Bülent Çallı’yla Söyleşi / Gaye Keskin

“Yazmayı değil yazmış olmayı seviyorum.”

Bülent Çallı 1974 yılında Almanya’da doğdu. Simsiyah (İletişim 2015), Duman Otel (İletişim 2017), Havaalanı (Storytel 2018), Ferit Aziz Kara (Storytel 2019), Havaalanı 2 (Storytel 2020) adlı eserlerinin ardından, son kitabı İstanbul Posta Treni de 2023 yılında okurla buluştu. Müzik ve fotoğrafla da ilgilenen Bülent Çallı, Hacettepe Üniversitesi’nde Felsefe alanında yüksek lisans eğitimine devam ediyor.

“Disiplini korumak için o kadar çok önlem alıyorum ki bir tek romanın akışını vücuduma dövme yaptırmadığım kalıyor.”

Gaye Keskin: Sevgili Bülent Çallı, yukarıdaki özgeçmiş sanatın farklı alanlarıyla iç içe geçmiş bir yaşamı fısıldıyor bize. İlk sorumu da bu minvalde soracağım. Müzik, fotoğraf, felsefe… Bu imgeler edebiyat yolculuğunun neresinde?

Bülent Çallı: Hiçbir yerinde ve her yerinde. Hiçbir yerinde; çünkü herkesin tartışmasız kabul edeceği üzere, müzik, fotoğraf ve tabii ki edebiyat, bunlar ayrı ayrı disiplinlerdir. Her biri, yetkin olabilmeniz için sizden neredeyse tüm ömrünüzü talep ederler. Ben müzikle, geçmişte belli bir zaman, yarı amatör olarak uğraştım, fotoğrafla hâlâ ilgileniyorum, ama tam bir amatörüm. Ve oldukça açık ki edebiyata da ömrümü verdiğim söylenemez. O nedenle benim topraklarımda, bir fikrin peşine düşüp de bir hevesle elimi attığım herhangi bir sanat formu -bir diğeri ile harmanlanmak, ona yardım etmek veya yükseltmek şöyle dursun- kan, ter ve toz içinde öncelikle kendi canını kurtarmaya, hayatta kalmaya bakar. Ama aynı zamanda bunlar edebiyat yolculuğumun her yerindedirler; çünkü, yine bir fikrin peşinde, aklımdakini yazıya nasıl dökeceğim sorusunun cevabını çoğu zaman bir sinema filminde, bir fotoğraf karesinde ya da bir şarkıda bulurum. Filmin bir fragmanı size o sahneyi nasıl kuracağınız anlatabilir, ihtiyacınız olan kompozisyonu ve odaklanmanız gereken anı bir fotoğraf karesinde görebilirsiniz ve bir şarkı size duyguyu nereye taşımanız gerektiğini söyleyebilir. Felsefeye ise tüm bunların çatısı ya da iskeleti gibi bakıyorum. Bana göre bütün sanat eserleri -bazen sonradan bambaşka şeylere dönüşseler de- önce bir fikirle başladığı için, fikrinizin, düşüncenin tarih içinde yolculuğunda nereye denk geldiğini, nerelere yerleştiğini bilmek faydalı olabilir. Yukarıda saydıklarımızdan farklı olarak felsefenin eğitimini alıyorum bir de. Bu eğitim bana düşünmenin aslında ne kadar zor bir iş olduğunu da öğretti. Felsefeye ömrümü verebilirim, evet.

G. K.: Simsiyah ve Duman Otel, bireysel distopyaların anlatıldığı iki roman. İstanbul Posta Treni’nde ise vagonlar toplumsal olanın da ötesine geçip evrensel bir distopyayı taşıyor. Tüm dünyayı etkisi altına alan ve ölülerin bile rahat edemediği bir evren yaratıyorsun orada. Demiryollarına birbirinden karanlık gerçekler döşüyorsun. İstanbul Posta Treni’nin fikrinin sende diğer romanlarından önce doğduğunu ancak yazmayı tamamlamak için yirmi yıl beklediğini biliyoruz. İstanbul Posta Treni’nin zihninde nasıl oluştuğunu, neden yarım bıraktığını ve sonra tamamlamaya nasıl karar verdiğini merak ediyorum. Bu süreçten bahsedebilir misin?

B. Ç.: Bu iki romana hiç o gözle bakmamıştım, ama haklısın, onlar kişisel distopyalardı. İstanbul Posta Treni ise daha geniş ölçekte anlatılan bir distopya ve doğru, ölülerin bile rahat edemediği bir evren yaratmak beni yola çıkaran fikirlerden bir tanesiydi. Bunu tespit edip burada dile getirdiğin için sana teşekkür ederim. Bu roman için yirmi yıl beklediğim de doğrudur ama arada geçen o süreye bekleme demek de pek hakkaniyetli olmaz. Çünkü işin aslı 2000’li yılların başında, yine bir hevesle kaleme aldığım o ilk dört bölümden sonra bu fikir, bir kenara bıraktığım ve tamamen unuttuğum bir müsveddeye dönüşmüştü. Önceki söyleşilerimde de sorulduğu için sıklıkla bahsettim, bilindiği üzere 2000’li yılların başında dünyanın gündeminde yine küresel bir salgın tehdidi vardı. Ancak bu tehdidin beşeri boyutlarından çok tıbbi detayları konuşuluyordu. Hastalık sadece; nasıl başlar, nasıl yayılır, kaç kişiyi etkiler ve nasıl sona erer gibisinden teknik yönleri ile ele alınıyordu. Korkulan (hemen) gerçekleşmedi ve bu konu yavaş yavaş unutuldu. Benim için de öyle oldu; başka sokaklara saptım. Ta ki son yaşadığımız covid salgınına kadar. Yine de salgınla ilgili bir roman yazasım yoktu. Salgını yoğun yaşadığımız ilk aylarda, önceden yazdığım o sayfalar aklıma bile gelmedi. Ancak ne zamanki salgının beşeri yönünü yaşamaya ve politik olarak da etkilenmeye başladık, ne zaman ki sadece biz de değil dünyanın her yerinde ama haklı ama haksız, ama gerekli ama gereksiz kısıtlamalar, politik araçlara ve/veya keyfi uygulamalara dönüşmeye başladı o zaman bir şeyler yapmak istedim. Distopya sadece, baskıcı bir yönetimin çatısı altında yıkık dökük bir gelecek tasvirinden ibaret değildir. Kurulan o sahne sadece bir deney alanıdır. Oraya sıkıştırdığımız, fırlatıp attığımız insan için bir deney alanı… Asıl ilgilendiğimiz ise işte bu insandır. Hatta belki de sadece budur. Bu insan ve onun başına gelenler ya da getirilenler… Ve ben de aklımdaki hikâyeyi daha başka nasıl anlatabilirdim, bilmiyorum. 1984’ü, Camus’nün Veba’sını, Damızlık Kızın Öyküsü’nü, Fahrenheit 451’i, V For Vendetta’yı yeniden okudum. Eski sandıktan 20 yıl önceki müsveddeleri çıkardım, pek bir malzeme yoktu orada ama nihayetinde onları yeni fikirlerle harmanlayarak romanımı tamamladım. İlk müsveddelerde, bugün Burhan olarak bildiğimiz karakterin adı Faruk Canbaz’dı. Funfact!

G. K.: İstanbul Posta Treni’nde, 2074 yılının İstanbul’unda, Faruk Canbaz’ın Venedik Notları’ndaki “Bütün hükümetler geçicidir. Ekmek fırınları, genelevler ve uçaktan paraşütsüz atlamak kalıcıdır,” epigrafı ile Burhan’ın Beşiktaş’taki evinde karşılayarak; yarattığın atmosferle, yetkin dilinle ve hatta Burhan’ın kişiliğinin griliğini apaçık göstermenle yakalıyorsun okuru. Hikâyeye sonradan dahil olan Oğuz, Elif ve Selim’de de aynı etkiyi görüyoruz. Bütün karakterlerin gri. Hepsi iyi, hepsi kötü. Gerçek hayatın kurmacaya başarıyla taşınması bu. Peki, bütün bu karakterler yalnızca kitap kahramanın mı, yoksa Burhan’a ve diğerlerine hayat veren gerçek insanların var mı?

B. Ç.: Bu soruya nasıl cevap vermeliyim bilemiyorum. Elbette hayatımda bire bir Oğuz’un ya da Burhan’ın yerine koyabileceğim gerçek bir insan yok. Çünkü özellikle de ana karakterler, benim kurgumda, benim fikirlerimi “ben” yazıya taşıyabileyim diye oradalar. Bir başka deyişle, kullanışlı olmak zorundalar. Burhan’ı bencil anlatıyorum ki daha sonra yapacağı fedakârlıkları anlayabilelim, Oğuz’u korkak anlatıyorum ki, daha sonraki cesareti ruhumuzu yükletsin, Elif’i sadece akılsal olana değer veren biri gibi ortaya koyuyorum ki daha sonraki coşkusu bizi de coştursun. Bir yazarın, özellikle biyografik ya da otobiyografik bir şey yazmıyorsa, karakterlerini bütünüyle gerçek hayattan almasına gerek yok. Ancak elbette bu ana karakterlerin kimi yüzlerine, kimi sözlerine, tavırlarına ve seçimlerine sokakta, gerçek hayatımızda rastladık, rastlıyoruz. Ben her zaman bildiğim şeyleri, bildiğim yerleri anlatmaya çalışıyorum. Tersane’deki Timurçin, onun yanında çalışanlar, Kirkor Bey, Ekrem, Gönül, Nişantaşı’ndaki Neslihan Hanım… Bunların hepsi gerçek hayatta da varlar. Ebrullah Hanım yok.

G. K.:İstanbul Posta Treni, Simsiyah ve Duman Otel’de ortak temalar görüyoruz. Bu üç romanında karakterlerden biri Sarayburnu’ndan sandalla denize açılıyor ve denize bir ceset bırakıyor. Aynı zamanda bu üç romanındaki karakterlerinden biri kayboluyor ve yangınlar çıkıyor. (Simsiyah’ın final sahnesini yeniden hatırladım bu soruyu yazarken ve yine nefesimi tuttum.) Kesişme noktaların var: Sarayburnu, deniz, yangın, kayıp… Tüm bunların rastlantısal olmadığı, Bülent Çallı’nın bir amaç güttüğü belli. Peki sevgili Bülent Çallı, üç romanında kullandığın bu mefhumların sebebi ne?

B. Ç.: Her romancı hep aynı romanı yazar aslında, diyerek başlayayım. Kundera söylemişti bunu sanırım. Benim romanlarımda bulduğun benzerlikler raslantısal değil elbette, ama aslına bakarsan planlı da değil. Uygun şartlar gerçekleştiğinde kendiliklerinden oluyorlar. Uygun geliyorlar yani tam da oraya. Bir yandan da en başından beri Storytel’de bulunanlar da dahil bütün romanlarımında – ve öykülerimde de hatta- anlatılan olayların aynı evrende geçmiş olması gerektiğine dair bir kanı oluştu bende. (Psikoanalitik açıdan öyleler hali hazırda.) Böyle olması gerektiğinden, doğrusu bu olduğundan ya da birisi bana böyle yapmam gerektiğini öğütlediğinden değil. Bu yolla sanki kendime ait bir labirent inşa ediyormuşum gibi geliyor bana ya da belki daha doğrusu, kendime ait bir labirenti açığa çıkarıyorum. Bununla birlikte özellikle şu üçü: Sarayburnu teması, kayıp olma mefhumu ve yangın, söz konusu üç matbu romanımı kişisel bir üçlemeye çeviriyorlar. Bu açıdan bakınca da bana göre artık bir dördüncüye yer yok ve tadında bırakmak gerekiyor.

G. K.: İstanbul Posta Treni’nde birçok şeyin günümüz Türkiye’sinden daha kötü olduğu (Elbette salgının nihai sonucu bu) ancak yılın 2074 olduğu bir gerçeklik var. Peki… Yıl neden 2074? Bunun bir anlamı var mı?

B. Ç.: Distopyaların çoğu, ne hikmetse, gelecekte olacak şeyleri anlatırlar. Yani bir zaman konisi içinde… Çünkü dünyayı kuran insan, kendini ve çevresini değişime uğratan bir varlıktır aynı zamanda. İnsanın hakikati, bir bakıma, değişme ve oluşmadır; zaman ve tarihtir. Daha önce de bir yerde bahsetmiştim bunlardan… Hegel’i örnek vermiştim. Hegel’in dünyası yazı yazdığı masayı üreten emeği ve top seslerini duyduğu Jena Savaşı’nın mücadelesini de içerir. Bu nedenle, Alexendre Kojeve’nin dediği gibi, “Ben neyim?” sorusuna -ki bir roman da yazarı için bu soruyu sıklıkla sorar- cevap verirken, Hegel, top sesleri kadar masayı da göz önünde bulundurmak durumundadır. Böylesi bir çemberi düşünerek baktığımızda Camus ya da Orwell birer kâhin değillerdi. Öngörü bile denemez onların yazdıklarına. Olanı anlatıyorlardı. Benim romanım da o yolda ilerlemeye çalışıyor. Demek istediğim, 2074 sadece bir rakam. 2074 işte. Hikâyemi gelecek bir zamanda kurarken aklımızın almayacağı kadar öteye gitmek istemedim. 50 yıllık bir sıçramayı yeterli gördüm. Hem ben 1974 yılında doğdum. 2074’te 100 yaşında olacağım. Rakama ulaşmak çok zor olmadı.

G. K.: Romanda çift anlatıcı tekniği kullanıyorsun. Selim’in bölümlerini birinci tekilden, diğer kısımları ise tanrısal anlatımla okura veriyorsun. Kitabın finalini okuyanlar, bu iki tekniği birlikte kullanmanın ne kadar zekice bir tercih olduğunu görmüştür. Buradaki sorum şu; İstanbul Posta Treni’nde senin için yazması en keyifli olan teknik hangisiydi?

B. Ç.: Yazı yazarken keyif alan insanlara imreniyorum doğrusu, soru buysa eğer. Benim yazma süreçlerim genelde fiziki acılar içerisinde, sıkıntıyla ve baskı altında geçiyor. Belki yazacaklarımı önceden tasarlayıp, önce kafamda bitirip ondan sonra masaya oturduğum için böyle oluyordur. Yazmayı değil yazmış olmayı seviyorum.  Bununla birlikte birinci tekilin tınısını ve sunduğu imkânları daha çok seviyorum. Olan biteni “ben” ile anlatmakta cazibeli bir şeyler var. Bu nedenle hem kendi yazdıklarımda hem de başkalarını okurken, öyle bir anlatıdan çok daha fazla keyif aldığımı söyleyebilirim.

G. K.: İstanbul Posta Treni’ndeki karakterlerinden biri de Bülent Çallı. Öyle ki Bülent Çallı, Selim’in bölümlerinde yani senin birinci tekili tercih ettiğin kısımlarda giriyor hikâyeye. Selim’in bedeninden onunla konuşuyorsun. Onu karşına alıp neden hastanede olduğunu soruyorsun. Bülent Çallı da, “editoryal sebeplerden” diye cevap veriyor. İronisi kuvvetli bir bölüm bu. Peki, oradaki Bülent Çallı ne kadar sen ya da sen ne kadar O’sun?

B. Ç.: Önce bir şiirle cevap vereyim: Benzeyen benzemeyenden daha güzeldir, ama bir şeyin hayaleti de makbul değildir. Şaşırtıcı bir isim benzerliği var ve bu şahsın da kendisini bir yazar olarak tanıtması o kişinin ben olabileceğine dair şüphelerimizi artırıyor. Ama o kişi ben değilim. Şöyle açıklamaya çalışayım: Romanda tamamen kapalı bir İstanbul var ve karakterlerin hepsi dış dünyadan habersizler, böyle bir akvaryumun içinde eylemlerini gerçekleştiriyorlar. Selim karakteri ise, daha da sıkı bir yalıtımın içinde, bir hücrede tek başına tutuluyor. Onun bölümlerini biraz da bu yüzden birinci tekil ile yazdım. Çünkü Selim, bir bakıma kendi kendine konuşuyor. Ama sonra Selim’in bu dünyasını biraz açma gerekliliği ortaya çıktı. Bize kendini Ben olarak sunan Selim’in bir Ben-Olmayan ile karşılaşıp diyaloğa girmesi iyi olacak gibi görünüyordu. Rastgele bir hücre arkadaşı yazdım ona, biraz konuştular, ama sonra, yazmanın bir yerinde bu Ben-Olmayan’ın ben–ya da en azından beni çağrıştıran biri- olması fikri geldi aklıma, bu fikri şeytanca buldum hatta (burada gülüyorum) ve olaylar gelişti.

G. K.: İstanbul Posta Treni’nde başarılı bir diyalektik kuruyorsun. Trenle İstanbul’dan kaçmak isteyenlerin karşısına antagonist karakterler koymakla kalmıyor aynı amacın uğraşındaki insanları da ayrı yollara sevk ediyorsun. Örneğin Kulüp. Peki Bülent Çallı dışarıdan baktığında bu çelişikliğin neresinde? Sence 2074 İstanbul’unda, her şeyin cunta tarafından ele geçirildiği, benzinin karneyle alındığı, ölülerin yakıldığı bir evrenden kaçmanın yolu gerçekten var mı?

B. Ç.: Daha da kötüsü, kaçmaları mı gerekiyor? Mücadele edip mevcut durumu değiştirme şansları yok mu? Bunu neden denemiyorlar? Cesaretleri mi yok, yoksa daha önce denemişler mi? Romanda bu anlatılmıyor. Kâğıt üzerinde baktığımızda -ki öyle yapıyoruz, bu bir kitap- bu kahramanlar roman boyunca o yolla ya da bu yolla sadece kendi bireysel kurtuluşları için uğraşıyorlar ve aslında bu hiç kahramanca değil. Romanda adeta umudun sesi gibi beliren radyocu Kara Bayrak bile bir kurtuluşu değil kaçışı müjdeliyor. Madem öyle, belki de bu İstanbul Posta Treni’ne, romana değil,  romanda anlatılan trenin kendisine yani, bir mecaz olarak bakmalıyız. Romanda, hatta gerçek hayatta neyi simgelediğine kafa yormalıyız. Bunu ben yapamam elbette, bu iş sanırım biraz da okura düşüyor ve bana göre romanımın son cümlesi de buna işaret ediyor.

G. K.: Romanın bölümlerinden birinin adı: “Hume okuyan Kant gibi” Kant’ın hayatına baktığımızda düzen insanı olduğunu görebiliyoruz. Her gün aynı saatlerde aynı şeyleri yaptığını biliyoruz. Sonunu görmeden bir işe başlamadığına hakimiz. Kitabın sonunda, senin de finale hakimiyetle kitabı yazmaya başladığını anlıyoruz. Sen bize romanda Hume okuyan Kant’ın referansında bir bölüm okuttun. Şimdi Kant okuyan Bülent’e soruyorum. İstanbul Posta Treni’nde vagonları kusursuz ilerleyen bu yolculuk, nasıl bir düzenin eseri? Bülent Çallı romana nasıl çalışıyor?

G. K.: Kara Bayrak hikâyenin düğümlerinden biri. Radyoda konuştuğu zamanlarda dinleyicisine ve dolaylı olarak okuruna şarkı çalıyor. Bu şarkıları kitapta bir Spotify listesiyle veriyorsun. Okura kitabın ruhunu üflemek bu. Kara Bayrak’tan ve çaldığı şarkıların Spotify listesine dönüşme fikrinin nasıl geliştiğinden bahseder misin bize?

B. Ç.: Spotify listesi ve listenin tarama kodunun romana basılması fikri biricik editörüm Devrim Çakır’dan geldi. Kitabın baskıdan çıkmasını merak ve endişe ile beraber bekledik çünkü tarama kodunun teknik olarak doğru basılıp basılamayacağından ve dolayısı ile de işe yarayıp yaramayacağından emin değildik. Neyse ki kod çalışıyor. Romanda bir radyo istasyonunun bulunması ve oradan bize şarkılar çalması fikir ise neredeyse tren fikrinden bile önce ortaya çıktı bende. Tabii bu öyle aman aman özgün bir buluş değil. Post-apokaliptik pek çok romanda, filmde hatta video oyununda böyle bir radyoya illa ki denk geliriz. Bu -ihtiyaç diyelim- radyoculuğun ruhu ile ilgili bir fenomen olmalı. Bir ses var. Topluluğun sesi gibi ama topluluktan yükselen bir ses değil. Topluluğa dönen, onlara seslenen bir ses. Bir tür iç ses ya da vicdan gibi sanki. Radyocular daha iyi açıklayacaklardır. Benim için ise bu radyo, tıpkı epigraflar gibi şöyle bir işe yarıyor romanda: hem karakterler hem de ben, bir duruyoruz nefes alıyoruz.

G. K.: İstanbul Posta Treni’nin merkezinden çıkıp tüm karakterlerini ele alarak cevap vermeni istiyorum şimdi soracağım soruya; kendine en yakın bulduğun, ben de olsam böyle davranırdım dediğin karakterin hangisi?

B. Ç.: Camgöz.

G. K.: 2001 yılında yazmaya başladığın, 2021 yılında tamamladığın İstanbul Posta Treni yarım kalmış tek romanın mıydı? Yoksa zulanda tamamlanmayı bekleyen başka hikâyelerin de var mı?

B. Ç.: Evet var, ama burada bahsetmek istemiyorum. John Le Carre’ın şöyle bir sözü var: “Tanrıya şükürler olsun, yine de, yapmadığım birkaç hatadan biri henüz yazmadığım bir kitap hakkında konuşmaktı.” Ben de bunu kendime şiar edindim. Bir seferinde bir radyo söyleşisinde bu kuralımı bozup uzun uzun bir sonraki romanımdan bahsetmiştim, ama o roman olmadı, bitmedi, basılmadı. Bitmemiş bir şeyden bahsetmek doğru değil. Çünkü, işte, bitmeyebiliyorlar.

G. K.: Çevirmenlik de yapıyorsun. İstanbul Posta Treni’nde İstanbul’un kelimelerle haritasını çizdiğini görebiliyoruz. Samatya’ya, Nişantaşı’na, Beşiktaş’a sızıyoruz sayfaların arasından. İstanbul’u böylesine güzel anlatan bir kitabın başka dillerde de temsil edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir düşünce var mı?

B. Ç.: Bir kitabın başka dillere çevrilmesi düşüncesi yazara ait olamaz, olamıyor. O daha çok, biz bu kitabı Fransa’da da, Almanya’da da, Japonya’da da satarız diyenlerin düşüncesi olabilir. (Daha da) metalaşmakla ilgili bir şey, beni doğrudan ilgilendirmiyor.

G. K.: 2015 yılında, Simsiyah isimli romanın çıktığında, ilk söyleşinde sana bir soru sorulmuştu. Soru şöyleydi: “Bir tarafıyla karanlık bir hikâye anlatırken, ruhlardan, kâbus gibi tekrarlanan yangınlardan bahsederken bir yandan da muzip bir ton tutturuyorsunuz. Keyifli bir üslubunuz var. Bu bilinçli bir tercih mi yoksa yazmaya başlayınca kendiliğinden mi gelişti?” Cevabında şöyle demiştin: “Siyah Paltolu Adam dediğimiz karakterin bunca yıl yaşayıp, görmüş geçirmişliğinden kaynaklanıyor biraz da… Onun kadar uzun yaşamadım ama kendi hayatımda ben de öyleyim. Muzip birisiyim.” Şimdi o soruyu yeniden sormak istiyorum. Bugünkü Bülent nasıl cevap verecek merak ediyorum.

B. Ç.: Bana göre o muzip tonum soldu. Yine de İstanbul Posta Treni’nde bana muzip gelen yerler var hâlâ, ama genel anlamda artık gülünecek bir şey göremiyorum. Kendime ve bu söyleşiye konu ile ilgili şöyle bir epigraf hediye edeyim o halde: “Dostum, sen doğru yolundan ayrılmışsın. Mezarın bu tarafından hiçbir zaman memnun olmayacaksın. Cennette büyük düşünceler için az yer vardır ve cehennemde hiçbir şekilde neşe serbestliği yoktur.” 2012 yılında bir kâğıt parçasına not almışım bunu. Kime ait olduğunu bulamadım. Umarım ben yazmışımdır.

G. K.: Son olarak, söyleşimize katıldığın için teşekkür ediyorum. Ve son kez soruyorum: Kara Bayrak bize şimdi hangi şarkıyı çalsın?

B. Ç.: Bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.

Kara Bayrak şunu çalsın: Ray Wylie Hubbard, Tell the Devil I’m Gettin’ there as Fast as I Can.

İstanbul Posta Treni
Bülent Çallı
Everest
Roman / 408 sayfa

Yukarı