Yaşlı Söğüt / Deniz Karanfil

“Beni yaratacağına şu ormana bir domuz fazla yaratsaydın ne olurdu?” diye bağırıyor gökyüzüne bakarak. Yüzüne yapışan ıslak saçlarını geri atıp, “Şu ormana, şu ormana!” diye ellerini açıyor. Cevap gelecekmiş gibi bakmaya devam ediyor bir süre. “Delik beyinli piç!” deyip yanında titreyen çocuğa tokadı yapıştırıyor sonra. “Şu halimize bak, zağara döndük. Bu havada ne bok yemeye indirdin hayvanı vadiye?” Çocuk bir şey söyleyecek gibi oluyor ama vazgeçiyor, çivi kesen dişleri dilinin dönmesine mâni oluyor.

Yamacı yaran iki yatağın arasında duran inek, her kımıldayışta biraz daha aşağı kayıyor. Rüzgârın savurduğu dolgun damlalar iki yataktan taşmaya yakın. Çocuk, soğuktan kavrulan ellerini sıkarak yanındakinin ne yapacağını tahmin etmeye çalışıyor. İneği bırakıp gitmeyeceğinden adı gibi emin. Ama bu hızla yağarsa hayvanın o cüssesiyle orada sabit kalması mümkün değil. Sulu sepken tepeden aşağı, önüne ne gelirse sürüklüyor. Sel, iki yandan da yükselmeye devam ediyor. Bütün ağırlığını arka ayaklarına vermiş hayvan, başı tepeye dönük, kesik kesik böğürüyor. Kadın birden soyunmaya başlıyor. Çıkardığını birbirine ekliyor. Aşağıya kısa, çabuk bir bakıştan sonra hesaplıyor. Çocuğun ceketi de lazım. Onu da uluyor. Altında içlik, üstünde fanila; cızlavetlerini yamaca paralel basarak, bir eli de yeri kavrayarak iniyor selin kenarından. Çocuk, kurtuluş ümidinin ortadaki cılız çalı olduğunu anlıyor. Kadın birden bağırıyor, “Köye git, urgan getir, bir iki adam bul!” Başka birkaç talimat daha veriyor ama poyraz savurup atıyor. Çocuk, üzerine yapışmış naylon gömleğiyle yağmurun altında ufalıyor, sapandan fırlamış bir taş gibi yitip gidiyor.

Yürüyerek inemeyeceğini anlıyor kadın, kıçının üzerinde kayarak çalıya ulaşıyor. Bir ucu çalının en kalın yerine kör düğüm yapıyor, diğer uca tutunarak iniyor. İneği ürkütmemek için yavaşça atıyor ipi. Uzak taraftan dolanıyor, görüş açısının dışına çıkmaya çabalıyor ama su bu yakada daha yüksek. Sonunda yaklaşıyor hayvana. Elma gözlüm diye okşuyor sağrısını, ipi çenesinin altından geçirip boynuzlarında düğümlüyor.  Yağmur durmak yerine daha da artıyor ve su iki yandan taşarak durdukları sırtı basmaya başlıyor. Cızlavetleri gömüyor hayvanın toynaklarının dibine. Etrafta ne kadar taş varsa yığıyor. İp huysuzlandırınca başını sallıyor ve taşlara gelen ayaklarını kaldırıp indiriyor hayvan. Oturuyor hayvanın ayaklarının dibine, topuklarıyla çamurda yer edip sırtını var gücüyle yaslıyor kıçına kadın. Hayvan korkup uzun uzun böğürüyor. İpe güvenmek zorunda yardım gelene kadar ama hayvanın gücü yeterse. Titriyor, korkuyor, sıçıyor, işiyor başından aşağı. Su artık kapatmaya başlıyor sırtı, biraz daha yukarı çıkmalılar. Yoksa alacak kadını. Kadın, yukarı çıkıp boynuzlarına sarılıyor. O da ineğe muhtaç artık.

Bir saati geçen bekleyiş tüketiyor hayvanı, arka ayakları çırpınmasıyla kayıyor, dizlerinin üzerine düşüyor önce. Kadın savruluyor ama hayvanın arka bacaklarından birine yapışmayı başarıyor. Toparlanma çabası nafile, artık dizleri de kayıyor. Hayvan yan dönüyor, ip sıyrılıyor boynuzlarından. Su, artık tek vücut olmuş kadın ve ineği, bir kaya gibi vadiye doğru yuvarlıyor.

Hava kararmaya yakın üç adamla dikiliyor çocuk yamacın başında. Homurdanan motorun önünde konuşuyorlar. Fenerin ışığında çalı ve derme çatma ip seçiliyor. Kesilen yağmurun etkisiyle yükselen havada toprak ve ot kokusu, yanan mazotun kokusuna karışıyor. Korunun içinden vadiye iniyorlar. Dere boyunca bağıra çağıra, fener ellerinde aranıyorlar. Karanlık basıyor, selin getirip dereye yığdığı birikintilerin arasında koşuşturuyorlar oraya buraya. Çocuk hayvanı vadiden yamaca sürdüğü, geç kaldığı, yükselen sudan korkup hayvanı bırakıp kaçtığı, tepenin öbür tarafındaki tarlada olduğunu bildiği annesine koştuğu anı bir kâbus gibi bulanık hatırlayıp durarak ve öğrendiği tüm duaları okuyarak her köşeyi yokluyor. Adamlardan biri, “Çocuğu gönderelim köye, jandarmayı arasınlar.” diyor. “Gitmem!” diyor çocuk, gitmiyor da.

 Vadinin iki yatağı birleştirdiği boğazda buldukları duldaya çöküp sigaralarını yakıyor adamlar. O köylülere özgü her türlü gazaba alışkın tavırla konuşuyorlar. “Balçığa gömüldüler muhtemelen.” diyor biri sessizce, düzlüğe yığılmış mili göstererek. “Hadi, kadın gömüldü diyelim. İneği yutacak kadar birikinti yok.” diyor öbürü. “İkisinin bir arada olması mümkün değil zaten.” diyor ilk konuşan, “İnek ağır, kadın kadar uzağa sürüklenemez.”. “Ben gidip köyden jandarmayı arayacağım.” diyor diğeri, “Siz buradan ayrılmayın.” Çocuk bütün bunları duyuyor ama ne ağlayacak ne de öfkelenecek vakti var.

Hava açıyor, kıpırtısız vadide tek ses fırtınanın ardından dallara tüneyen birkaç kuşun cıvıltısı. Işığın arkasında beşer metre mesafeyle iki adam, bir çocuk her kovuğu, her yarığı tarayarak, bağırarak; ağaç dallarını, öbeklenmiş otu, çöpü savurarak ilerliyor. Her otuz saniyede bir, çocuk anne diye bağırıyor; kıpırdamadan gelecek olası bir sesi, bir inlemeyi atan kalplerinin tıkırtısına kızarak bekliyorlar sonra yeniden… İçinde oldukları anı unutmuş olarak, telaşın ve yürümenin getirdiği tuhaf odaklanmayla; belki akıllarından alakasız yüzlerce şey geçirerek, geçmişte bir anı hatırlayarak, işlerinin durumunu düşünerek, bir ahenkle, bakışlarla anlaşarak yürüyorlar. Boğazın çam ormanına kavuştuğu noktaya geldiklerinde çocuk birdenbire duruyor. Delik beyinli piç, diyor kendi kendine. En önemli şeyi unuttuğunu, annesini bugüne değin hayatta tutan inadı hatırlayarak geri dönüp karanlığa doğru fırlıyor. Ama sapandan ayrılmış serseri bir taş gibi değil, bu defa nereye varacağını bilen usta bir atıcının elinden çıkardığı cirit gibi. Adamlar peşinden ışığı yetiştirmeye koştururken artık ne ışığa ne yardıma ihtiyacı var. Biliyor, su yatağının yamaçtan ayrılıp vadiye ulaşmadan kıvrıldığı sırttaki yaşlı söğüdün dibine vardığında, şişmiş karnının üzerinde ayakları dikilmiş ölü hayvanı seçiyor ve yüzüne yapışmış bez parçasını. Az ilerdeyse kırılmış kolunun acısıyla yarı baygın yatan annesini tanıyor. Çamura bulanmış yüzüne elini sürdüğünde kadın gözleri yarı açık, oğlum su ver, diyor, su.

Öykü Gazetesi

Yukarı