci bitinceye kadar bu ayrımlar gözetilmedi; yazım süreci bitip, tekrar tekrar okuyup, üzerinde çalışırken bu hususlar değerlendirilerek, son hali oluştu. Yoksa yazım sürecinde kurgulamadan, özgürce yazdım. Ancak kitabın yazarı olarak yapmak istediğimi başarıp, başaramadığımın kararını elbette okuyucu verecektir. Siz bir roman tadı almışsınız ve bunu duymak beni çok mutlu etti, teşekkür ederim. Kitabın bir bütün olarak roman tadı vermesi, benim de hedeflediğim bir sonuçtu ve sizin nezdinizde bu çabamın sonucunu görmüş oldum. Acının bir kalıba sokulamaması gibi anlatıyı da belli bir edebi türün içine hapsetmeden, her okura bu duyguyu tüm hakikatiyle ulaştırabilmekte umarım başarılı olabilmişimdir.
Hakikat bilincinden uzaklaşmamış biyografiler bazen romanlardan daha derin izler bırakır. Başkalarının hayat hikâyelerini okumak kendi hikâyemizi daha tutarlı hale getirir diye düşünüyorum. Biyografiler yazarı kadar okuru için de terapik ve sağaltıcı olabilir. S. Zweig’ın yazdığı biyografiler başta olmak üzere biyografileri okumayı hep çok sevmişimdir. İyi yazılmış biyografiler okurun kendi hikâyesinde eksik ve fazla yanlarını görmesini sağlar, bir okur olarak bende de hep öyle olmuştur. Ancak edebi anlamda bir değerinin olabilmesi için dilinin, üslubunun duyguyu geçirebilme noktasında önemli unsurlar olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, bu sanatsal çabanın gösterilmesini zorunlu kılıyordu. Yaşadığım tecrübeyi aktarma çabamın yanında, bu aktarımı yaparken sanatsal çabamın eşit düzeyde olduğunu söyleyebilirim. Edebiyat ölümsüz kılar. Ancak bir anlatının öncelikle edebi eseri olarak kabul edilmesi gerekiyor ki, bu ölümsüzlükten bahsedebilelim.
Biyografi veya otobiyografik anlatılar daha çok toplum tarafından tanınan insanlara ait olunca ilgi çekip, okunuyor. Okur; sanat, bilim, siyaset alanında bilinirliliği olan ünlü kişilerin hayatını ve yaşam tecrübelerini doğal olarak merak edip, okumak istiyor. Benim kitabımın başkahramanı toplum tarafından tanınan, göz önünde olan birinin çocuğu değil, kendisi de ünlü değil ve zaten 9 yıl gibi kısacık ömrü olan bir çocuk. Okur bu hikâyeyi neden merak edip, okusun? Ancak kitabın konusu olan evlat sevgisi, evlat kaybı sonrası yaşanan acı, yas süreci evrensel bir konu. Anlatılanlar kurgu değil, hakikat. O nedenle kurgusal anlamda yazar olarak müdahale edip, kurguyu güçlendirebilecek müdahalelerden mahrumdum. Elimde sadece kitabın anlatım dili, üslubu, anlatım tekniği ile ilgili yeteneğimin sınırları ve gücü vardı. Bunu sonuna kadar kullanmak dışında başka çarem yoktu, çünkü kitabın kahramanı öncelikle bunu fazlasıyla hak ediyordu. Bununla ilgili de fazla bir şey yapmam gerekmedi, sadece yazarken içimden geldiği gibi, özgürce yazdım. Yüreğim klavye oldu ve klavyedeki her harfe bastığımda canım acıdı, yazdığım her kelime yüreğimden çıkıp, yazıya dönüştü; yani kalemi acıma batırıp, mürekkebini yaşadığım acıdan çektim.
A. A. S.: Yazmaya olan tutkunuz çok açık. Edebiyat bağlamında yeni bir çalışmanız var mıdır?
B. D. Ö.: Kitabı yazma sürecimde bazen hiçbir bölümü yazamaz hale geldiğim anlarda, kendi kurguladığım karakterlerin hikâyesini yazdığım öyküler yazmaya başlayarak bu kitabın zorlayıcı duygusundan çıkmaya çalıştım. Bu sayede gerçek dünyadan uzaklaşma, ona uzaktan bakma yolunu da yine bana edebiyat açtı. Ancak yaşadığım acı bir yere gitmiyordu, yazsam da yazmasam da olduğu yerde durmaya devam ediyordu. İşte özlemimin ve anlatma isteğimin arttığı anlarda, okuyarak ve kurgu karakterlerin hikâyesinde soluklandıktan sonra tekrar yazmaya devam ettim. Yazım sürecim bittiğinde, elimde başka bir kitaba dönüşmeye hazır, öykülerden oluşan ikinci kitap taslağı daha oluşmuştu. Yazmak yaşamımı doldurmaya ve beni büyülemeye devam ediyor, Yazma edimi benden hiç ayrılmadı, benim de ondan vazgeçmeye hiç niyetim yok. Yazdıklarım bir gün okurla tekrar buluşur mu, bilmiyorum ama ben yazmaya devam ediyorum.
Edebiyat, yaşarken belki de hiçbir zaman ne kahramanı ne de tanığı olmayacağımız trajedileri, ruhumuzla acı çekerek yaşamamızı sağlar. Yazmanın, kendi acımızla bu acıları sarmaladığını ve tam da bu nedenle yalnız olmadığımız duygusuyla, yaşadığımız acıları taşıyabilme gücümüzü artırdığını yadsıyamayız. Yazmanın, paylaşmanın, anlatmanın; yaşamanın ve yaşatmanın birçok yolundan biri olduğunu deneyimleyerek öğrenen biri olarak, yazmanın büyülü gücünden kopmamın artık pek mümkün görünmediğini söyleyebilirim. Yazmak uzun zamandır düştüğüm dipsiz kuyudan çıkmak için tuttuğum ve o kıyıdan çıkmama yardım eden en kalın ve kopmaz halat gibi diyebilirim ve ben, o halatı bırakırsam bir daha o dipsiz kuyudan çıkamayacakmışım gibi hissediyorum.
Hayal gücüne dayalı bir kitap, kurgusal olmayan bir kitaptan çok daha fazla özgürlük ve manevra kabiliyeti veriyor. Kurgusal olmayan kitabın dili anlamında içimden geldiği gibi, özgürce hislerimi ve yaşadıklarımı yazmıştım ancak hayal gücüne dayalı kitapta buna bir de kurgusal anlamda özgürlük eklenince, bunun bazen bana korkutucu da geldiğini itiraf etmeliyim. Yazacağın bir sonraki cümlenin hikâyeyi nereye götüreceğini bilmeyince, seni uçurumun kenarına da sürükleyebileceği hissi ilginç bir ruh haline bürünmenize neden olabiliyor. Otobiyografik bir eserde ise hikâyeyi baştan bilirsiniz ve öncelikli yükümlülüğünüz hakikati söylemektir. Ancak bu da yaptığımız işi pek kolaylaştırmaz. Heroklitos, “Gerçeği ararken beklemediğine karşı hazırlıklı ol, çünkü bulması zor ve bulduğunda muammalıdır.” sözü bu zorluğu çok iyi ifade ediyor. Nihayetinde iki türde de yazsanız yazmak yazmaktır, emek de cümleleri doğru kurma gerekliliği de aynıdır ama benim için yayınlanmış olan ilk kitabımı yazmak duygu anlamında daha zorlayıcıydı. Zannedersem bundan sonra yazacaklarımın temelini de bu kitap oluşturacak.
A. A. S.: Son olarak, organ bağışının öneminden bahsediyorsunuz romanda. Sizin de kitapta yazdığınız gibi belki kamu spotu minvalinde olacak ama buradan da altını çizmek insani görevimizdir diye düşünüyorum. Siz neler söylemek istersiniz?
B. D. Ö.: Bir filmde, komşunun çocuğunda, ya da uzaktan bir tanıdığımızda duyduğumuz hastalığın ve bu hastalıkla gelen zorlukların bir gün bizim veya çocuğunuzun başına gelip gelmeyeceğini bilemeyiz. Sanki hep başkalarının başına geleceğini düşünürüz, ta ki bizim başımıza gelinceye kadar; işte o zaman hayatta hiçbir şeyin imkânsız olmadığını anlarız. Ülkemizde organ bağışı o kadar yetersiz ki, canlıdan canlıya yapılan nakil ameliyatlarında dünyada neredeyse ilk sıralarda bulunuyoruz. İnsanlar bir kere gidebilseler nakil merkezlerine ve orada ikinci hayat şansını bekleyen insanların çaresizliğini görebilseler, her şeyi daha iyi anlayabilirler. Maalesef ülkemizde bu konudaki farkındalık çok yetersiz. Bu farkındalığın artması bireysel çabalarla mümkün değil, ancak yönetsel düzeyde uygulanacak politikalarla ve eğitim sistemiyle bu bilincin geliştirilmesi mümkün olabilir. Sadece organ bağışı gerektirir hastalıklarla değil SMA gibi doğuştan gelen kronik hastalıkların engellenmesi için sağlık politikasında gerekli düzenlemelerinin yapılması ve sosyal devlet olmanın gereği olarak bu hastalıkla boğuşan çocukların tedavi olanaklarından mahrum bırakılmaması gerekir. Lösemili çocuklar, organ bağışı bekleyen ve kronik birçok hastalıkla mücadele çocukların çaresizliği insanların vicdanına bırakılacak bir konu değil, mutlaka sağlık sisteminin gerekli düzenlemeleri yaparak çocukların yanında yer alması gerekiyor. Ancak tek tek her bireyin de bu konuda sorumluluk duyması oldukça önemli, çünkü içinde vicdan olmayan insan; nabzı atmaya devam etse de bu, onu insan olarak kabul etmeye yetmez diye düşünüyorum. Son olarak “Organlarımızı bağışlayalım canım insanlar, bir cana ikinci defa yaşama şansı vermenin mutluluğunu yaşayabilirsiniz,” diyerek bitirmiş olayım söyleyeceklerimi.
Size çok teşekkür ederim.
A. A. S.: Bizimle gerçekleştirdiğiniz bu samimi söyleşi için ben teşekkür ederim.

Bir Fırat Hikâyesi – Sonsuza Kadar
Birten Demirtaş Özbek
Satırarası Yayınları
Anlatı / 310 sayfa
OKU ve/veya İNDİR ▼
Veveya Kitap 23 / 05 Ekim 2024
KAPAĞI TIKLA ▲