İlhan Durusel’le Söyleşi / Arzu Anlar Saraç

İlhan Durusel söz oyunları, kendine has anlatım biçimi, zaman mekân büken kurguları, şaşırtıcı metaforları ve ince ince işlenmiş özenli diliyle kendi kurgu ve dil evrenini oluşturmuş çağımızın özgün kalemlerinden biri. 2023 yılında yayınlanan Nadas Yılkı Aheste adı öykü toplamıyla okuyucuyu gelenekselin dışında bir öyküleme biçimiyle baş başa bırakıyor. Kitabı kapattığınızda tuhaf ve büyülü bir etkinin altına girdiğinizi hissediyorsunuz. Kendi deyimiyle “kıvılcım kurgular, ani efsaneler, acele destanlar” dan oluşan Nadas Yılkı Aheste hakkında İlhan Durusel ile söyleştik.

Benim için Gramerci hayatın her alanına yayılan bizi sürekli sırtımızdan, ensemizden gözetleyip iyi ve doğru yapmaya yönelten bir “ahlak zabıtası” gibi.

Arzu Anlar Saraç: İlhan Bey, ilk olarak yeni kitabınızın okurunu bulmasını ve yolunun açık olamasını dilerim. Nadas Yılkı Aheste özgün biçeminizle sırtını şiire yaslamış bir derleme. Yazmaya şiirle başladığınızı biliyorum. Şairliğinizin öykülerinizin dilini de şekillendirdiğini söyleyebilir miyiz? Yeri gelmişken öykü yazma yolculuğunuzun nasıl başladığını da dinlemek isteriz.
İlhan Durusel: Kelimeleri yanyana getirirken onlarda bir ahenk görmemek saklı müziği hissetmemek pek mümkün değil gibi geliyor bana. Bu yüzden şiire yaslanmayan bir edebiyatın, herhangi bir yazı, metin macerasının olması mümkün değil. Başkası başka türlü cevap verebilir böyle bir şeye, bunu çok daha farklı bir şekilde izah edebilir belki. Şiir yazarken bile şiiri düşünüp, şiir hissedip kelimelerin birbiriyle ahengini bulabilmek adına böyle bir şey yapıyorum. Böyle şeyler bazen rastlantıyla oluyor ama kendiliğinden olmuyor. Ben bir şey yazdığım zaman benim için yazdığım şeyin mesajı içeriği tabii ki önemlidir ama bunun kulağa nasıl geldiği, bunun yüksek sesle okunduğunda nasıl bir duygu atmosferi oluşturduğu benim için çok önemli. Bir kürsüde, bir mitingde, bir protesto eyleminde yüksek sesle okunan şeyler değil yazdığınız ama biri eline alıp okumaya kalktığında etraftakileri sessizliğe gömebilecek bir şey olması gerekiyor bence. Ve hemen bir reaksiyon yaratması gerekiyor. Yani ben yazdıklarımla başkalarını yazmaya teşvik etme gayreti gösteriyorum. Benim öykü yazma yolculuğum da buna benzer bir şekilde başladı. Çok sevdiğim şiirleri okurken çok sevdiğim şiirlerin benim hayalimde oluşturduğu imgeleri masal kıvamında anlatmak derdiyle başladı. 1990ların başında, Tayyar Tırpan’ın editörlüğünü yaptığı İzmir Sanat Günlüğü’ne Ethem Nejat Sandukçu imzalı İzmir hikâyeleri bu yoldaki ilk denemelerimizdir.

A. A. S.: “Gramerci öldü. Dilimiz su topluyor, büyüyor, çürüyor ağzımızda. Şimdi küçük dille yazmak lazım.” derken kastettiğiniz tam olarak nedir?
İ. D.: Çocukluğumdan beri hep birilerinin söylediklerini yapma mecburiyeti, birilerinin yapma dediklerini yapmamayı unutmamak gibi şeylerde geçti hayatım. Çocukluğumuzdan beri televizyondan radyodan otobüste sınıfta yolda fabrikada her yerde bize bir şeylerin nasıl yapılacağını söyleyen, bir şeylerin nasıl yapılması gerektiğini kafamıza vura vura anlatan birileri oldu. Gramerci bir anlamda bunu temsil ediyor. Gramer bize nasıl konuşacağımızı, nasıl yazacağımızı, hangi kelimeleri nasıl telaffuz etmemiz, yazmamız gerektiğini söyleyen biri. Ama aslında aslında bir hayalet gibi dolaşıyor Avrupa’nın üstünde dolaşan Marx-Engels’in dediği hayalet gibi. Ama o hayalet ki bizi güzel ve doğru yazmaya kompozisyon kurallarına uygun düşünmeye davet ediyor. Doğru düşünmesini bilmeyenlerin kendilerini iyi ve doğru anlatamadıklarını biliyoruz.
Bunun yanında yeni olana ilgimize, yeniye olan iştahımzın kabarıp şahlanmasına da izin vermeyen bir şey bu. Eski alışkanlıkları, “çatık kaşlı gramer” kurallarını sürekli hatırlatarak özgürlüklerimizin kısıtlanmasına yol açıyor bu sofu ve muhafazakar tutum: katı dilbigisi kuralları. Bu de’leri da’ları ayrı yazamamayı öğrenmemek başka bir şey ama bir metne sadece dilbilgisi açısından yaklaşıp insanların yaptıkları işi, o işe verdikleri emeği görmemek ayrı bir şey.
Burada bir parantez açalım. Yıllar önce ben üniversitedeyken Fethi Naci yapmıştı bir kere. Sonrasında Hulki Aktunç bir denemede bulundu. Bunlara yol açan tabii ki Tahsin Yücel’in Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı ile ilgili o meşhur yazısıydı. Bir güruh türedi Türkiye’de ya da bizim edebiyatımızda diyelim bir güruh türedi bu güruh ellerine geçen her metni “hani nasıl yaparım da eleştirilecek, yere batırılacak, ipliğini pazara çıkartacak bir şey bulurum” diye “Türkçede öyle denmez” gibi şablonlarla kitap yazıları yazma akımını yarattı. Linç demeyelim buna belki ama linçe benzeyen zorbalık gibi bir şey bu – İngilizcedeki bullying dedikleri zorbalık. Böylece sesler kısılmaya, hevesler kırılmaya, iştahlar kapatılmaya başlandı ki bizimki bu yanlışlığa bir gazeldir biraz da, buna bir tepkidir. Gramercinin ölümü, evet Gramercinin ölmesi gerekiyor artık. O kırmızı kalemi de kavuk devredenler gibi başka birine geçirmek gerekiyor.
Yoksa öksüz kalırız.
Yoksa öksüz mü kaldık?
Benim için Gramerci hayatın her alanına yayılan bizi sürekli sırtımızdan, ensemizden gözetleyip iyi ve doğru yapmaya yönelten bir “ahlak zabıtası” gibi. Ama öyle bir zabıta ki sadece bir özdenetim olarak çalışıyor, yani tamamiyle kurmaca, tamamiyle hayal ürünü bir simge. İnsanın kendi kendisini iyi biri olmaya, tutarlı biri olmaya zorlaması gibi çünkü iyilik zorla oluyor, kötülük kolayca. Her yerde, her şeyde işin kolayına kaçanların sonuçta kötü şeyler yaptıkları, kötü işler ortaya koyduklarını gördüm, tanık oldum ben hayatım boyunca. Bu yüzden Gramerciyi bir çeşit kişisel yalvaç gibi görmem gerekiyor benim. O benim muhafızım. Elde kırmızı kalem gece gündüz dolaşan bir abdal. Gramerci tabii ki ölmez, “Gramerci öldü” demek doğru değil o yüzden. Ölümsüz değil ama. Çağımız çılgınca kötülüğe koşuyor çığlıklarla küçük dille değil çürük dille yazıyoruz artık.
Yine de, nadiren de olsa, bir keşiften doğan sevinci ve şaşkınlığı yaşadığımız anlarda
Gramerci yaşıyor olsaydı da ona “ilerleme” kelimesi aşağıdakilerde hangi anlamlarda kullanılmıştır? diye sorabilseydik diyoruz. Memletim ilerledi. Hastalığım ilerledi. Keşke.

A. A. S.: Nadas Yılkı Aheste gazeller, destanlar ve semailerden oluşan, klasik öykü anlayışından ayrılmaya çalışan, türler arası deneysel bir derleme diyebilir miyiz?
İ. D.: Türler arasında geçiş ya da türler arasındaki sınırların kalkması benim kendimi zorlayarak ya da bir hedef olarak yaptığım bir şey değil. Bir şey yazmaya başlıyorsunuz, konu, biçim, form, anlatım tarzı beni oraya doğru çekiyor. Hiç yazmadığım, sürekli işin esprisine kaçıp alay etmeye çalıştığım ya da mizahla başa çıktığım bir durum var: roman ya da roman yazmak. Roman bana kalırsa türler arasındaki en kolayı olmaya aday. Yani türlü türlü hatayı her keşmekeşi kaldırıyor. Müsamahakar. Yani üç sayfa laf salatası yapıp iki paragraf unutulmaz şeyler yazmak mümkün. Böyle romanlar var, görüyoruz. Bunların değerlendirmesini yapacak değilim ama her kelimesi tartılmış, her kelimesi hesaplanarak yapılmış, yazılmış romanlar da var, bunları da biliyoruz. Bunları okuduğumuz zaman türün kendisinde değil, bunu yazanlarda aranması gereken biri özellik iyi olması durumu. Roman da yazacağız tabii, hele ki Kasım ayında bir romana başlayıp bir romanın çatısını kurup gidebildiği yere kadar götürmek gibi gelenek var burada *–ama bastırmaya çalışacağız anlamına gelmiyor tabii ki bu! Benim için bunların hepsi kalem alıştırmaları -meşk.
Türler söz konusu olduğunda aklıma o çok sevdiğim şarkı gelir “Ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam”. Yani demeye çalıştığım benim için formların o kadar büyük bir önemi yok. Kalemime güvendiğim ve ruhuma yakınlığıyla beni ikizim kadar mutlu eden, saadete gark eden hikâyedir tabii ki, ama şiirin gücü hayatın gücüne eşit neredeyse. İkincisinin dünyamı değiştirdiğini hatırlıyorum. Umarım bu bundan sonra da böyle devam edecektir vesselam.
Türler arasında bir sınırım yok. Üslup nereye çekerse oraya giderim. Kafiyeden korkmam, heceyi bölerim, aruzu beceremem. Nadas Yılkı Aheste’yi lafı gevelemeden doğrudan ama imbikten geçmesini sabırla bekledikten sonra bir meşrubat gibi sofraya getirmekti hayalim.
NaNoWriMo: https://nanowrimo.org/national-novel-writing-month

A. A. S.: “Babil Dili ve Edebiyatı, Giriş” ile açılıyor kitap. Şimdiyle belki de mitolojik denilebilecek bir geçmişin harmanlandığı, ağzımızda rüya tadı bırakan enfes bir öykü. İlerledikçe diğer öykü, gazel ve masallarda da aynı nostaljik ve kültürel ögelerin barındığını görüyoruz. Kendinize has parelel bir evren, zamanların kırılıp birleştiği bir mekan oluşturuyorsunuz. Bu oyunların sizin biçeminizi oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?
İ. D.: Oyun değil ama belki de paralel bir evrende geçmiş şeyler olabilir o öyküyü bana yazdıran. Bir çok şeyi, hatırlamam gereken bir çok şeyi, beni çok mutlu edecek bir çok şeyi unuttuysam da birkaç hatıra vardır hâlâ bugün gibi pırıl pırıl hafızamda. Onlar burnumun direğini sızlatır. Birincisi, ilkokul yıllarındaydı, babam beni Akhisar’a götürmüştü. Dedemlerin yaşadığı Akhisar’a niye gitmiştik, onu hatırlamıyorum, gidişimizi, oraya varışımızı, orada bir gece aynı odada beraber yatışımızı hatırlıyorum. Geriye dönüşümizü, orada ne yaptığımızı hiç hatırlamıyorum. Beni babamın seviyesine, onun yol arkadaşı, yoldaşı olabilecek bir yere getiren şeydi ki bu, beni sanıyorum bir günde büyüttü. Bir günde ona yaklaştırdı. Ona olmayan hayranlığımı, duyamadığım saygıyı, sevgiyi doğurdu. Çok özel bir şeydi o. Dediğim gibi ayrıntılarını hatırlamıyorum. Onunla da hiç konuşmadık neden gittiğimizi. Yıllar sonra hep düşündüm belki de acaba öyle bir şey hiç olmadı mı diye. Yani biz üç kardeşiz, neden sadece beni götürmüş olsun, bilmiyorum bunu. Ondan başka da kimse de söyleyemezdi, söyleyebilecek kimse de kalmadı.
Yine çocukluğumuzda bayramlarda (ille) Akhisar’a gidip gelirken trenle, otobüsle, o Sabahattin Ali’nin anlattığı yolculuklar gibi yolculuklarda, tavukların eşelendiği, asker kaçaklarının, askere gidenlerin, kelepçeli tutukluların, jandarmaların, inzibatların falan olduğu, tahta bavulların, yaşlı kadınların, çok çocuklu kadınların, yardıma ihtiyacı olan ihtiyarların olduğu otobüs, tren yolculukları vardı. İnsan manzaraları. Onlardan birinde, yani birkaç yıl böyle bir şey başımıza gelmişti, Akhisar‘dan İzmir’e direk vesait olmayınca babam bizi genelde Manisa’ya götürürdü. Manisa’dan tekrar başka otobüse ya da trene binerdik. O bayram dönüşü keşmekeşlerinden birinde yolumuz Saruhanlı‘ya düştü. İzmir-İstanbul yolunda onlarca defa sadece tabelasını gördüğüm yer, (Hacırahmanlı gibi) bir anda açılıverdi masallardaki Kaf Dağı gibi, Eldorado gibi, Atlantis gibi bir yer oldu. Yani rüya gibi hatırlıyorum Saruhan beyinin heykelini. Bir kahveye gidip oturuşumuzu (havuzluydu). O kahvede bitkin bir şekilde otobüs bekleyişimizi. Galiba dolmuşla Manisa’ya gidip mesela tekrar trene binmiştik İzmir’e gitmek için. İşte bu iki olayı hiç unutamadım. Bir hayal ülkesinde gezinir gibi gidip geldiğimiz bir yer gibi göründü o kasaba. Bayramlarda neden İzmir’de kalmıyoruz diye içerlenirdik ama şimdi bakıyorum ki memleketi o perişan yolculularda, tozlu ve sofu kasabalarda tanımışım aslında. O yüzden o öykü çok özeldir benim için. Böyle bir masal, hayal ve hatıra arasında gidip gelen bir yerdedir. Evet, bunu paylaşmak istedim yazarak, yazarak tekrar yaşamak istedim herhalde. Görmediyseniz Saruhanlı da çok güzel bir kasabadadır, gidin, görün. Ben 1975’ten beri görmedim. İşte ne diyelim, ailenizi, sizi destekleyenleri, sizi sevdikleri ve destekleri sürece sevin. Sevgiler gerekçesiz değil, hakedilmeleri, bedelleri ödenmesi gerekiyor. Bedelli sevgi. Bedelli sevgili gibi bir şey. Ben çocukluğumu bedelli yaptım.
Atlet-külot, fanila-don, tişort-pijama: Babamın röbdeşambrı hiç olmadı.

A. A. S.: Şiir, deneme, öykü-anlatı gibi çeşitli yazınsal alanlarda eserleriniz var. Kendinizi en çok hangisine yakın görüyorsunuz?
İ. D.: Onu herhalde yazdığım kitaplara bakarak kolayca cevaplayabiliriz. Yazıp yayınlamadıklarımı da ben bilirim sadece ama! Tabii ki en yakın hissettiğimiz yer, kendimizi en yetkin duyduğumuz, yazımızı kendi doruğumuza ulaştırdğımız yer olarak şiiri görüyoruz. Şiirin düzşiir, düzyazı şiire kayışına, bunun da öykücülüğümün temeli olduğunu söyleyebilirim kendi adıma. Deneme… deneme yazmak çok özel bir şey. Büyük bir zevk. Ben deneme yazarken biraz bilgiçlik taslıyormuşum gibi bir üslup kendini dayatıyor bana. Bundan hoşlanmıyorum çoğunlukla ama bilmediğim bir konuda bir şey yazmak da bana hiç doğru bir tavır gibi görünmüyor. Yani bildiğim bir şeyi bilgiçlik taslayarak paylaşmak değil de onun hakkında bir iki laf ederek bir hasbıhal oluşturmak, sohbet etmek benim amacım. Denemeyi o yüzden çok seviyorum. Deneme yazarı değilim ama denemeyicim. Bir çok şey bir mısra, bir kelime, şiirsel bir cümle olarak başlıyor ve macera öyle devam ediyor. Şimdilerde ”düzgünlükler” üzerine çalışıyorum, Parşömen’de yayınladı çoğu, ikinci cildi birinciden önce bitti: Sihir-Zehir-Panzehir – Hamgörüler: Çiğgörüşler. Beyza Ertem’in yüreklendirmesiyle aykırı seyir yaratacağını umuyoruz.

A. A. S.: Metinlerinizde türlerin birbirine bu kadar yakın olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İ. D.: Zaman zaman bu beni zor duruma sokuyor -bu soruya cevap vermek yani! Bir metni bir sınıfa sokmaya, tek bir türe dahil etmeye çalışmayı edebiyat fakülteleri tartışsın. Eleştirmenler, deneme yazarları kafa yorsun buna bence. Bazen dergi editörü arkadaşlara, mesela Ercan y Yılmaz, Murat Yalçın’a dergi için bir şey gönderdiğimde ”bunu hangi sınıfa, hangi türe sokalım” diye soracaklarından ödüm kopuyor. Öyle olduğunda lafı kıvırıp işi mizaha vuruyorum. Orhan Pamuk, bir merkezden söz ediyor romanda. Bence bir de denge lazım: bir Hilmi Yavuz hüznü ve Fehmi Külyutmaz mizahı. Yavaş Ateş örneğin öyle bir metin oldu. Murat Yalçın editörlüğünü yapıyordu, metni birbirimize gönderip düzeltmeler yaparken o arada tür için karar vermemiz gerekti. Anlatının en uygun olduğunu düşündük o kitap için. Deneme de diyebilirdik belki, ya da düzyazı şiir. Ama anlatı demek daha doğru göründü. Denemenin de kendi içinde bir disiplini var, kurguya ya da gerçek olmayan şeylere dayanması doğru değil gibi geliyor bana. Pek iyi dile getiremiyorum belki ama bana bir taraftan da özgürlük veriyor bu deneyler, denemeler toplamının oluşması. Bu deneysel metinler toplamını daha sonra bir kitap olarak görmeye başladığımda türü de belirginleşiyor. Ben çoğu kitabımı en başta nereye gideceğini bilmediğim notlardan, denemelerden kotardım. Yalnız, çok uzun yıllar üzerinde sadece şiir kitabı olarak çalıştığım Dil Tutulması vardı. Vedat Türkali ödülüne değer görüldü. Çok uzun yıllar, on yıllar önce bir şiir kitabı olarak başladı ve bir şiir kitabı olarak kaldı. Hatta adı da benim Türkiye’deki yıllarımdan kalmaydı: Dil Tutulması. 1990’ların başında, Türkiye’de konulmuş bir başlıktı yani 30 yaşından büyük bir kitabım var benim ama daha geçenlerde doğdu aslında!

A. A. S: Kurgu dünyanızı ve dilinizi en çok etkileyen yazarlar kimlerdir?
İ. D.: Çok zor bir soru bu. Kendimizi rahat hissedip cevap verebileceğimiz bir soru değil. Çok fazla haksızlık oluyor liste yapmak zorunda kalınca. Ama şunu söyleyeyim, ben elime geçen, elime geçirebildiğim yeni çıkan birçok kitabı, yeni yazar arkadaşları okumaya çalışan biriyim. Şiirlerde son dönemde en çok sevdiğim birkaç arkadaş, uzun yıllar okuduğum Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Enis Batur falan gibi şairlerin yanında da yer alır. Bu arkadaşların işleri nerelere kadar ulaşır orası onlara, hayatın gidişatına kalmış ama Miray Çakıroğlu‘nun işlerini severim, Kutay Onaylı’nın, Nilgün Emre’nin, İsahag ve Ercan’ın, Kıbrıs’tan Fatoş ve Emel’in çalışmalarını da. Betül Tarıman, onun dili kullanımını ise benimkine kullanıma çok yakın görüyorum. Böyle bir çok kısa bir mesaj alışverişimiz de oldu. Bu beni çok sevindirdi. Yüzünü görmediğimiz, oturup bir çay bile içmenin kısmet olmadığı insanlar bunların çoğu. İnkar etmeyelim, sosyal medya aracılığıyla tanışma şansımız olmuş. Büyük bir fırsat, şans, büyük bir bereket bence. Asuman var, Asuman Susam. Yani saklı sular gibi, her daim hazır, gizli editör gibi her zaman hem yazdıklarından feyz alıyorum, hem de yazdıklarımı okuyup bana yaptığı önerilerle büyük katkıları oluyor. Melih Elhan da Asuman gibi üniversiteden arkadaşımdır, onun haykuya yaklaştırdığı, mani kıvamına ulaştırdığı küçük, kısa şiirler var. Fotoğrafçılığı çok iyi bilen biri olduğu için enstantanelere benziyor. Nasıl oldu da kaçırdım ben bunu gibi bir duygu veriyor birkaç kez okuyunca. Yani genç arkadaşları okuyorum, genç arkadaşlardan yeni şeyler, yeni yeni türler, yeni formlar, duygular öğreniyorum, yeni duyarlılıklar ediniyorum. Buz Kandilleri’ni okudum Kadire Bozkurt’un. Gerçekten çok beğendim. Ödül de aldı zaten. Ama ödül aldığı için okumamıştım ben onu. Notos’tan çıkmış (bu yeterli bence) sözüne güvenilir insanlar tavsiye etmişler. Yaşanmışlık var öykülerde, ama bize ”ben bunları bunları yaşadım” anlamında anlatılmış şeyler değil bunlar. Biz büyürken bizi seyretmiş sanki! O yaşamışlığın içinde yer yer acemilikler de var tabii. Acıyı, ağrıyı damıtmış, şiirsellik kaygısına düşmeden anlatacağı hikâyeyi doğrudan anlatıyor ve o sadeliği ile çok başarılı bence. Onmayan bir yaramızı ovuşturuyor, olmayan bir boşluğu dolduruyor. Büyük bir kazanım bence. Romana kaptırmayız inşallah onu!
Aziz Gökdemir’in İmparator’a Veda’sı aziz bey hadisesi gibi. Lütfen es geçilmesin.
Onur Çalı, kaplumbağa sabrı, karınca gayreti, eşekarısı inadı ve enerjisiyle gıpta ettiğim bir yazar. Öykülerindeki ince hüzün, uçarı mizah bir akşamüstü esintisi gibi.
Enerjisine, derinliğine, yeteneğine hayranlık duyduğum Efe Murad var. Onunla işler yapmak, projelere kafa yormak ”harika”! –eğer ona ayak uydurabilirseniz, hızına yetişebilirseniz.
Cem Akaş’ın zeka ürünü iyi edebiyatını seviyorum. Çok şey öğreniyoruz ondan. Bize eski akademi hocaları gibi bir konuyu nasıl ele alıp onu fiction haline getireceğinizi güzel gösteriyor. Biçim denemelerini, konu çeşitliliğini, anlatım deneyselliğini inclenmeye değer buluyorum.
Her daim taze, yıllandıkça lezzetli Haydar Ergülen.
Dikkat ettim, hepsi alçakgönüllü, hoşgörülü insanlar bunlar. Bir fikir verir inşallah!

A. A. S: Uzun yıllardır yurt dışında yaşayan bir yazarımız olarak edebiyatımızın dünya edebiyatı içerisindeki duruşu ve geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
İ. D.: Amerikan edebiyatını iyi kötü takip edebiliyorum. Britanya edebiyatını biraz ama öbür ülkelerde olup biten hakkında bir fikir edinecek vaktim yok. İngilizce’ye çevrilenler, buradaki kitap dergilerinde bahsedilenlerin yanında Türkiye’deki yayınevlerinin çevirip bastıkları kitaplar benim de bulabildiğim, izleyebildiğim şeyler. Haruki Murakami, Dag Solstad, vs. bildiğim bu kadar. Yurtdışında yaşıyor olmak, hatta bir üniversite kütüphanesinde hayatı kitaplar arasında geçiriyor olmak da bir yetki vermiyor ülkenizin edebiyatının bir yere koyma, koordinatlarını belirleme konusunda. Türkçeye çevrilenleri görüyorum listelerde, okuyamıyorum. Türkçe yazan arkadaşların kitaplarını da görüyorum, elimden geldiğince takip ediyorum. Edebiyatımız iyi bir yerde diyorum ama iyi bir yerde olmasının dünya standardındaki yeri ne? Sahadaki yeri ne? Bunu, bilemiyorum. Frankfurt Kitap Fuarı’nda mı bunun karşılığı? New York Times, Financial Times, London Review Books… gibi yerlerde çıkan yazılar mı? Bunu yetkili insanlara bırakayım -yetkili bayilere ya da.
Yayınevlerinin Türkçeye hemen çevrilen çıkan kitaplar var. Örneğin İskandinav edebiyatına karşı büyük bir ilgi var. Benim pek ilgilenemediğim bir edebiyat. Filmleri, dizileri falan pek iyi güzel de, şiir duyarlılığının suyun donma noktasına yakın olduğu bir diyarda, İbsenleri, Hamsunları falan bir kenara koymuyoruz, ancak, Türkçeye hemen anında çevrilmelerinde de bir alamet var demek ki. Benim bilmediğim, görmediğim, anlamadığım bir şey var. Kallavi ciltlerdeki Knausgaard’ın Kavgam’ı, tırnak içinde ”kavgam”, yani Hitler’in başlığıyla ”kavgam” gibi, bizim memlekette neden o kadar büyük bir ilgiyle karşılandığını anlayamıyorum. Rekor satışlara ulaşmasını falan anlayamam ama bir sır gibi sakladığım arkadaşlar bir gün bir güzel anlatırlar diye umuyorum.
Türk edebiyatının dünya edebiyatındaki yeri güzel olumlu bir yer, onurlu bir yer, inşallah böyle devam eder, Orhan Pamuk’un Nobel Ödülünü kazanıp ülke edebiyatımızı ”haritada bir yere” koymuş olmasının da bundaki payını unutmamak gerekiyor. Hiç kimsenin, hiçbir kurum ya da kuruluşın, devlet ya da tüzel kişiliğin yapamayacağı bir halkla ilişkiler, bir reklam kampanyası başarısıdır bu. Türk edebiyatının varlığının duyurulması, Netflix’teki Türk filmlerinin başarılarının bir kısmını ona bağlamak gerekiyor. Hakkını verelim yani. Kitaplarını en yenisinden en eskisine doğru tekrar okuyun, Cevdet Bey ve Oğulları’nın ne kadar iyi ve sağlam bir kitap olduğunu anlarsınız. Ben asıl Orhan Pamuk’un bizim bugünkü edebiyatımızın yeri hakkında ne düşündüğünü çok merak ediyorum. İnşallah bir gün nasip olur, ona da sorarsınız bunu.
İskandinav edebiyatı haberlerini mesela Netflix ve sadece Türkiye’deki yayınevlerinden takip ediyorum. Duydumsa da zevk almadım İskandinav kederinden…

A. A. S.: Özgün dilini yaratabilmiş bir yazar olarak günümüz edebiyat dünyasında var olmaya çalışan genç öykücülere bir kaç tavsiye verir misiniz?

İ. D.: Ama tavsiye lafı geçti mi, ben mikrofonu kimseye bırakmam. Eski bir öğretmen olarak elbette hemen tavsiyelerime başlayabilirim ve hatta bunları numaralandırır, maddeler halinde anlatabilirim, ve en başa da disiplini koyarım. İkincisi alçakgönüllülük. Üçüncüsü ilgi, yani ilgili olmak, ilgilenmek. Okumak, nerede, neyin çıktığından haberdar olmak gerekiyor. İnanın sizin yazmayı düşündüğünüz, çok büyük bir fikir olduğunu düşündüğünüz şeylerin çoğu bırakın yazılmış olmayı, başkaları tarafından düşünülüp yazılmaya değer bulunmadığı için çöpe atılmış şeyler. İlgi bir de tabii hobi gibi bir şey, ruhu eğlendirmek gerekiyor. Benim hayatımda en sevdiğim şeylerden bir tanesi bilardodur. Bilardoda iyi, iyi bir bilardocu nasıl olunur, bunu keşke dünya bilardo ustalarına sorabilsek.
İyi bir bilardocu nasıl olunur? Alıştırma yapmadan, sürekli bir egzersiz hezeyanıyla dolaşmadan, geceleri zafer ve mağlubiyet rüyaları görmeden olamazsınız. Çok iyi fikirleriniz olabilir, yani topun şöyle şuradan şuraya gitmesi gerekiyor, bunu matematik, geometri söylüyor diyebilirsiniz, ama bunu yapmak çok zordur, o kadar kolay bir şey değildir. Yıllarca oynayan insanla bilardoya yeni başlayan eline ıstakayı ilk kez alan insan arasında çok büyük bir fark vardır. Bilenle bilmeyen bir değildir.
Bazı insanlar çok çabuk öğrenirler, onların motor skilleri çok gelişmiştir, beyin ve el koordinasyonları çok yüksektir. Birçok insanın bir yılda ulaşabildiği bir yetkinliğe bazı insanlar bir haftada ulaşabilir, o ayrı bir şeydir. Ama genel olarak çok egzersiz yapmadan, alıştırma yapmadan olmuyor, olamıyor bu iş. Görmek gerekiyor, denemek gerekiyor, deneyip yanılmış olmak gerekiyor, yav şu şöyle olabilir diye düşündüğünüz bir şeyi yapıp yapıp yapıp yapıp olmadığını görmeniz gerekiyor. Demek istediğim sürekli yazmak, sürekli alıştırma yapmak gerekiyor. Kimsenin artık mazeret falan ileriye sürmesi pek mümkün değil. Kalem kâğıt gibi şeyler eskisi gibi çok zor bulunan, aileden yalvar yakar parayla alınan şeyler falan değil artık. Birkaç şeyden kısıldığında kitaba, dergiye para ayırmak deftere, kaleme para ayırmak imkansız değil. Çoğumuzun artık iyi kötü bir cep telefonu var, da demek istemiyorum yoktur, olmayabilir, yoktur da, ama varmış gibi farz edelim, cep telefonunun günlük hayata girdiği bir dünyada bir şairin 24 saat içinde yazma olanağı ise bundan 30 yıl önceye göre 200 kere daha fazladır. Biz yolda yürürken aklımıza gelen bir şeyi aman eve varana kadar unutmayayım diye kafamızda tekrar ede ede bir şaklaban gibi varırdık eve, hemen bir odaya falan koşar, not almaya çalışırdık. Şu anda aklınıza gelen bir şeyi sınıfta, derste, kahvede, otobüste, yolda, fabrikada, markette, arkadaşınızın yanında, sevişirken, uyanıkken, yatağa girerken, yataktan kalkarken not alma şansınız var. Böyle bir olanak daha önce dünyada başka bir kuşağa verilmedi. Buna rağmen hâlâ başyapıtlar üretilmiyorsa, bu biraz tembellikten ileriye geliyor. Ve yeterince alıştırma yapmış olmamaktan kaynaklanıyor, bir de defter tutmamaktan. Aşk olmadan meşk olmuyor ama meşk de aşkın gelişini sağlıyor… Öyleyse tavsiye: Defteri olmayanların kitabı olması çok zor.
Başka tavsiye? Öykü dergileri okumak. Öykü yazanların binde birinin aboneliğiyle yaşayabilecek Trendeki Yabancı, Parşömen, Notos, Öykü Gazetesi, Hikâyeci, Ecinniler… gibi yayınları yaşatmak. Bu gerçeği göz ardı ederek dünya edebiyatındaki yerimizi sabahlara kadar tartışabiliriz. Nafile…
Soruları itinayla hazırlayıp cevapları sabırla beklediğin için teşekkürler…

A. A. S.: Samimi sohbetiniz için asıl biz teşekkür ederiz.

Nadas Yılkı Aheste
İlhan Durusel
YKY
Öykü / 152 sayfa

Yukarı