Ruhun Büyülü Taşrası / Mert Bakıcı

Bekir Göl’ün ilk kitabı Günlere İnen Perde, Romanoku Yayınları aracılığıyla 2024 Şubat’ında edebiyat okuruyla buluştu. Eser, “Sadık’ın Kumruları”, “Gün Ağrıması”, “Siyah”, “Balaban Ekrem ve Bernardelli Hemingway”, “Çığlıkdere”, “Yazgı Çentikleri”, “Bir Rüya İçin Ağıt” ve “Günlere İnen Perde” olmak üzere sekiz öyküden oluşuyor. 

Günlere İnen Perde’nin öykü karakterleri kırsalda yaşayan; gerek kendi hayatlarının gerekse de bulundukları çevredeki başka hayatların dışında ve kenarında kalma psikolojisinin ağırlığı altında varoluşsal kaygılarıyla yüzleşen kişilerdir. Bu eksende fazlasıyla yalnız, içe dönük ve karamsar bir karakter yapısı teşkil ederlerken çeşitli temalar kimi zaman büyülü gerçekçi bir atmosfer içinde kucaklıyor okurunu. Öykülerin bağlam bahsindeki uzamsal birliği, metinlerde köy ve taşra vurgusuyla karşımıza çıkar. Ancak buradaki köy algısının geleneksel bir yaklaşımla toplumcu gerçekçi yapıda meydana gelmediğine dikkat çekmek gerekir. Öykülerdeki köy/taşra algısı köylünün sorunlarını, gündelik dertlerini ihtiva edip işleyen bir kimlik taşımaktan uzaktır; karakterlerin içsel buhranlarına, hezeyanlarına, tuttukları yaslara ve varoluşsal mesellerine ayna olup yoldaşlık eder çoğunlukla. Birbirlerine karakter yapısı ve mizaç itibarıyla da son derece benzerlik gösteren kurgu kişileri, ekseriyetle aynı köyde yaşayan, komşu olan kişilerdir. Nitekim “Sadık’ın Kumruları” öyküsünde yer alan avcılardan biri “Balaban Ekrem ve Bernardelli Hemingway” adlı öyküde metnin başat karakteri suretinde karşısına çıkar okurun. Kurgu kişileri arasındaki bu tutarlı tavır, diğer öykü karakterlerinin hayattan yana istediklerini alamamış, kırgın, melankoliye meyyal ve yalnızlıklarına düşkün olma gibi mizaç özellikleriyle örtüşür. Dolayısıyla çevre/mekân noktasındaki komşuluk bununla sınırlı kalmadan karakter yapısı ve kişilik bahsinde de kendisini belirgin kılarak öykü kişileri arasındaki ruh akrabalığını meydana getirir. Kurgu kişilerinin melankoliye ve yalnızlığa düşkün bir yapı ortaya koymaları, intihara meyilli karakterler olmalarıyla da açıklanabilir. Nitekim ölümü ve ölüm hissini yaşamdan ayrı düşünmeyerek kanıksarlar.

Yas temi, öykülerde sıklıkla kendisine yer bulacak kadar yoğun işlenmiş; hatta eserdeki öykülerin neredeyse tamamına sirayet eden bir görüntü açığa çıkarır. Kurgu karakterlerinin yaşadıkları kayıplar, yaşamlarını çok büyük ölçüde ve telafisi mümkün olmayan, geri dönülemez surette etkilemiştir; kaybın yaşandığı andan itibaren yas tutmanın getirdiği suskunluğa bürünerek başka insanlardan, hayatlardan kaçma eğilimine bırakmıştır yerini. Bu bağlamda da son derece içe dönük ve münzevi karakterlere sahip olduklarını dile getirmek gerekir.

Büyülü Gerçekçilik

Büyülü gerçekçilik kavramı, edebi metindeki sıradan ve tekdüze nesnelliği yapboz ederek gerçekçi düzlemde seyir alan kurgunun alışılagelmiş olaylar zincirini kıran, aklî gerekçeler ve mantık ekseninde çözüme kavuşturulamayan durumlara işaret eder. Bu hususta fazlasıyla dikkat isteyen nokta büyülü gerçekçiliğin fantastik edebiyatla karıştırılmaması gerekliliğidir; çünkü büyülü gerçekçilik en nihayetinde bir gerçekliktir, yeni bir evren/dünya yaratmaz, var olan dünyanın içerisindeki gerçekliğe tutunur.

Büyülü gerçekçilik anlayışının kurgu karakterleri açısından hayat karşısında daha ziyade pasifize olmuş bireylerde gün yüzüne çıkması, onların kendi yaşamlarının iplerini sıkıca ellerinde tutamamalarıyla bağdaşır. Nitekim Günlere İnen Perde’nin kurgu kişileri de pesimist, yalnız, içe dönük ve pasif karakterde olma gibi nitelikleriyle büyülü gerçekçiliği âdeta davet eden bir yaklaşım sergilerler.

“Sadık’ın Kumruları” adlı öykünün başrolündeki Sadık karakteri, günlerini tarlasında çalışarak geçiren, akşamlarıysa köy kahvesine oturup etrafındaki insanları seyrederek konuşmaları dinleyen yalnız bir adamdır. Nitekim Sadık’ın mutlak bir yalnızlık içerisinde oluşu, kahvehaneye uğradığı akşamlar daha bir gözüne çarpar okurun; hem bir ailesinin olmayışı hem de köy kahvesinde, birbirlerini evvel zamandan beri tanıyan insanlar arasında dahi iki çift laf edebileceği, dertleşebileceği kimsesi bulunmayan Sadık, olaylara ve hayata karşı tamamen seyirci konumundadır. Kahvede kulak misafiri olduğu bazı konuşmalara rahatsız olsa dahi hiçbir tepki vermez; içinden söylenerek ‘seyirci’ tavrını eksiksiz biçimde yerine getirmeyi sürdürür. Yalnızlığını mütemadiyen düşündüğü Misli adındaki bir kadının hayaliyle bastırır. Tıpkı Sadık gibi gündüzleri arazisinde çalışan, genç ve emekçi bir kadın olan Misli’yi, Sadık tarlasını işlediği sıradan günlerinin birinde tesadüf edip sevdalanır; ancak daimi surette kendisine eşlik eden iki ağabeyinden dolayı bir an olsun yalnız kalamayan genç kadını kaçamak bakışlarıyla göz ucuyla süzebilir; bu sebeple de Sadık’ın hayal dünyasında hayli geniş bir yer tutmaya başlar Misli, yaşadığı köyde her zaman gördüğü, çok sevdiği kumrularla özdeşleştirir onu. Sadık’ın hayatındaki her duruma, olaya karşı sürdürdüğü seyirci kalan pasif yaklaşımı bu çerçevede büyülü gerçekçiliği çağıran bir boyut kazanır. Öyle ki Sadık’ın Misli’ye duyduğu aşkla ve çözümsüzlükle başlayan süreç, köyde birtakım garip hadiselerin baş göstermesini beraberinde getirir. Köye musallat olan kumruların ahalinin huzurunu ve düzenini alt üst etmesi, Sadık’ın kendi düşsel aleminde Misli’yi ve kendisini kumrularla özdeşleştirmesinin ardından vuku bulur. Bu noktada devreye giren büyülü gerçekçilik, Misli ve Sadık için köye akın edip ahaliyi sürekli rahatsız edecek, uykusuz bırakacak kadar etkin bir rol üstlenir. Sadık’ın otoriteye baş kaldıramayan etkisiz tavrı yerini köy halkının tüm huzurunu kaçıracak, bozacak denli güçlü olan kumrulara bırakır. Sadık’ın psikolojik bağlamda ve Misli’ye duyduğu aşkta hissettiği huzursuzluk, kumrular aracılığıyla halka halka genişleyerek köye sirayet eder. Bölgede yaşanan olaylar tüm gerçekliğiyle devam ederken köylülerden biri olan Heybeci Ali’nin delirerek tıpkı kumruların çıkardığı seslerin insanlar tarafından yorulduğu “Huzuuuuuuryok” diye bağırması ve bir kumru olup uçup gittiğinin söylenegelmesi büyülü gerçekçiliğin dozunu artırır.

“(…) Paranın huzur getireceğine inancı tam olan Heybeci Ali, dağlardan delirerek dönmüştü. Köyün içinde bir müddet eğlendikten sonra Yardibi mevkisinde gaiplere karıştı. Bir kumru olup uçup gittiği söylendi.” (GİP, s. 23)

“Çığlıkdere” başlıklı öyküde de “Sadık’ın Kumruları”ndaki Sadık karakterine benzer biçimde, anne ve babasını kaybettiğinden kimsesiz kalmış; köyde yalnızca çocuklarla iletişim kurabilen Nesim adlı kurgu kişisi mevcuttur. Uzunca bir süredir rüzgarların uğramadığı Çığlıkdere’de ikamet eden köylünün çaresizliği, anlatıcı ses tarafından en başından etraflıca tasvir edilerek büyülü gerçekçi hadiselerin meydana geleceği satırlara zemin hazırlar. Nesim karakteri, tıpkı Sadık gibi köy halkı tarafından ötelenen, deli addedilen, ‘dışarıda kalmış’ bir isimdir; dağlarda yalnız başına dolaşarak ateşler yakmasıyla, anne ve babasından kalmış giysileri onları hatırlamak ve anılarını yaşatmak maksadıyla kendi kıyafetlerine yama yapmasıyla Nesim, hem dış görünüşü hem de tavırlarıyla kendisine biçilmiş deli savını destekleyici bir tutum sergilese de Nesim’in derdi ve niyeti başka insanlar nezdinde anlaşılmaz.

Durum böyleyken Nesim karakterinin de toplum tarafından pasifize edilmiş, otoriteye baş kaldırmadan kendi dünyasında, kimsenin hayatına müdahil olmadan ömrünü idame ettirir bir şahsiyet taşıması kaçınılmazdır. Son derece karanlık, distopik ve kaotik bir atmosferde vuku bulan hadiselerin yol açtığı çözümsüzlük düğümü, Nesim’in her daim içine attığı kederden ve çok sevdiği çocukların ölümünü elinden bir şey gelmeden çaresizce izlemesinin yarattığı öfkeden ötürü en sonunda delirmesiyle nihayet bulur. Büyülü gerçekçilik, Nesim’in bir rüzgâr olup Çığlıkdere’de esmeye başlamasıyla karşısında belirir okurun:

“(…) Nesim’in diğer yanı da bu feryat figanlara dayanamayarak derenin analar gibi çığlık atan sesinden kalkıp dağlarda rüzgârı aramaya çıksa da onu bulamıyordu. Rüzgâr için Tanrı’ya yalvarıyordu ve Tanrı sonunda ona ruh diye rüzgârı üfleyince Nesim bir rüzgâra dönüşüyordu. Kasıp kavuran bir rüzgâr olup süzülmeye başlıyordu koyaklardan. (…)” (GİP, s. 44)

Sonuç olarak Günlere İnen Perde, taşranın kendi kabuğuna çekilmiş; dış dünyadan soyutlanarak izole olmuş hâllerini, öykü karakterlerinin bireysel trajedilerini, içsel çatışmalarını, yalnızlıklarını ve hezeyanlarını varoluşçu bir zeminde büyülü gerçekçi unsurlarla harmanlayarak günümüz öykücülüğünde özgün bir okuma deneyimi sunuyor. Öyküler üslup bağlamında taşranın şiirselliğine yaslanarak gündelik hayattaki sıradan/tekdüze şeklinde nitelendirilebilecek kişilere başka bir pencereden bakmayı arzuluyor.

Günlere İnen Perde
Bekir Göl
Romanoku Yayınları
Öykü / 60 sayfa

Veveya Kitap 16 / 05 Nisan 2024

Veveya Kitap 16 / 05Nisan2024
Yukarı