Kurşun / Emre Ocaklı

Pencerenin eskimiş menteşelerinden süzülen soğuk, acımasızca göğsüme çarparken sokağın ilk sönecek lambasını tahmin etmeye çalışıyorum. Böyle havalarda mutlaka ikisinden biri bozulur ve kaldırımlardan biri ağır bir gölgeyle silikleşir.

Çoktan gelmiş olmalıydı. Altı üstü birkaç parça süs, biraz kuruyemiş ve meyve alacaktı. Belki de bize birer küçük hediye. Biliyorum, şu an her yer kalabalık; insanlar evlerine dönmeye, evlerinden çıkanlar ise gidecekleri yere koşturuyor. Üstelik hiç sevmez kuru soğuğu. Elinde olsa burnunu bile dışarı çıkarmaz. Kar yağsa da hava kırılsa, der hep.

Annem seslenmese biraz daha üşürdüm ya, sesindeki sertliğe karşı bir şey yapamıyorum. Salona girdiğimde elindeki boş bardakla beni bekliyor. Gözü televizyonda, haber saati yakın. Yüzünde veya hareketlerinde hiçbir farklılık yok. Olması gerekir mi, bilmiyorum. Sonuçta babamı benden daha iyi tanıyor. Onun bu rahat hali salonu dolduran sıcak hava gibi üşümüş göğsümü ısıtıyor.

Fokurdayan çaydanlıktan süzülen buharın örttüğü küçük pencerenin camına bir şeyler çizmek geliyor içimden ama ne çizeceğimi bilmiyorum. Zaten ne çizebilirim ki? Yamuk bir kalp, eğri bir yuvarlağın içine iki küçük daire ve tam ortasına düz bir kısa çizgi veya biraz kavisli adımın ilk harfi? Elimden gelen bu. Camı, yazmaya kıyamadığım, sırf kapağı güzel diye sakladığım defterler veya ajandalar gibi bakir bırakıp bardakları dolduruyorum. Anneme açık, bana demli.

Abimin odasından gelen müzik sesine aldırmadan annemin çayını sehpaya bırakıyorum. Aklım babamda. Eminim çok üşümüştür dışarıda. Kızaran burnu, yıllardır her sonbahar ve kış aylarında sızlayan bacakları düşüyor aklıma. Çok param olsa güneşin asla terk etmediği yerlerde yaşardım. Sürekli dolaşırdım dünyayı; kış kovalar, ben kaçardım. Elim istemsizce elektrik sobasına doğru uzanıyor. Oldum olası ısınmayan, çift çoraba rağmen buz kesen ayaklarımı tam altıma alıyordum ki kapı sertçe vuruluyor. Annemle birbirimize bakıyoruz. Birkaç saniye sonra aynı tonda iki kez daha vuruluyor kapı. Birkaç saattir hiç konuşmayan annem, yaşlanmış bir diktatörü andıran çatallaşmış sesiyle komut veriyor.

“Elleri doludur. Aç kapıyı aç!”

Fırlıyorum yerimden. Kapıyı açar açmaz apartmanın içine sıkışmış keskin soğuk yüzümü tokatlıyor. Bedenimi saran ürperti gözlerini bana dikmiş bakan üç kişi yüzünden yerini korkuya bırakıyor. En öndeki genç adam uzun sakallarını ovuşturup daha önceden hazır ettiği kimliğini gösteriyor.

“Besim Uysal’ın evi mi?”

Başımı hafifçe öne eğip onaylıyorum. Sesim içimde bir yere saplanıp kalıyor. Davet bekleyen bakışları fark edip hafifçe kenara çekilmemle birlikte sırayla içeri giriyorlar. Peşlerinden de o acımasız soğuk.

Küçücük salona giren insanları gören annem yerinden kalkıp öyle bir bağırıyor ki abim odasından deprem olmuşçasına fırlıyor.

Korku dolu gözler görmeye alışkın polislerin yüzündeki donukluk içimi ekşitiyor. Bir an evvel bir şeyler söylemelerini istiyorum.

“Sakin ol teyzeciğim. Polisiz biz. Korkmayın lütfen.”

Annemin korkusunu dindirecek hiçbir kelime yok. Kimsenin yok.

“Besim’e bir şey mi oldu evladım?”

Babamın her akşam yemekten sonra uzanıp televizyon izlerken uyuyakaldığı üçlü kanepeye boncuk gibi diziliyorlar. Biz de karşılarına. Kapıda kimliğini gösteren adam sakinleşmemizi bekliyor. Merakımız umurunda değil. Onun yanındaki ise evin her köşesini iri gözleriyle didikliyor.

“Teyzeciğim, bugün Taksim’de bir çatışma oldu. İki grup arasında. Neden olduğunu bilmiyoruz ama araştırmalarımız devam ediyor. Bu sırada birkaç el ateş edildi. Eşinize bir kurşun isabet etti.”

Annemin attığı çığlık camları titretiyor. Verdiği nefesi tekrar içine çeken annem bu sefer daha güçlü inletiyor camları. Her yer tuz buz. Ellerim, ayaklarım, yüzüm cansızlaşıyor. Hiçbir şey hissetmiyorum. Görünmez bir el omuriliğimden tutup sokağa fırlatıyor beni. Sabahları işe giderken bana yoldaşlık eden, akşamları evden gizlice kapıya indirip yemeğimizi paylaştığımız köpekler günlerce aç kalmışçasına bacaklarımı ısırıyor. Etrafa saçılan etlerimin peşine saklandıkları yerden kan kokusunu alan, daha önce hiç görmediğim fareler koşuyor. Delik deşik asfaltın kurumayan çamuruna bulanan yüzüm kapkara. Gözlerimden kan akıyor. Yırtılan kazağımdan fırlayan memelerime bakıyor sokağımızın adamları. Tanıyorum hepsini. Kimse yardım etmiyor. Yok olmak istiyorum ve yok oluyorum her saniye, kendi içimde kendime yer bulamıyorum.

Annemin nispeten sakinleşen, titrek sesiyle kendime geliyorum.

“Evladım, kocam yaşıyor mu?”

“Şu an hastanede. Detaylı bilgiye sahip değilim ama durumunun ciddi olmadığını söyleyebilirim. Lütfen telaşlanmayın, kısa sürede haber gelecektir.”

Ucu delik çorabını saklıyormuşçasına bir ayağını diğeriyle örten, geldiğinden beri gözlerini yerden hiç kaldırmayan üçüncü polis, sıkıştığı kanepenin ucundan hafifçe doğrulup elindeki telsizi bize doğru uzatıp arkadaşını onaylıyor.

Annem bizi sert bir el hareketiyle ayağa kaldırmaya çalışıyor. Hastaneye gidilmesi gerek. Durumu fark eden abim odasına doğru seğirtirken, televizyon ekranında beliren devasa saat sekizi gösteriyor ve her akşam evimize misafir olan o donuk yüzlü, billur gibi sesli kadın konuşmaya başlıyor.

Bugün öğlen saatlerinde Taksim Meydan’ında slogan atarak yürüyen bir gruba çevredeki insanların müdahale etmesi sonucu arbede çıktı. Polisin biber gazı kullanarak kontrol altına aldığı olaylar yüzleri maskeli başka bir grubun ortaya çıkmasıyla dakikalar içerisinde tekrar alevlendi. Polisin havaya ateş açmasıyla mahşer yerine dönen meydanda çok sayıda yaralı ve gözaltı var.

Nefes almadan dinliyoruz.

Nefes almadan bizi izliyorlar.

Hangi hastanede olduğunu soruyorum ama cevap vermiyorlar. Abim giyinmiş, sessizce salondaki tuhaf durumu anlamaya çalışıyor. Annemin gözleri bizim adımıza onlarca soruyu üzerlerine fırlatıyor.

“Önce size birkaç soru sormamız gerekecek.”

Elinden telsizi bir an olsun bırakmayan, en sessiz polis hızlıca ayağa kalkıyor. Peşinden diğeri.

“Arkadaşlar da evi arayacak. İzniniz olursa elbette.”

Olduğumuz yere çöküyoruz ve ben birer buz parçasına dönüşmüş ayaklarımdan dibe doğru son sürat çekiliyorum. O kadar hızlı çekiliyorum ki çocukluğum, yaşlılığım, görmemek için uykuya dalmaktan korktuğum kâbuslarım beliriyor gözlerimi her açtığımda. Tüm gücümle sıkıyorum gözlerimi; hiçbir şey görmek, duymak, hiçbir şeye tanıklık etmek istemiyorum. Gözlerimi sıktıkça yavaşlıyorum, yavaşlıyorum ve nihayet ayaklarım iç ısıtan bir sıcaklığa değer değmez duruyorum. Etrafımdaki rüzgâr kayboluyor. Korkuyla açıyorum gözlerimi. Bembeyaz bir bulutun üstünde, karanlığın tam ortasındayım. Düşmüyor olmam adım atmamı kolaylaştırıyor. Attığım her adımda kırmızı bir şimşek çakıyor yakınlarımda ve görünür kılıyor karanlığın demir parmaklıklarına hapsolmuş insanları. Her durduğumda karanlığa gömülüyorum ve demir kilide değen anahtar sesleri kulaklarımı sağır edercesine anbean yükseliyor. Hızlanmam gerek. Koşmam gerek. Ne uçabiliyorum ne de düşüyorum. Koşuyorum kan kırmızı şimşeklerin arasında. Hücrelerinden fırlayan yarı yanık insanlar peşime düşüyor. Onları da tanıyorum. İri ve korku dolu gözlerinde benden birer anı taşıyorlar. Bekledikleri gün gelmiş olmalı. Uçurumdan yuvarlanan bir araba gibi nihayet durağımı biliyorum. Güçsüz bacaklarım pes edecek ve arkadan gelen yanık et kokusuna karışıp gideceğim. Kapıyorum gözlerimi, ne olacaksa olsun.

Annemle birbirimize bakıyoruz, sonra da sakallı polise.

“Çatışmada yararlananların kim olduğunu bilmiyoruz. Eşinizin ve diğerlerinin temize çıkması veya suçlanması için bu gerekli. Sizi de duruma göre bir süre misafir edebiliriz.”

Telsizle isimlerimizi bildiriyor.

Babam işten erken çıkıp Taksim’e alışveriş yapmaya gitmişti. Hepsi bu. Slogan attığını zannetmiyorum. Niye atsın ki? Onun tek derdi o soğuktan bir an önce kurtulup evine dönmek. Slogan atanlara da karışmaz. Yanlarından yürür gider. Dönüp bakmaz bile ne diye bağırdıklarına. Zaten korkar öyle kalabalıklardan. Ya maske? Hadi oradan!

İki polis abimin odasını talan ederken ardı ardına sorular soruyorlar. Bunlar ne kaseti, sadece yabancı müzik mi dinliyorsun, ne tür müzik dinliyorsun, namaz kılıyor musun, liseyi hangi okulda okudun, arkadaşlarının arasında uyuşturucu kullanan var mı, bunlar ne kitabı, mahallede Kürtçe konuşan var mı, solcu musun, bu posterlerdeki gruplar kim, içki içiyor musun? Abim hepsine titreyen sesiyle tek kelimelik cevaplar veriyor. Yatağının altına sakladığı onlarca defteri bulunca hazine bulmuşçasına seviniyorlar. Ne yazıyor bunlarda? Öykü mü, ne öyküsü? Ne hakkında? Ne demek genel? Edebiyatla pek ilgisi olmayan polis odadan çıkıp yanımıza geliyor. Önceki sessiz halinden eser yok. Annemin karşısına oturup bir an evvel dişe dokunur bir şey bulmak zorundaymış gibi sorularını sıralıyor. Aslen nerelisiniz? Biliyorum orayı, Alevi misiniz? Ne zaman geldiniz İstanbul’a? Portmantodaki seccade sizin mi, kocanızın mı? Ne zamandır namaz kılıyorsunuz? Alkol alıyor musunuz? Askerlik yapan akrabalarınız var mı? Nerede yaptılar? Sağ veya sol fark etmez, hiç yürüyüşe katıldınız mı? Kime oy verdiniz? Annem tüm sorulara olabildiğince sert ve kesin cevaplarla vermesi ve bunu yaparken sadece polisin gözlerinin içine bakması beni çok şaşırtıyor. O saate iş yerinde olması gerekmiyor muydu? Ha, evet, yarım gün tatil. Ne alacaktı? Ne tür yiyecek? Sizin haberiniz var mıydı Taksim’e gideceğinden? Eşiniz hiç kavgaya karıştı mı? Çalıştığı yerde nasıl işe başladı? Memleketine ne sıklıkla gider? Annemin her verdiği cevapta gözlerinin dolduğunu görüyorum. Bizim göremediğimiz bir şeyi gördüğüne eminim.

Evin her köşesini pazar yerine çevirip artık soracak soruları kalmadığında öylece dikiliyorlar ayakta. Neyse ki sakallı polisin telsizi ötüyor ve herkes gözlerini ona çeviriyor ama o abimin odasına doğru seğirtiyor. Peşinden diğerleri. Telsizden duyulan babamın ismi onunla odaya girmeden bize ulaşıyor.

Hayatındaki en büyük soru bombardımanına tutulan abim sessiz, annem ise bir şeyler söylemek istiyor ama kelimeler diline yapışıp kalmışçasına susuyor. Bir şeyler yapmam lazım. Tam ayağa kalkıp yanlarına gidecekken odanın kapısı açılıyor ve yavaşça yanımıza geliyorlar. Az önceki coşkularından eser yok; yüzleri bembeyaz, omuzları çökmüş. Ağır adımlarla yanımıza geliyor telsizle konuşan polis.

“Hastanedeki diğer yaralıları kontrol etmemiz gerekiyor. Dağınıklık için özür dileriz. Birkaç saate kadar başka bir ekip gelip sizi karakola götürecek, oradaki işlemlerden sonra hastaneye gidebilirsiniz.”

Babamın ismini duyduğumu söylüyorum telsizden. Önemli bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyor ama gözlerini bir türlü sabit tutamıyor. Bir eliyle sakalını karıştırırken diğer eliyle telsizinin antenini istemsizce dizine vuruyor. Yanındaki gözlerini anneme dikmiş bakıyor. En sessiz olanının yüzü hep yerde.

Geldikleri sırayla evden çıkıyorlar. Annem televizyonu kapatmamı söylüyor. Abim odasına gidip dağınıklığı düzeltecek. Ağlamak istiyorum ama bir yandan da annemin donukluğunu bozmaktan korkuyorum. Birimiz güçlü olmak zorunda.

Odamın kapısını kapatıp pencerenin kenarına tünüyorum. Henüz gitmemişler, kapının önünde hararetle bir şeyler konuşuyorlar. Sokak lambalarından biri gidip geliyor. Sakallı polis ellerini havaya kaldırıp en sessiz arkadaşına bir şeyler anlatıyor. Lambanın ışığı daha sık titremeye başlıyor. Gitmek istemedikleri bir yere çekiliyormuşçasına zorla yürüyorlar. Kelimelerin yarattığı buhar peşlerinde. Pencereden sızan soğuk aynı yerden içime sızıyor. Gözden kayboluyorlar.

Bir el silah sesi patlıyor.

Sokak lambası sönüyor.

Ve annem, göğsü yarılıp ciğeri sökülüyormuşçasına acı bir çığlık atıyor.

Öykü Gazetesi

Yukarı