Rüzgârın Tozun ve Yıldızların Elçisi, Yedi Düvelin Ecnebisi / Ömür Müzeyyen Yılmaz

Mistik bir atmosferde ezoterik bir dille yazılan Yedi Düvelin Ecnebisi, Mehmet Kabakçı’nın ilk romanı. Romanın ana kahramanı Ayvaz’ın dahlinde anlatılan olaylar, okuru metnin içine kolaylıkla alıyor. İlk sayfada filizlenen merak duygusu son sayfaya değin eksilmeden sürüyor. Ayvaz, yazarının beceriyle yarattığı tekinsiz haliyle hafızalara yer ediyor, eski hikayeleri, ataları, unutulan sürgünleri, savaşları, medeniyetleri, dinleri anımsatırken yer yer mola verdirip araştırtıyor. Haliyle Kabakçı’nın kurduğu anlatı evreni, tıpkı içinde yaşadığımız evren gibi derinlikli ve yine romanda bahsi geçen Vâridât’ın izini sürdüğümüzde yakalanacağı üzere görünenin ötesinde mana yüklü.  Mezopotamya’nın kültürel katmanlarını satırlarında gerek dili gerekse de söylence üslubuyla ustalıkla harmanlayan yazar, kurguladığı Fısıltı adlı bir kitabın epigraflarıyla da dikkat çekiyor.

Romanda belirli bir tarih verilmese de doksanlı yılların sonunda olunduğu ve geriye dönük yetmiş yıllık bir dönemin parça parça aktarıldığı anlaşılıyor. Yer Kuzey Mezopotamya. Ağırlıklı olarak Harran civarı. Ayvaz ve Melike başlıklarıyla iki ana kısma ayrılıyor roman. Dramatik yapısının oluşturularak genişletildiği ilk kısım yine kendi içinde on iki bölüme ayrılmakta. İkinci kısım ise numarasız ve başlıksız beş bölüm. Epigraflar da romanda hissettirilip anlatılmaya çalışılan duygu ve inançlara paralel şekilde dağıtılmış. İlk kısımda Ayvaz’ın esrarı çözülmeye çalışılırken Fısıltı’dan alıntılar okuyoruz. İkinci kısımdaysa hem farklı bir alana işaret edilircesine belirsizlik yasasını hem de kahramanımızın sezdirilen kökenlerinin günümüz dünyasındaki evrilişine uyumla Kur’an surelerini.

Yazar kısa bir girizgâhla başlıyor romana. Dünyanın oluşumu, gerçekliğin değişimi, yanılsamaların zuhuru hakkında bilgiler verip öznel yaklaşımlarda bulunarak Ayvaz’ın hikayesine giriyor.

“Bilinenden çok bilinmeyenle, görünenden çok görülmeyenle, apaçık olandan çok anlaşılmaz olanla dolu esrarengiz bir yaşam öyküsüydü Ayvaz’ınki.”

Üniversitedeki bir halk bilimi hocasıyla, romanın sonlarında önemini daha çok fark edeceğimiz öğrencinin karşılıklı diyaloglarında okuru Luigi Pirandello’ya götürüyor ve onun görecelik anlayışını hatırlatıyor.

“Bütün değerler çağlara, toplumlara, kişilere, kültür durumlarına, yaşam biçimlerine göre değişir.”

Kabakçı, en baştan bir anlaşma yapmak istiyor belki de bizimle. Bildiklerini unut, sana bambaşka bir hikâye anlatacağım diyor.  

Romanın diğer ana karakteri Fahri Dayı. Ayvaz’ın annesi suyun öte tarafından yani hududun diğer yanından kuma olarak getiriliyor ve o doğduktan kısa bir süre sonra ortadan kayboluyor. Ardından da babası. Üvey anne Ayvaz’la ilgilenmeyince Fahri Dayı’nın annesi çocuğu alıp evine götürüyor ve oğlunu da hayatı boyunca ona sahip çıkması için tembihliyor. Burada Fahri Dayı’nın annesinin söylediği bazı sözleri açıklamak istememesinden, babasının gaddarlığından, Ayvaz’ın tüm o seyyahlığı boyunca ara sıra çıkıp Fahri’yi görmeye gelmesinden ve en sonunda okuması için ona verdiği kitaptan kaynaklı bazı çıkarımlar yapılabilir. Öyle görünüyor ki, Fahri’nin annesi de hududun diğer tarafından getirilmiş. İki kahramanın yakınlığının nedenini köken birliğine bağlayabiliriz. Fahri askere gidene kadar Ayvaz’la birlikte yaşıyor. Döndükten sonra ise, bütün aramalarına rağmen Ayvaz’ı bulamıyor ve hakkında anlatılan ilginç hikayeler dışında bir şey de öğrenemiyor. Ancak Ayvaz, yıllar sonra soğuk bir kış gecesi Fahri Dayı’nın kapısını çalıyor ve roman da bu noktada başlıyor. Fahri’nin evinde bir gece kalıp yeniden kayboluyor Ayvaz. O gece garip olaylar oluyor. Ade Hala gördüğü rüyadan fazlasıyla etkilenip Ayvaz’dan şüpheleniyor. Onun anlatıldığı kadar garip ve gizemlerle dolu biri olduğuna inanıyor.  

Basit bir izahı olmayan herhangi bir şeyi açıklayabilmek için bulunan yollardan biri de söylence üretmektir. Görülüp de anlaşılmayan durumlara karşı hissedilen kaygıdan sakınmanın da bir çözümüdür aynı zamanda. Ayvaz sürekli yer değiştiriyor. Mağaralarda, su başlarında kaldığı söyleniyor. Sessiz ve ketum tutumuyla ayak bastığı çoğu yerde tedirginlik yaratsa da zararsızlığı anlaşılınca günün sonunda seviliyor. Kimi zaman mezar kazıcı oluyor, kimi zaman çoban, pazarcı, hoca, alim… Herkesten farklı, özgün bir tutumu var. Mesele kim olduğunun ya da neci olduğunun tam olarak öğrenilememesi. Bir görünüp bir kaybolması ve ardından çıkan yeni söylenceler. Dilden dile, kulaktan kulağa, huduttan hududa geçen. Bu söylencelerden biri de romanın kurmaca köyü Gollasur’daki Sâre isminde bir kadının anlattıkları. Annesinin toprakları olan sınırın diğer yanına geçmek için kaçakçıları beklerken uzunca bir zaman Sâre’nin evinde kalıyor Ayvaz. Bu süre zarfında çeşitli işler yapmakla beraber en çok dağlara çıkıp kendi icadı bir dürbünle yıldızları seyrediyor, adlarını, havadaki yollarını, yazın nerede göründüklerini, kışın nereye aktıklarını hesaplıyor, bunu neredeyse hayatının gayesi haline getiriyor ve yine bir gece yıldızlar uğruna ortadan kayboluyor. Sâre’nin seyyah Çakmakçı İro’ya kendi milletinin geçmişini de katarak anlattığı Ayvaz’ın hikayesi okura bazı ipuçları sunuyor.

“Bunlar, bu bize kafir, kitapsız diyenler, daha Allah nedir, cennet nedir, melek kimdir, şeytan kimdir hiç işitmemişken, biz bilmem kaç bin sene evvel bilirdik Allah’ı da meleği de; günahı da, rahmeti de İvrâm.”

“Gözleri, başının duruşu, ağzının yapısı falan bizim eski kâhinlerimizi, resullerimizi aklıma getiriyordu. Bir gaip vardı Ayvaz’da, eski mesellerde, kitaplarda sözü geçen habercilerde, şifacılarda olan üstün bir şey. Ayrılmadan önce havaya merak salmıştı mesela.”

Beşinci bölümde geçen anlatımlar yine bölüm başındaki epigrafla da desteklenmekte. Yazar kadim bir topluluk olan Sâbiîler’i mi işaret ediyor. Mensubu az da olsa Sâbiîlik yaşayan dinlerden. Uğradıkları kıyımlar sonucu Kuzey Mezopotamya’ya yerleştikleri hatta Harranilerle karıştıkları biliniyor. Bu dinin nasıl doğduğu kestirilememekle birlikte şimdilerde çoğunun Müslümanlığı kabul ederek kendini sakladığı da aleni. Sâbiîler meleklerin yıldızlarda yaşadıklarına ve oradan kâinatı idare ettiklerine inanıyor. Bu yüzden yıldızlara ve gezegenlere sonsuz saygı duyuyorlar, hatta bazı yargılara göre tapıyorlar. Su onlar için önemli. İnanç ve ibadetlerinin temeli. Romanda da su önemli bir yer tutuyor. Hem rüyalarda hem ölümlerde, dönüşümlerde hem de gezintilerde sık sık karşılaşıyoruz. Ayvaz’ın sınırın diğer tarafına geçme çabası atalarına, kökenine kavuşma arzusu. Diğer bir deyişle kimlik arayışı, aidiyet özlemi. Tabii Fahri’nin askere gitmesiyle başlayan yalnızlığı ve seyyahlığı aynı zamanda bir erginleşme ve inisiyasyon. Ayvaz bilgiyi deneyimleyerek kazanıyor ve edindiği bu bilgiyi kimin kavrayabileceğine ya da hazmedebileceğine inanıyorsa ona sunuyor. Fahri Dayı’ya Fısıltılar’dan sonra verdiği Bedrettin’in Vâridât’ı ve bu kitapların arasına Melike için koyduğu mektup da bunu işaret etmekte.

Her bilgi kendi mertebesinde haktır. Gerçekler halka daha işin başında söylenirse ya yollarını saptırırlar ya da gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve hak, orta bir yolla ve ayrı ayrı gözetilerek birbirine alıştırılabilir. Ama herhalde halk, hak ve hakikate alıştırılmalıdır.”

Fahri Dayı’nın ölümünden sonra eve girip çıkan köy öğretmeninin kitapları okudukça korkması, Şeyh Bedreddin’in bu sözlerini ispatlar gibi. Ayrıca bu sözler bize, roman boyunca Ayvaz’ın hikayesini tam anlamıyla öğrenemeyişimizin ve onun ketum halinin sebebini de gösteriyor. Yazarın kendi cümlesiyle, kim bu Ayvaz. Yer yer Kuzey Mezopotamya’yı da aşarak orta doğunun mazisini Ayvaz’ın sırtına yükleyip anlatırken, kadim uygarlıklardan, tasavvuftan, çeşitli din ve mezheplerden, yörenin günlük hayatından, ilişkilerinden faydalanıyor ama son bilgiyi kucağımıza kolayca koymuyor Kabakçı. Hatırlamamızı, sorgulamamızı umuyor. Ayvaz’ı hayli kuvvetli dil becerisine rağmen mitolojik bir kahramana da çevirmiyor. Bilinçli bıraktığı gizemli boşluklarla onun edimlerini birleştirip düşünmemizi de istiyor aslında.

Fahri Dayı okuduğu kitaplarla düşünsel bir değişime uğruyor. Yukarıda bahsi geçen sorgulama yollarıyla dönüşüyor, yer yer gördüğünü sandığı bazı muğlak görüntülerin de yardımıyla kökenlerini hatırlıyor. Torunu Melike’nin de aynı görüntüleri görmesi, kimlik arayışı mevzusunu kuvvetlendirmekte. Fahri’deki değişim yöre halkının tepkisini çekiyor. Onu dinsizlikle dahi suçluyorlar fakat o bunu umursamıyor.

“Şu köyde kapıma gelmeyen hacı hoca takımı kalmadı. Az kalsın Urfa tekkelerinin şıhları, kelleme mükâfat koyacaklardı.”

Ayvaz’ın evliliğine de değinmek gerekir. Romanda sanki doğaüstüymüşçesine canlandırılan kahramanımız bir gün ansızın âşık oluyor ve kız kaçırıyor. Evlenip Antep’e yerleşiyorlar. Çantasında Feleknâmeler, Takiyüddinler taşıyan, İbn-i Arâbi’yi, Kindi’yi, Eflâtun’u okumuş, senelerce ortadan kaybolmuş, adı hikayelerin, söylencelerin baş kahramanı olmuş Ayvaz Efendi, geliyor Antep’te üç tekerlekli bir tabla arabası satın alıp işportacılığa başlıyor. (Sy. 67) Elbette Ayvaz zamanla yeniden sessizleşiyor. Öyle konuşmaz öyle anlatmaz oluyor ki, karısı Elif derdinden verem olup ölüyor. Ayvaz da onu köyüne bakan bir tepede kendi eliyle diktiği alıç ağacının altına gömüyor. Yazar insana ve topluma özgü bu hikâyeyi aktarırken üç şeyi göstermeye çalışıyor olabilir. Birincisi; Elif’in ailesine ve geleneğe karşı çıkarak kaçıp evlenmesiyle, yani toplumun genel kabul görmüş kurallarını çiğnemesiyle yalnız bırakılarak cezalandırılmasının kaçınılmazlığı. İkincisi ise, kendi varlığını tamamlayamamış birinin ne kadar çabalarsa çabalasın yanındakine de yetemeyişi. Romanın evlilik bölümü aynı anda şunu da düşündürtüyor. Ayvaz da bizden biri. İçimizden. Sıradan, herkes gibi…

Ve bir zamanlar efsaneler, resuller, tanrılar, tanrıçalar, şairler ve sihirlerle dolu bu kadim bölgede, yedi ayrı memlekette, yedi büyük vilayette ismi bilinen Ayvaz, köyüne geri döndü. Âdem ile Havva’yı dahi görmüş bu kadim, bu eski, bu sırlarla dolu sulara, Fırat’ın kıyısına, doğduğu topraklara geri döndü Ayvaz. Ve sanki toprağın, havanın niteliğindeki bir huymuş, bir mevsimmiş gibi, bir çığırın başlayışı, bir çığırın bitişiymiş gibi döndü. Anasının, o küçük Senem’in, bilmem kaç sene önce, bir yaz günü, davullar, danslar ve çığlıklar eşliğinde bir kayığa bindirilip Seydi Vakkas’a teslim edildiği bu harap, bu bedbaht köye, işte, bir kez daha geri döndü Ayvaz.”

Ayvaz son kez dönüyor köyüne ve Fahri Dayı’ya. Amacı vedalaşmak. Geçen onca yılla birlikte dünya da düzen de değişmiş. Bir devrin kapanışını haber verircesine Ayvaz köy korucularınca tanınamıyor, şüpheli, takip edilmesi gereken bir zat olarak görülüyor. Fahri’nin evinde Melike’yle karşılaştığında ise, onun kendilerinden sonra bilgiyi teslim edebileceği yeni kişi olduğunu anlıyor. Fahri, Ayvaz ve Melike sessizce ortak bir paydada buluşuyorlar. Birbirlerinin dillerinden, bakışlarından, tavırlarından anlaşıyorlar.

“Melike onlarla aynı ulustandı.”

İkinci kısmın önemli ayrıntılarından biri epigraflar. Artık kurgusal bir kitaptan alıntılar yok. İlk epigraf Heisenberg’in belirsizlik yasasından. Bu bizi kuantum yasasına, belki de kuantum kozmolojisine götürüyor. Sanki bundan sonra anlatacaklarını bilimsel bir dayanağa bağlamaya çalışıyor yazar. Yer değiştirme, zamanda sıçrama ve belirsizlik kuantum fiziğinden mi kaynaklı? Elektronların hızının ve yerinin aynı anda hesaplanamayışı mı, Melike’nin yaşadıklarının nedeni?  Edebi bir romanda böylesi bir sıçrama cesaret istiyor doğrusu. Sonra, epigraflar başka bir kutsal kitabın sureleri oluveriyor. O zaman da her şeyin önceden yazılarak planlandığı ve vakti geldiğinde yaşama geçirildiği yani kader mesajı alınıyor. Sonuçta yazar Ayvaz’ın hikayesini çözümlememizde bize üç yol sunuyor. Edebiyat, bilim ve ilim. Açık uçlu anlatımlarıyla, neye inanacağı konusunda okuru özgür bırakıyor. Bu kısımda dikkat çeken diğer şey de Melike’nin bir yeraltı sığınağında bulduğu kitabın yazıları. Ortadoğu dinleri ve dilleri üzerine ders veren bir akademisyen olmasına rağmen daha önce hiç görmediği bir yazı çeşidi. Birtakım simgeler, ikonlar, enigmatik işaretlerle dolu. Tütüncü, Süryani ve Ayvaz arasında sır olarak saklandığı da görülen bu gizemli kitabın, romanın sonunda ortaya çıkışı hikâyeye ezoterik bir bakışla bakmayı da doğrulayabilir. Çünkü Melike kitabı okumayı başarıyor ve ezoterizme göre ancak inisiyanyonunu tamamlamış, derin bilgileri kavrayabilecek yetenekteki kişiler o yazıları okuyabiliyor.

Milan Kundera’nın romanın doğasına ilişkin, roman gerçekliği değil varoluşu inceler, varoluş olup bitenler değildir, insan olanaklarının alanıdır, insanın olabileceği her şey, yapabileceği her şeydir tespitiyle sonuca doğru ilerlesek, Mehmet Kabakçı’nın Yedi Düvelin Ecnebisi adlı romanında var oluşun, kimliğin, aidiyetin peşine düştüğünü söyleyebiliriz. Yazar, Ayvaz’ın hikayesini yer yer gerçekliğe, yer yerse düş gücüne bırakarak aktarıyor bize. Romana hizmet edecek argümanları rahatlıkla kullanıyor. Tekinsizliği, aydınlanmanın ilk adımı olarak görüyor. “Çark dönüyor” diyerek, bunun çağlar öncesinden başlayıp sonsuza değin sürecek bir serüven olacağını da sezdiriyor. İnsanın içindeki anlamlandırılamayan boşlukların yaşadığımız coğrafyanın, felaketlerin, mutsuzlukların, unutuşun, ötekileşmenin, sevilmenin veyahut sevilmemenin etkisiyle açıldığının, illa ki kapanması gerektiğinin, kapanmadığı takdirde huzura kavuşulmadığının izleklerini veriyor. Yürünecek yol elbette insana kalmış. Kabakçı bu yollarda tökezlemeden ilerlemek adına çeşitli haritalar öneriyor, ancak en önemli haritanın kitaplar olduğunu belirtmeden de geçmiyor.

Yedi Düvelin Ecnebisi
Mehmet Kabakçı
Vacilando Kitap
Roman / 135 sayfa

Veveya Kitap 18 / 05 Mayıs 2024

Veveya Kitap 18 / 05Mayıs2024
Yukarı