Burçe Bahadır’la Söyleşi / Arzu Anlar Saraç

Burçe Bahadır’la Söyleşi / Arzu Anlar Saraç

“Hayatı seyretmenin ya da yaşamanın başka bir yolunu da bilmiyorum zaten.”

Notabene Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabınız Deliliğe Zarif Bir Giriş ile dikkatleri çekmeyi başardınız. Kitap Haldun Taner Öykü Ödülü’ne de değer görüldü. İlk önce sizi tebrik etmek isterim. Bir yazar için ilk kitap her zaman daha farklı bir yerdedir. Bu bağlamda bize Deliliğe Zarif Bir Giriş hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Teşekkürler. Deliliğe Zarif Bir Giriş, kurgu olduğu için evet ilk sayılabilir ama daha önce “Ölü Kadınlar Memleketi” adında, eşlerini öldürmüş kadın ve erkeklerle cezaevinde yaptığım görüşmelerden oluşan bir kitap yazmıştım. Gerçekle kurgu arasında tuhaf bir ilişki var. Deliliğe Zarif Bir Giriş bunu anlamamı sağladı. Bir belgeseli planlarken ve çekerken gerçeği en doğru biçimde nasıl aktarabileceğimi düşünürüm hep. Gerçek nedir, hangi açıdan bakarsak nasıl değişir, hakikat en saf haliyle verilebilir mi ya da verilmeli midir, sorularının peşindeyimdir genelde. Öykü, tüm bu çelişkileri alt üst ediyor. Yıllardır gerçekliğin peşinden koşarken kurgunun hakikati çok daha derin yansıtabildiğinin farkına vardım sayesinde.  Öykünün gerçekliği bambaşka. Bunu keşfetme süreci en zevkli kısmıydı diyebilirim.

Bu sizin ilk öykü kitabınız ama sanat ve edebiyat adına başka bir çok çalışmanız olduğunu biliyorum. Okurlarımız için sanat uğraşlarınızdan bahseder misiniz?

1999’dan beri TRT’de prodüktörüm. İstanbul ve Ankara Radyolarında programlar yaptım. Son on üç yıldır ise televizyondayım. Kadın cinayetleri (Ölmekten Yorulmuşuz), cezaevinde annesiyle birlikte yaşayan çocuklar (Refakatçi), 80’lerden günümüze Türkiye’deki kültürel değişim (Modern Zamanlar), köylerde zor şartlar altında okuyan çocuklar (Köyüm, Okulum ve Yıldızlar) ve Almanya’daki Türk asıllı oyuncuların yaşadığı önyargılar (Ekran Beyaz Türkler Esmer) hakkındaki belgeseller, yaparken en zevk aldıklarımdı.

Kitaptaki öykülerde acı ve dramla beraber yumuşak bir başkaldırı da var. “Artık yeter!” diyor sanki karakterleriniz. İçinde yaşadığımız toplumun sorunları yarattığımız karakterlerde bir şekilde kendini sezdiriyor. Bu yönüyle karakterleriniz toplumun geldiği noktayı temsil ediyor olabilir mi?

Özellikle son yıllarda hangimiz “artık yeter” demiyoruz ki. Herkes kendince ifade ediyor ya da bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ancak benim karakterlerim büyük işlere imza atan, “artık yeter” derken sesini yükseltebilenler değil. Daha sessiz, daha kapalı dünyaların insanı onlar. Kendilerinden başka kimsesi olmayan, susturulmuş, baş kaldırmayı öğrenememiş kimsesizler daha çok. Ama işte insan, sadece içgüdüleriyle bile hayatını değiştirebilme gücüne sahip aslında. Beni en çok etkileyen duygu bu sanırım. Derinden gelen, sessiz ama güçlü o başkaldırı. O yolu bulabilme dirayeti. İnsan, içinde yaşadığı toplumla şekilleniyor ama işte bir an var, aslında ne olmak istediğini anladığı o an, değiştirmeye de muktedir olduğunun farkına varıyor. Toplumun geldiği nokta gerçekten bu mu, bilemiyorum. Çocukluğumdan beri iki ileri bir geri gidiyoruz. Sanki yumurtayı çatlattık ama bir türlü içinden çıkamıyoruz. Anlamak ve anlatmak istediğim hep o an galiba.

Öykülerinizde farklı anlatım tarzlarıyla karşılaşıyoruz. Bu da okuyucuya büyük bir keyif veriyor. Buradan hikâye ve anlatım tarzları konusunda fikirlerinizi öğrenmek isterim.

Bunu duyduğuma çok sevindim. Dil, türlü imkanlar sağlayan bir hazine. Farklı yollarını aramak, kendini zorlamak, denemek, dil üzerine düşündüğünüz bu zamanı daha verimli ya da nasıl desem daha eğlenceli kılıyor.

Anlatım tarzını daha çok öykünün duygusuna göre belirlemeye çalıştım. Yıllarca işkenceye maruz kalmış bir kadın ne hisseder, bu his cümlelere nasıl yansır diye düşündüğümde ortaya çıkan dil başka, zamanı belli olmayan bir köydeki çocuğun dili başka olmalıydı. Her iki öyküde de amaç bir canavara dikkat çekmekti aslında. İlk başta en önemli kısmın öyküyü kimin anlatacağını bulmak olduğunu sanıyordum. Ben mi, sen mi yoksa başka biri mi, gibi. Sanırım öykünün duygusunu bulmak daha önemli. O zaman kimin, nasıl yazılması gerektiğini de daha iyi anlıyorsunuz.

Kitaptaki öyküler her ne kadar dramatik öyküler olsa da içinde bir şekilde mizah barındırdığını, en azından okurken yahut öykünün sonunda okuyucunun yüzünde bir gülümseme bıraktığını düşünüyorum. Burçe Bahadır öykü-mizâh ilişkisini nasıl görüyor?

Dramatik bir olayı ironiyle aktaran insanlar beni hep etkilemiştir, onları dinlemeyi severim. Hafifletmek zannederiz ama aslında daha güçlü hâle getirirler diye düşünürüm. Ben de başıma ne gelirse gelsin gülmeyi becerebilenlerdenimdir, şanslı bulurum kendimi bu açıdan. Böyle görmek, böyle anlatmak hoşuma gidiyor. Basitçe bunu diyebilirim. Hayatı seyretmenin ya da yaşamanın başka bir yolunu da bilmiyorum zaten.

“Edebiyat ve delilik” dersek Burçe Bahadır bize ne anlatır?

Edebiyat ve delilik deyince aklıma Virginia Woolf, Mine Söğüt ya da ne bileyim Foucault gelmeliydi aslında. Böyle entelektüel bir sohbet başlatabilsem, havam da olurdu belki ama benim aklıma hemen 23 kuruş twiti geldi ne yazık ki. Edebiyatın içindeki deliliği konuşacak lüksümüz yok. Edebiyatla uğraşmanın başlı başına delilik olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Gönüllü yapılması bekleniyor. Yani zaten nedir ki altı üstü yazı çizi diye düşünülüyor sanırım. 23 kuruş twitini okuduğumda İsveç’te, farklı ülkelerden gelmiş yazar ve çevirmenlerle bir aradaydım. Sadece yazar ve çevirmenlik yaparak geçimlerini sağlayabilenlerin yaşadığı bir paralel evren. Kafa dinlemek ve rahat çalışabilmek için farklı ülkelere seyahat edebilenlerin, kazandığı parayla çocuğuna bakabilenlerin dünyası. Oysa bizim ülkemizde 23 kuruş, yok aslında 0,0023 kuruş saygısızlığı kolaylıkla yapılabiliyor. Bir dergiye öykü göndermek isterseniz ücreti aklınıza bile getirmemelisiniz. Cevap yazarlarsa şükredeceksiniz. Ücret yerine kendi kitabınızın gönderilmesi teklifini alabilirsiniz. Eşe dosta dağıtmak için yazıldığını ya da yazarın pazarda kendi kitabını satıp parayı da öyle kazanacağını düşünüyor olmalılar. Hoş, yayınevlerinin ve dergilerin de farklı bir savaşı var. Hayatta kalabilmek için böyle davranmak zorunda hissediyorlar kendilerini belki de. Ama işte tüm bunlar bütünü, edebiyatı tehlikeye atıyor. En nihayetinde yazara, çevirmene verilmeyen değer, dönüp dolaşıp dergileri, yayınevlerini en kötüsü de edebiyatımızı vuruyor. Hepimiz sebepleniyoruz bu değer bilmezlikten.

23 kuruş gibi bir ayıbı değil; dünyaya açılmayı, dilin imkânlarını konuşuyor olmalıydık.

Edebiyat bizde o kadar kıymetsiz ki siz bu soruyu sorduğunuzda, ücret talep ettiği için neredeyse ayıplanan çevirmeni, editörü, yazarı düşünebiliyorum ancak. Okur olarak da yazar olarak da daha iyi bir edebiyat anlayışını hak ediyoruz.

Bundan sonra edebiyat adına neler yapmayı düşünüyorsunuz?

Bu sene Gagauzya, Azerbaycan ve Bosna’da savaşı yaşamış, çocuğunu kaybetmiş, asker olarak savaşmış, tecavüze uğramış kadınlarla görüştüm. Savaşın bin türlü hâli var. Gagauz bir öğretmen yaşadıklarını “kurşunsuz cenk” diye tanımladı mesela. Kurguyu bitirdikten sonra bu kayıtları yazmak istiyorum. Kitap, belgeselden çok daha kalıcı ve anlatımının farklı imkânları var. Sanırım şimdilik ilk hedefim bu.

Deliliğe Zarif Bir Giriş
Burçe Bahadır
Notabene Yayınları
Öykü / 112 sayfa

Yukarı