Trak Gelirse Yaşama / Turhan Yıldırım
Serkan Türk’ün Nisan 2024’te Everest Yayınları tarafından yayımlanan romanı Trak, anlatımda şiir dilinin öne çıktığı bir eser. Yazarın ikinci romanı olmasıyla birlikte bu dilin romanın tamamına sirayet ettiğini görebiliyoruz. Serkan Türk’ün ilk romanı Ausgang’ta bunu daha çok bölüm sonlarında yer alan şiirlerle görüyorduk. Trak’ta ise yüz seksen sayfa boyunca kimi paragraflarda bu güzel, incelikli dilin varlığına şahit oluyoruz. Kitabın olay örgüsüne geçmeden ve anlatıcıdan bahsetmeden önce bir alıntıyla ne demeye çalıştığımı örneklemek istiyorum.
“Sesin kamburlaşmasına yol açan bu anı tortularını silmek süpürmek elimizden gelmiyor. Bunu yapabilenlere deli ya dâhi diyoruz. Ne deliyim ne dâhi! Kendimi tanımlamam gerekirse, merakı nazar boncuğu gibi yakasında taşıyan bir öğrenciyim, diyebilirim.” (s. 35)
Yazarın ilk romanı Ausgang 2020 yılında Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlandı ve okurunun gösterdiği ilgiyle altı baskıya ulaştı. Almanca “çıkış” anlamına gelen Ausgang, ismiyle de dikkat çekiciydi. Serkan Türk’ün yeni romanında da benzer bir durum söz konusu. Trak’ı ilk gördüğümde adıyla bana çağrıştırdığı bir tiyatro terimi olan “trak gelmesi”ydi. Romanı okurken ister istemez zihnim hep bu kavramın etrafında dönüp durdu. “Trak gelmesi”, oyuncunun sahneye çıktığında veya oyunun içindeyken rolünü unutması anlamına gelmektedir. Yaşamda öyle anlar var ki tıpkı tiyatro sahnesinde olduğu gibi korkuya kapılarak ne yapacağını bilmez duruma gelebiliriz. Bu romandaysa ismini bilmediğimiz birinci şahıs anlatıcı, yaşamının en başında büyük bir darbe yemiş. Belki çok daha farklı bir rolü olacakken hayatta, bambaşka bir karaktere bürünmek zorunda kalmış. Anlatıcımız ikiziyle birlikte doğmuş fakat kardeşi doğumdan hemen sonra ölmüş. Bu durumu atlatamayan ebeveyninden dolayı onu nine halası yetiştirmiş. Romandaysa “trak” ifadesini yalnızca bir yerde ve çok daha farklı şekilde okuruz.
“Bir tiyatro oyununda rolünü unutan oyuncunun repliğini hatırlamaya çalışması ne ise, bir yazarın hikâyesinde sonraki cümle de böyle boşluklarla, belirsizliklerle gelir, sonradan tamamlanır.
Bay Ferrante metin boyunca zaman zaman bu traklarla durup durup hatırlıyor ve hatırlatıyor insanın ne olduğunu, ne olmadığını.” (s. 105)
Anlatıcımızın gençliğinden beri hayran olduğu yazardır Bay Ferrante adlı kurmaca karakter. Hatta kitabın açılışında kendisinin yazarın evini habersiz ziyaret edişini görürüz. Sonraki zamanda bir kez daha oraya gider. Anlatıcı, bir burs programıyla İtalya’ya gitmiş ve orada hiç bilmediği bir hayatın içine dalmıştır. Burada, Bayan Zofia, Rafal, Josef, Sonja’nın yer aldığı karakter kadrosuyla karşılaşırız. Her birinin doğaldır ki farklı yaşanmışlıkları vardır. Anlatıcı hem Bay Ferrante’nin romanlarından çıkan hikâyeleri hem de dünya tarihinin can acıtıcı olaylarını kendi ağzıyla bir yansıtıcı olarak anlatır. Tabii ki ülkesinden, nine halasından, anne babasından, ölen ikizinden, yatılı okul hayatından ve en iyi arkadaşı Uğur’dan da bahseder. Tüm bunları aktarırken bir anda anlatımın yönünü değiştirip adeta sözlü bir hikâye anlatıcısına dönüşür. Sanki romanın kahramanı değildir de bizleri dünyanın çeşitli yerlerinden ve memleketinden çeşit çeşit hikâyeleri anlatan biridir.
“Kaç mevsim sonra, yaşanmış bir olay dillendirilirken, acaba gerçekten anlatıldığı gibi mi olmuştur, anlatanın hayal gücü de karışmış mıdır olaya, diye düşünmeden edemez insan. Dinleyen her şeyi göze alır. Kurdun dağdan inip koyun ağılına sızmasını kabullenir baştan. Domuzun ormandan çıkıp mısır tarlasını talan edişini, sisin her şeyi içine alır gibi görüş mesafesini yutuşunu…
İki yıl önce evlenip bu köye gelin gelmiş, hikâye anlatıcımız genç kadın.” (s. 96)
Görüldüğü gibi romanın anlatıcısı her ne kadar birinci şahıs olsa da karşımızda, farklı zamanlardaki pek çok olayı bizlere yansıtan bir ayna vardır. Buradaki anlatıcı tipine birinci şahıs anlatımda genelde pek denk gelmeyiz. Ayrıca romanda diyaloglar yerine “dedi” ve “diyor” ifadeleriyle isimsiz anlatıcının kitapta yer alan başka karakterlerden bize aktardığı bir anlatım şekli de bulunmaktadır.
“Zihnimdeki görüntüyü görmüş gibi, kimbilir o müzisyenlerin başına neler gelmiştir, diyor Zofia.
Şimdinin ünlü piyanisti tuşlara bastıkça korkunç sesler çıkarıyor piyanodan. Oynak bir melodiyi bırak, düzgün bir sesle bile çıkmadığını duyan askerlerin tuhaf ve sorgulayan bakışları altında ter döken babanın gerginliğini…
Bu küçük hikâyeyi anlatıyorum Zofia’nın sözleri üzerine.
Kitaplar, diyor, dünyanın en sihirli şeyleri.” (s. 32)
Trak’ın ilk bölümünden itibaren metinde yer alan Bay Ferrante’ye ve onun romanlarına geçmek istiyorum. Bu romanlar anlatıcımız hayatında ta yatılı okul günlerinden beri çok önemlidir. Kimi bölümlerde de gördüğümüz üzere bu hayali romanlardan ara ara bazı hikâyeler anlatıcının aktarımıyla okura sunulmaktadır.
“Bay Ferrante’nin romanında, katil kahramanın ilk cinayetinden bahsedilen o bölümde çarpılmıştım. Ben, diyordu, ilk önce ikizimi öldürdüm. Bir köpek öldürmeyi yeğlerdim ama tuttum benden yarım saat erken dünyaya gözlerini açan kardeşimi boğdum. Çocukluğumuzda ondan nefret ederdim. Annemiz zevksiz bir kadındı. Bana ne alırsa ona da aynısından alırdı.” (s.107-108)
İkiz kardeşinin ölümüyle adeta bir bedende iki kişilik bir ömre mahkûm olan anlatıcıyı çok etkileyen bu roman kurgusu, Trak’taki ana hikâyeyi de bizlere anlatıyor. Bay Ferrante’nin romanları haricinde kitapta bir de geçmişin pek çok acı olayını görebiliyoruz. Bunlardan ilki anlatıcının İtalya’da yaşadığı evde ikamet eden doksanındaki Rafal. Auschwitz toplama kampından tesadüf sonucunda kurtulan yaşlı adam, kitapta göreceğimiz dünya tarihinin can acıtıcı olaylarına dair anlatımın da başlangıcı.
“Rafal’ın gaz odalarında imha edilen onca insandan biri olmaktan nasıl kurtulduğunun hikâyesinin, ne kadar doğru anlatılsa da bugün bile kimseyi ikna edemeyeceğinden, kendisinin elbette bir tahmini olduğundan bahsediyor.
Hepsi hastalanıp ölsün diye kış günü soğuk suya maruz bırakılan yetimlerin böylesi bir işkenceye dayanamayacakları elbette biliniyordu, diyor.” (s.31)
Ölen amcasının cenazesine giden Filistinli Josef’in yaşadıkları, Trabzon’daki Rus pazarında satıcı kadının tezgâhındaki madalyalar, Bayan Zofia’nın anlatımıyla Irak ve Saddam Hüseyin’i de romanda görürüz.
“1979’du, Saddam henüz devlet başkanı olduğu o zaman da böyle bir sonun onu beklediğini biliyordu. Kötüler er ya da geç başlarına gelecekleri tahmin edebilirler. Öngörü onların alınyazısıdır bir bakıma.
Biz, dünyanın neresinde doğmuş olursak olalım, kötülüğün ırkı ve dili ne olursa olsun, her türlüsüne karşı birleşemediğimizden bu savaşlar.
Irak, senin ülkenle komşu. Komşuların kaderleri de birbirine benzer.” (s.87)
Trak’ın sonlarına doğru yeniden Bay Ferrante’yle buluşuruz. “Bizi Öldüren Şeyler” bölümünde anlatıcının bulunduğu kampüste yazarın söyleşisine tanık oluruz. Yaşamla ilgili pek çok tespitini buradan öğreniriz. “Çit” adlı bölümdeyse anlatıcı Bay Ferrante’nin evine gidişlerinden bahseder ve aşağıdaki alıntıdan da görebileceğiniz gibi yazmayla ilgili sorularını zihninde sıralar:
“Bir yazar, yazacağı konuları nasıl bulurdu, baştan ne anlatacağını tasarlar mıydı ya da yazdıkça önünde belirir miydi yazacakları? Rüyada gördüğümüz sahneler gibi mi olurdu? Hikâyeyle alakası olmasa da, okuru şaşırtmak için türlü numaralara başvurur muydu? Bunları merak ediyordum ama belki sonraki karşılaşmamızda sormam daha doğru olurdu.” (s.172)
Anlatıcının sorularının bir bakıma cevabı da Bay Ferrante’den bir sonraki bölüm olan “Av Köpeği ve Nisgil” kısmında geliyor. Bay Ferrante ile Umberto Eco’nun yıllarca süren mektuplaşmalarının yayımlanacağına dair bir haberi görür anlatıcı. Eco’nun vefatından sonra onun hakkında kaleme aldığı bir yazıdan bahseder. Bay Ferrante’nin yazısında, yazmaya dair şu cümleler yer alır:
“Bay Ferrante, hikâyelerimi burnumla bulurum, diyordu yazının bir yerinde.
Biz yazarlar av köpekleri gibiyizdir. Nerede olursak olalım mutlaka kokusunu alabiliriz iyi bir hikâyenin. Ormanların içinde, nehirlerin dibinde, apartmanların arasında, güvertesinde bir vapurun, yalnız parklarda, okul sıralarında, kır düğünlerinde, tren yolculuklarında, piramitlerin arasında yahut bir serada bulabiliriz o kokuyu.” (s.173-174)
İncelememin sonunda şunları söyleyebilirim ki Serkan Türk’ün ikinci romanı Trak, incelikli şiirsel dili, farklı bir anlatım şekline sahip birinci şahıs anlatıcısı, geçmişin acılarını alttan alta işleyişi, yaşamla insana dair pek çok felsefi sorunu irdelemesi, 180 sayfa boyunca aksamayan anlatı yapısı, roman içinde anlatıcı vasıtasıyla pek çok yan hikâyeye yer verebilmesi ve nihayetinde yazmaya ilişkin kimi soruları yanıtlamasıyla gayet başarılı bir eser.
KAYNAKÇA
Türk, Serkan. Trak. İstanbul: Everest Yayınları, 2024.
Türk, Serkan. Ausgang. İstanbul: Mavi Delta Yayınları, 2020. Kadıköy Boa Sahne. “Her Tiyatroseverin Lugatına Ekleyeceği 60 Tiyatro Terimi”. Erişim 5 Mayıs, 2024. https://www.kadikoyboasahne.com/her-tiyatroseverin-lugatina-ekleyecegi-60-tiyatro-terimi/

Trak
Serkan Türk
Everest Yayınları
Roman / 184 sayfa
TÜM SAYIYI OKU ve/veya İNDİR ▼
Veveya Kitap 19 / 05 Haziran 2024
KAPAĞI TIKLA ▲