Arkadaşlık Şiir, Şiir Arkadaşlıktır / Eren Aysan

Fotoğraf: Kadir İncesu

Gökbilimciler, iki yıldızın evrende çarpışmasını “birleşme” olarak yorumlar. Evrenin belki de en görkemli, en olağanüstü olayının yepyeni bir alan yaratmasından doğan heyecan vardır geri planda. Muazzam patlamanın uzayın derinliklerine yayılması hem ürkütücü hem de umulandan fazla göz kamaştırıcıdır. Bu sayede yayılan ışık ve enerji miktarı ise ileri derecede yüksektir. İki yıldız çarpıştıktan sonra bütünleşir, birbirinin içine geçer. Şairlerin dostluğu da gökbilimcileri yanıltmayacak büyük kavuşmalara fırsat verir.

Tomris Uyar’ın Tanışma Anları adını verdiği güncesi, “Bir Uyumsuzun Notları” alt başlığıyla yayımlanmıştı. Uyar, yazma melekesinin verdiği aşkınlıkla yazarlarla tanıştığı zamanların sırlarını veriyordu okura. Aynı zamanda tanışıklığın büyülü anlarında edebiyatçıların portresini de çiziyordu. Tanışma Anları’ndan sonra belki de “ilk bakışta aşk”ın niceliğine ve inceliğine kendimi kaptırdığımdan başlangıçlar hep içimi ürpertti. Başlangıçtan doğan hiç kopmayan arkadaşlıklar, beni içine çeken dostluklar. Hem ne demiş Haydar Ergülen, “şiir tanışmaktır.” biraz da.

Tomris Uyar güneşli bir Ankara gününde Piknik’te Sevgi Soysal’la ilk defa buluşuyor. Ve günlüğüne şöyle yazıveriyor: “Sevgi Soysal’la Ankara’daki Piknik Lokantasınnda buluştuğumuz, ortak dostlarımızın bizi neden birbirimize benzettiklerinin ipuçlarını kavramaya çalıştığımız o öğle saatini sık sık anımsıyorum. Öğle saati ve konuşmalar o kadar güzeldi ki, karşımdaki genç kadının – o sıralar hasta olsa da – ölmeyeceğine iyiden iyiye inanmıştım.” Belli ki güzeller güzeli Sevgi hasta. Ama onun Tomris Uyar onun yaşamdan kopamayacağına inanmak istiyor. Çünkü şair olmasalar da Tomris’in de Sevgi’nin de ruhlarına zaten şiir dokunmuş.

Akif Kurtuluş, “Refik Durbaş Karanfil Sokak’tan geçiyormuş (Ahmed Arif’in de sokağıdır!)” diye anlatıyor: “Avukatlığa yeni başlamışım, kıçı kırık levham var sokağa bakan balkonda. Büronun zili çaldı. Kimse yok benden başka kapıyı açacak. Açtım. ‘Sen şair Akif Kurtuluş’sun.’ ‘Gel Refik Durbaş Ağbim’ dedim. Birbirimizi tanımıyoruz. Nasıl muhabbetti anlatamam ya da bir gün anlatırım. Mesela bir küçük cümle: ‘Sen de genç şairsin, bana da genç şair diyorlar nasıl olacak bu?’ Yıllar geçmiş. ‘Kura çekelim Ağbi’ dedim. Çok güldü. Çok güldük.”

Çünkü şiirin hemen herkesin yan yana gelmesinden daha ziyade gökbilimcilerin vurguladığı gibi şairlerin bütünleşmesini/ birleşmesini meşru kılan bir zeminden akıyor. Bu büyülü ânı yalnızca sözcüklerin büyüsüyle tanımlamak beni aşar. Üstelik şiiri ve şairi de bu denli kutsamak hepimizi yorar. Sonuçta aşk yaşanır, şiir de yazılır, biter!

Ne olursa olsun şairin, hayatı yaşama becerisi / beceriksizliği üzerine tanımlamakta zorlandığım, bilinmeze daldığım, çıkmaz sokaklara saptığım karanlık bir kuyusu var. Belki de bu nedenle dostluklarını şiirin bile önüne geçen o güçlü bağla oluşturuyorlar. Çiçeği burnunda öfkeleri büyük küslüklere dönüşse de bir süre sonra omuzdaşlıkları çiçek bahçesine dönüşüveriyor.

Haydar Ergülen’in Arkadaşlık Şiirdir kitabını okurken şiirin bu büyük arkadaşlıkları nasıl kotardığını bir kere daha düşündüm. Ve kendimi de uzaktan da olsa o fotoğrafın içine yerleştirmeye çalıştım. Ankara’da Bestekâr Sokak’ta iki odalı küçücük bir evimiz var. Zihnimdeki kalabalık evden daha büyük. Ama hatırladıklarım parça parça. Çok küçüğüm de ondan. Haydar Abi ise o yıllarda delikanlılığını şiiriyle savuruyor. 

Çocukluğumuzu düşündüğümüzde kendimizi en eski anımızı bulmak adına yoklarız. Bazen bir renk, bir görüntü, bir ışık bize yardımcı olur, hâreler açar. Bazen de anlatılanlar çocukluk anılarına biçim verir.  Sonradan dinlediğimiz hikâyeleri zihnimizdeki o görüntüye oturtmaya çalışırız. Çoğunlukla da dinlediklerimiz bizde kalan derinliklerimizde saklı duran görüntülerle birleştir.

Oysa en eski çocukluk anılarımda Haydar Abi’yi başka bir aktarıma meyletmeden son derece net hatırlıyorum. Artık İstanbul’a gidecek. Ankara’daki macerası tamamlanmış. Yeni bir hayata doğru yelken açmanın zamanı gelmiş. Evde inanılmaz bir hüzün var. Babam ve Haydar Abi sokağa bakan pencerenin önünde bir masanın kenarına sığışmış, çay içiyor. Kapının eşiğinde bir valiz duruyor. Babam dostunu bir daha uzun süre göremeyeceğini düşünüyor olmalı. Ne olursa olsun hayat öyle tozunu dumana katarak savurur ki bir şeyleri geçen yıllar alıp götürür. Daha daha sonra pek çok şeyi… bir yaprak gibi savurur. Haydar Abi ise daha ürkek. Eskişehir ve Ankara’dan sonra yaşamında üçüncü bir şehrin kapısı açılacak. Belirsizlik ne olursa olsun can sıkıcıdır.

Haydar Abi gibi, yine Haydar Abi ile babamların ortak dostları Funda Abla’nın da İstanbul’a gidişini hatırlıyorum. Birlikte geçirdiğimiz o son akşamı… Funda Abla’nın üzerinde kot bir tulum var. İçine beyaz boğazlı bir kazak giymiş. Grip. Sürekli silmekten burnu kıpkırmızı olmuş.  Yine evde tarif edilmesi zor bir ölüm sessizliği var. Bense ağlamamaya çalışıyorum. Çok sevdiklerimin gitmelerinden nefret ederim. O yüzden o yaşlarda kimse bizden gitmesin diye ayakkabılarını saklardım. Neden hâlâ Funda Abla’nın ayakkabılarını saklamadım diye hayıflanırım. İşte bu iki ayrılık bende Mikis Theodorakis’in “To Treno” şarkısıyla bütünleşir: “Tren birazdan kalkacak/ Yolculuk Katherina’ya…” diye başlayan…o muhteşem şarkı… aradan bin yıl geçse de gözlerimden yaşların süzülmesine engel olamam. Çünkü Yunan cuntasında olduğu gibi 80 darbesinde de eziyet çeken bir kuşağın zorunlu terk edişleri bu hatıralarda saklıdır.

Bugünün huzursuzluğundan kaçmak adına eskiye sığınmak küçük hazlar verir. Gelecekten, hatta şimdiden korkmak daha masum dönemlere yönlendirir bizleri. Geriye tutunulacak tek dal, “bir zamanlar” deyişi kalır, kimi zaman. Smokinli, viskili, purolu adamların süzdüğü pırıltılı, görkemli, ince cigaralı kadınlar, imkânsız tesadüfler, güzel müziklerle bezeli danslar, büyük aşklar, ille de mutlu sonlar iyileştiricidir.

Öte yandan geçmiş her zaman keyifle yâdedilecek bir alan değildir. Yitip giden insanların yerlerini dolduramıyorsanız büyük bir boşluk kalır geriye. Ölüm kusursuzdur. Yalnızca bedenin yok oluşu değildir yaşanan. Kişinin o âna kadar biriktirdiği deneyim, birikim, duygu ve düşünce de toprak altına gider. Bu nedenle de telafisi imkânsız bir organ yok olur: Beyin!

Haydar Abi’nin Arkadaşlık Şiirdir’de şairlerin dostluklarından izler sunulurken bugün artık hayatta olmayan pek çok şair de bizlere eşlik ediyor. Onların büyük boşluklarıyla acı çekerken hüzünle mutluluk, gülümsemeyle keder iç içe geçiyor. Bu anlamda da kitap iki ana bölüme ayrılabilir: Haydar Ergülen’in çevresinde gelişen arkadaşlık alanı, ikincisi de edebiyatımızdaki dostlukların kendi güzergâhları…

Dostlukların başlangıç noktaları belki de o görünmez bağlarla bağlı şairlerin hikâyelerini bilmekten geçer. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın sarsılmaz çocuklukları… Melih Cevdet’in “Fotoğraf” şiirinden ve o meşhur fotoğraftan bakıyorlar bugüne. Hepsi lise yıllarındaki toy yüzleriyle duruyor öylece.

Mülkiye Mektebi’nde Cemal Süreya ve Sezai Karakoç’un mahcupluğu bekledikleri ama gelmeyen mektuplarla kesişiyor. Şiir Cemal ve Sezai arasında incelikli bir yarışa dönüşüyor bir süre sonra.

Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Osman Saba’nın Galatasaray Lisesi’nde başlayan dostlukları, Ziya’ya Mektuplar kitabıyla birleşiyor. Cahit Sıtkı’nın Paris’ten Ziya’ya yazdığı mektuplarda çocukluktan gençliğe uzanan yolculuğun ipuçları saklı. Yazdığı “Ahret” şiirinde son mısrayı tartıyor sürekli: “Ve annem şaşıracak/ Görmeyeli ne kadar büyümüş oğlum!” diye.” Şairlerin tozunu attırdıkları ilk gençlikleri ve okul yılları büyük birlikteliğin de ilk zamanlarını kolluyor. Hangimiz okullardan kopup gelen dostlukların içinden o büyük tartımı bozmadan geçmeyi başarabildik? Başaranlarda şiirin o gizil sesi var. Öyle işte…

Halkın Dostları dergisi dönemi ise Ataol Behramoğlu ile İsmet Özel’in gençlikleri ile şiirlerini birleştirdikleri Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar kitabını armağan ediyor bize. Ve Haydar Ergülen’in de belirttiği gibi bu dostluk için en çok çaba harcayan Ataol Behramoğlu…

Adanalı üç arkadaşın dostluğu ise şiir kadar güzel, şiir dostluk kadar şefkat dolu: Yılmaz Güney, Nihat Ziyalan ve Özdemir İnce. Necatigil ile Hilmi Yavuz’un sahici dostluğu hoca öğrenci ilişkisinin çok daha ilerisinde. Ne büyük şans Necatigil’e, ne büyük imkan Hilmi Yavuz’a… Edip ve Turgut’un uslanmaz yaramazlıklarıyla birleşiyor dostluk bu defa…   

Bu anlamda Arkadaşlık Şiirdir’de Haydar Ergülen’in bir şairle ilk defa yan yana geldiği o özellikli öykü çıkıyor karşımıza. Yıl: 1972, Yer: Ankara Aydınlıkevler Lisesi. Haydar Ergülen, Erkut Tanrıseven, Ömer Ateş Kızıltuğ, hem sıra arkadaşları hem de yakın arkadaşlar. Haydar Ergülen, ders kitapları ve defterlerini duvar takvimlerinin beyaz taraflarıyla kaplıyor, üstlerine de şiirler yazıyor. Bunlardan biri de Gülten Akın’ın “Yağmur… Yağmur…” şiiri. Ömer Ateş, şiiri görünce, “Seni Gülten Akın’la tanıştırayım. O benim yengem!” diyor. Böylece on altı yaşında arkadaşıyla Türk Dil Kurumu’nun yolunu tutuyor. Uzun uzun konuşuyorlar, uzun uzun susuyorlar.

Sekiz yıl kadar sonra annemin çalıştığı Türk Dil Kurumu’nun merdivenlerinden koşuyorum. Sözlük Kolu’na girer girmez herkese, “günaydın efendim” diyorum. Necati Cumalı’nın kız kardeşi Mübeccel Teyze dünyanın en güzel kadını olarak görünüyor gözüme. Şöyle bir durup, “Günaydın Mübeccel Hanımefendi Teyzeciğim” deyip merdivenden uçarak bir alt kata iniyorum. Derleme Kolu’nun önünden geçerken usul adım yürümeye başlıyorum. Eğer kapı açıksa çaktırmadan içeri göz atıyorum. Gülten Teyze (Akın) son derece ciddi bir yüz ifadesiyle elinde dosya tutuyorsa hemen toz olup, Sevgi Özel’in yanında soluğu alıp, onun kucağına atlayıveriyorum.

Haydar Ergülen’in şiir dostluğunu oluşturduğu ilk kentin Ankara olduğunu söylemek yanlış olmaz. (Eskişehir’deki şiire başlama ve şiiri sevme düşünü geride bırakarak yazıyorum bu satırları.)  O zamanki çocuk hâlimle o yılların hem tanığı hem de çok küçük olduğum için anlamaya çalışanıyım. Bu yaşımda hâlâ Ankara’da, “şiirin o büyük evi”ndeki o koca adamlara hayretle bakıyorum. Hele hele yine Arkadaşlık Şiirdir’de de bir başlığın altına sığmayan Ahmet Erhan’la babam Behçet Aysan’ın kocaman dostluğuna… Birbirlerinden asla ayrılmayan o aykırı ikiliye… Peşi sıra ölümlerini düşününce Adnan Azar’ın çocuksu ruhunu da ekliyorum aralarına. Onları artık birlikte anıyorum. Uzaktan Metin Altıok gülümsüyor. Ve Kardelen Bar’ın arka masasında kahve ve konyağını yudumluyor, “tenha bir Eylül bahçesinde”

Ve her ne kadar Akif Kurtuluş Ergin Günce’nin “gencölmek”inden kopup gelse de Behçet Aysan, Ahmet Erhan, Adnan Azar, Ali Cengizkan kabilesinin en muzip üyesi. Ali Cengizkan’ın Ankara Ankara Güzel Ankara kitabından taşıyorlar sanki. İnadına kocaman kahkahalar eşliğinde… Böylece, şairliğin, hele seksen sonrasında bir isyan buluşması olduğu bir kere daha ortaya çıkıyor. 

Nitekim kitap Ankara’dan İstanbul’a geçişe uzanıyor. Nilgün Marmara’nın mucizevi evinden Ece Ayhan’lı zamanlara (Bir gün belki Çanakkale’ye Ece Ayhan’ı babamla görmeye gidişimizi de yazarım) Ada Ajansta Seyhan Erözçelik’e ( Sansarımıza), Rodos ile Cenk Koyuncu’nun güzelim aşklarına, küçük İskender’e doğum günü yazısına, Adnan Özer ve Tuğrul Tanyollu Üç Çiçek dergisi yıllarına, Adam Sanat’ta Memet Fuat’tan Ruhi Su’ya, Salah Birsel’in boğaziçindeki şıngır mıngır İstanbul yaşamına değin hatıralar arasında dolaşıyor.   

Şunu unutmamak gerekir: Arkadaşlık gözüpeklik ister. Ortaya çıkıp, “O, benim dostum” duygusunu taşımak, karşı tarafa hissettirme becerisini sunmak hele cendereden geçilen dönemlerde yiğitlik ister. Genellikle ‘seçkinyalnızlık’la harmanlanan dönemlerdir yaşanılan. Aristoteles’in “Hey dost, hiç yok dost” çığlığından arınmak ayakta kalmakla eşdeğerdir. Omzunda bir el hissetmek, bir nefes duymak tarifsiz mutluluğa dönüşür bir anda.

Ülkemizin gerçek anlamda aydınları hayatlarını sürekli olarak bedel ödeyerek tamamlar. Bu çatışma bizden daha geri ülkelerde yaşanmaz. Çünkü onların aydınları yok denecek kadar azdır. Genellikle de ülkelerini terk etme yolunu tutmuşlardır. Bizde ise aydın düşmanlığı siyasal bir gelenek halini almıştır. Şairlik ise toplumdan taşıyorsan hapislikle, sürgünlükle, tahkikatla, soruşturma ile sınanır. Kötü zamanlarda arkadaşlık sadece şiire değil merheme de dönüşüverir. “Arkadaşlık Şiirdir” Ahmet Telli abimizin “Arkadaşlık Günleriydi” şiirinden taşarak bir şiir gibi geldi oturdu yanıma. Çünkü “yorgunsun adamım kalbim külüstür bir saat”tir artık. Bugün Haydar Ergülen’in şiire başladığı kuşağın çok azı mı hayatta? Akif Kurtuluş’un “Herkes Gitmiş” kitabının adı gibi mi yoksa bir şeyler? Genç ölümler mi sardı etrafımızı? İşte bu ıssızlık, bu güzelim kitabı sadece geçmişe özlemi öne alan bir dostluk güzellemesine dönüştürmüyor; şiirin zor günlerde başkaldırı sanatı olduğunu, isyanın arkadaşlıktan doğduğunu da söylüyor bize. Böylesine bir omuzdaşlığın “aşktan bile üstün” olduğunu söylemeye gerek yok! 

Arkadaşlık Şiirdir
Haydar Egülen
Sia Kitap
Deneme / 180 sayfa

Veveya Kitap 18 / 05 Mayıs 2024

Veveya Kitap 18 / 05Mayıs2024
Yukarı