Sistemin Kayıp İlanı / Başar Yılmaz
Bir kız çocuğu, kayıp ilanındaki fotoğrafında, üstünde iri ilmekli beyaz hırkası, kollarını garip bir biçimde –acemice de denebilir- kavuşturmuş gülümseyerek bakıyor.
9 Eylül 2009 gününden bu yana kayıp
Sabatier Marina, 8 yaşında
***
2009 yılında Fransa’da yaşanan gerçek bir olaydan ilham alarak yazılan Sakar (La Maladroite) Alexandre Seurat’ın 2015 yılında kaleme aldığı ilk romanı ve geçtiğimiz günlerde Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
Sabatier Marina davasının mahkeme süreci boyunca tanıkların ifadelerinden yola çıkarak anneanne, teyze, abi, öğretmen, okul müdürü, okul doktoru, çocuk refahı görevlisi, sosyal hizmet uzmanı, savcı ve jandarmayı içeren polifonik anlatı ile kurgulanan Sakar, geniş bir çemberin aile içi sistematik şiddet sarmalına karşı aymazlık ve bilinçli körlüğünü ele alıyor.
Diana (Sabatier Marina), üç kardeşi ile birlikte, karşıdan kibar oldukları kadar ilgili görünen anne ve babaya sahip bir çocuktur. Diana’nın anneannesi, kızının bir yıl önce erkek arkadaşından Arthur’u doğurmuşken yeniden gebe kaldığı haberini verdiğini aktararak başlar. Daha karnındayken bebeğe yabancılaşan, anonim doğum yapma kararı ve bebeğin doğumda öldüğü yalanı ile onu terk eden anne, bu fikirden sonradan vazgeçip onu hastaneden geri alacaktır.
Alelacele bir isim kondu. Diana. Bir prenses adı; ama canlı canlı yanmış bir prenses.
Şiddetin aktörleri
Anne ve babanın Diana’ya yönelik birtakım tuhaf tavırları ve orantısız cezaları anneanne ve teyzenin dikkatini çekse de çekirdek aileye en yakın o iki figür de çocuğa duygusal anlamda ulaşmak ve konuya müdahil olmak adına gerçek bir adım atmaz.
Okul kamusuna girdiği günden itibaren Diana’nın hikâyesi daha da tuhaflaşarak ilerler. Öğretmeni ve okul müdürü onun biraz garip olduğunu fark eder. Hafif bir gelişim geriliği ve sosyal davranış bozukluğu fark edilir Diana’da. Okula çağrılan anne babanın Diana’nın kardeşlerini de dâhil ederek sergilemeye çalıştığı görünürde neredeyse kusursuz aile tablosunun defoları aşikârdır aslında: Diana’nın vücudunda hemen her gün farklı bir bölgede fark edilen yaralar, morluklar, kızarıklıklar… Tüm bu izlerin nedeni sorulduğunda ise ailenin cevapları ya ağabeyi ile birlikteyken yaşanan oyun kazalarına ya da Diana’nın sakarlığına dayanır.
Diana, farklılığının körüklediği akran zorbalığına uğradığında dahi bu despotlukta bir tuhaflık görmez hatta gülümseyerek kabul eder. Kendine yönelik şiddeti, despotizmi o yaşta olağan görmeye başlayan bir çocuktan bahsediyoruz. Korku ve yapılanları başka bir şekilde açıklayamama hali ile şiddetin aktörleri ile ağızbirliği yapan bir çocuk…
“Peki sırtındaki?”, “Çarptım”, “Ya karnındaki?”, “Düştüm”; hepsinin nerede ne zaman olduğunu anlatıyordu ve sakin biçimde ekliyordu: “Ben çok sakarım”
Sistemin kimliksiz aparatları
Seurat, araya girmeden, yargılara yaslanmadan, hüküm vermeden biçimlendirdiği romanında, bir yandan da hiçbir şiddet sahnesi göstermeden o kirli gerçekliği sinir uçlarımızda gezdiren, gerçeğin ağırlığını hissettiren bir manzara ortaya koyuyor.
Anlatıda söz alan karakterlerden kimi kendi elinden bir şey gelmeyeceği savıyla temize çıkmaya çalışırken, kimi ise engel olamamanın üzüntüsünü taşır. Gelgelelim, bu figürlerin ortak iki noktası vardır: Bu trajediyi üreten aygıtın işleyişine müdahalede bulunmamak ve kimliksizlikleri. Öyle ki romanda Diana ve abisi Arthur dışında hiçbirinin ismi yok. Fiziksel veya psikolojik şiddetin etki ettiği bu iki karakter bir kimliğe sahipken diğerleri şiddeti uygulayan aygıtın bilinçli veya bilinçsiz aparatlarıdır ve kimliksizdirler.
Artık sınıfımı görmüyorum, öğrencilerim siyah beyaz kareler halinde donuyor ve aralarında Diana var: Bir tek o, siyah beyaz ve hareketsiz değil, onun tehlikede olduğunu biliyorum, bana yapabileceğim bir şeyi sabırsızlıkla bekler gibi bakıyor. Ama karabasanda her şey için artık çok geç olduğunu biliyorum, bana bakıyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum; beni bağışlamasını isterdim…
Kutsal aile
Şüphe ve vicdan duygusu koruma refleksini harekete geçirse de hikâyedeki her eylem bir süre sonra sönükleşmeye mahkûmdur. Görüşme girişimleri anne ve babanın konuyu manipüle etmesi ile sonuçsuz kalmakta, soruşturmalar belli bir kerteden itibaren aileye dönük imtiyazlarla işlerliğini yitirmektedir. Kutsiyetin zırhı ona yönelen her cılız çabaya karşı sert ve geçilmezdir. Sistemin sakarlığı korumasız bireye atfedilir.
Başkaca ispata gerek olmayan görünür gerçeklik, ateş topu gibi elden ele gezer ve o topun söndürülmesi akıllara gelmez. Burada “akla gelmemesi” tabirini ironi olarak kullanıyorum ebette. Kutsiyet zırhı ile kaplı bir çekirdeğe sahip o ateş topunu kim suya atmaya cesaret edebilir ki? Sistem aygıtları ve bu kutsiyeti kayıtsız şartsız içselleştirmiş olanlar değil elbette.
Devlet dediğimiz mekanizmanın en küçük ama bir yandan da en mihver dişlileridir aileler. Ailelerin varlığı, o mekanizmanın istikameti, işlerliği ve devamlılığı için hayati öneme sahiptir. Bu yüzdendir ki devlete atfedilen kutsiyet, onu ayakta tutacak o en ufak ve nadide parçanın da muhteviyatında bulunmalıdır.
Bireyi, erkin tahakkümü ve aile içi şiddetin boyunduruğuna sokan bu kutsiyetin yansımasını devletimizin 2021 yılında İstanbul Sözleşmesi ‘nden çıkma kararı ve beraberinde gelen tartışmalarından da okuyabiliriz. Aile içi şiddetin önüne geçilmesine yönelik 2011 yılında İstanbul’da imzaya açılan ve ülke olarak ilk imzacısı olduğumuz bu sözleşmeden, aile yapısına zarar verdiği savı ile çıkılması meseleyi gözler önüne sermeye yetecek güncel bir örnek sanırım.
Alexandre Seurat, Bianet dergisine verdiği mülakatta, Sabatier Marina mahkemesi sürecinde çalışmayan sistemin tamamının görüldüğünden bahseder. Sonuçları itibariyle de devlet yine kendi sistemini korumuştur.
Palyatif toplum
Sakar’ın hikâyesinde Byung-Chul Han’ın kitabında ele aldığı “Palyatif Toplum” kavramına da değinmeden geçmemeli. Diana’nın etrafındaki etkisiz tutum, biraz da her şeyin üstünü örtmeye meyilli, sıkıntı ve acılardan sakınan palyatif toplum psikolojisini örneklemekte. Latince’de örtü anlamına gelen ‘pallium’ kelimesinden türetilen palyatif kavramı, topluma uyarlandığında, acı yaratacak her durumdan kaçınan, sistematik bozuklukların üstünü örtmeye çalışan kolektif tavır akıllara getirmektedir. Yüzleşme ve mücadele, kendini uyum ve teslimiyetçiliğe bırakır ve hisler palyatif alana yerleşir. Byung- Chul Han’ın “Palyatif Toplum- Günümüzde Acı” kitabında değindiği gibi: “Acı bağ kurmaktır, farktır, gerçekliktir, sanattır, hayattır. Oysa günümüzde acı kendini ifade yolu bulamadan engellenir ve bir çıkmaza dönüşür”
… başka bir ailede ve başka bir dünyada olsaydık, o kendisi olabilseydi ve ben kendim olabilseydim, ağabey ve kız kardeş gibi olabilir miydik, demek istiyorum ki olduğumuz kişiler olmasaydık, o kendisi olmasaydı ve ben kendim olmasaydım, olmuş olacağımız o başkaları, ağabey ve kız kardeş olabilir miydi?
Sakar,
Bir örtbas anlatısı.
Öyle ezberden coğrafyanın az gelişmişliği veya savaşın yarattığı acımasızlıkla da ilişkilendirilemeyecek bir medeni (!) ülkede, gözümüzün içine bakan bir çocuk yüzü.
Sistemin kayıp ilanı; kendi yok ettiği yaşamlardan birini düzmece bir arayışla duyuran…

Sakar
Alexandre SEURAT
Çeviri: Nesrin Demiryontan
Metis Yayınları
Roman / 120 sayfa
TÜM SAYIYI OKU ve/veya İNDİR ▼
Veveya Kitap 21 / 05 Ağustos 2024
KAPAĞI TIKLA ▲