Okan Yılmaz’la Söyleşi / Gaye Keskin

Şair Okan Yılmaz Kadıköy’de doğdu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okudu. Yıldız Teknik Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisans derecesi sahibi şairin şiirleri, Varlık, kitap-lık gibi dergilerde yayımlandı. Doktora çalışmalarını Yıldız Teknik Üniversitesi’nde sürdüren Okan Yılmaz, FMV Işık Üniversitesi ve Yeditepe Üniversitesi’nde Türkçe ve edebiyat dersleri veriyor.  dudağım politik, şairin üçüncü şiir kitabı.

“Ama bence bu barbarlar intikam kompozisyonlarına vakit yaratmak yerine nereye doğru yıkılacaklarını seçsinler artık. Belli ki tacizci erkek şairlerin suçlarını ve kalıplarını bizim varlığımız ve bizim özgür şiirlerimiz titretiyor.”

Gaye Keskin: Sevgili Okan, söyleşimizde cevaplayacağın sorular için şimdiden teşekkür ederim. Giriş bölümünde seninle ilgili bir yazı olacak ama ben genel geçer tanımlamalar dışında Okan Yılmaz’ın kendisini nasıl tanımladığını merak ediyorum ve ilk sorumu soruyorum. Okan Yılmaz kimdir?

Okan Yılmaz: Ben de soruların için bir teşekkürle başlayayım Gaye. Hem sana hem de ekip arkadaşlarına elbette. “Okan Yılmaz kimdir?”e gelecek olursam… Okan Yılmaz, Türkiye gibi bir coğrafyada tüm ötekilik tuşlarına aynı anda basıp doğmuş biri. Tam da bu sebeple çocukluğundan ilk gençliğine kadar karnında ağrılar, sırtında sopalarla büyümüş, ama hiç şikâyet etmemiştir. Siyasal İslamcı mahallelerde Alevidir örneğin bu Okan, muhafazakâr caddelerde queer, Türk edebiyatı kürsülerinde Kürt. Tüm bunlar yetmezmiş gibi ölüme karşı yaşamayı savunur bir de, 6284’ü, Anayasa’da cinsel yönelim hakkını. Hayatta ve edebiyatta iktidar fikrine topyekûn karşıdır da. Abileri veya ablaları yoktur bu yüzden. Onların çok takipçili hesaplarına inanmaz, hiçbirine ağlaya ağlaya mektuplar/mailler yazmaz, “Beni görün,” diye yalvarmaz, kuzenlerine para verip ekşisözlük entrysi tuşlatmaz, bunları yapan yaşıtlarını da yadırgar. Çünkü edebiyat tarihini şahdamarından ısırmıştır ve neyin gerçekten geleceğe sızacağını hisseder. Sadece bazı kızkardeşleri vardır ve onlara inanır. Tabii bu özellikleri son derece kamusal. Bir de özel hayatı var. Âşıktır ve tüm ürpermeleri onurlu yürüyüşlerinden önce aşkıyla ilgilidir. Saçlarını savurur, queer şiirini savunur, şen kahkahalarıyla herkesi kışkırtır ve kimin ne düşündüğü umrunun ucunda bile değildir. Anlayacağınız tepeden tırnağa tehlikelidir bu Okan. 

G. K.: Bugünkü Okan olarak kendin hakkında bunları söylüyorsun elbette. Peki bugünden ilk şiirine şöyle bir bakış atmak istersen neler söylersin? İlk şiirini hatırlıyor musun?”

O. Y.: Unutmadım ki hiç. Ben Alevi bir ailede yetiştirildim. Dedem, Anadolu yakasının en büyük cemevinde yıllarca postta oturmuştu. Hal böyle olunca Aleviliği daha yakından deneyimledim. Dergâh gezileri, cem ayinleri, şenlikler… vesilesiyle şiirle ilk ve bence en ateşli yakın temasım kurulmuş oldu. Büyülenirdim bir şeyler söyleyip bazı rutinleri tamamlayan insanları gördükçe. Örneğin üç kez kapı öpmek, üç kez süpürgeyle yerlere eğilmek bana ilginç gelirdi. Bu mistisizmin içinde çocuk olmak şahaneydi sanırım. Tabii bunlar kapalı kapılar ardında gizlice gerçekleştirilen eylemler. En büyük pay onların. Sonra anneme babasından kalan bazı kitaplar, özellikle Pir Sultan Abdal’ın şiirleri ve Yunus Emreler… Böyle böyle derken okumayı sökeli sanırım bir, en fazla iki yıl olmuştu ve ben ilk şiirimi bir deyiş formunda yazmıştım. Benim için hâlâ çok özeldir.

G. K.: Şiirin günümüz edebiyat ve yayıncılık dünyasındaki yerini nerede görüyorsun?

O. Y.: Geçenlerde bir yazı yayımlandı. Şiirden Cebelitarık’ta son birkaç üyesi hayatta kalmış bir primat ailesi gibi bahsetmişler. Şiir türü tehlikede. Bunu yazmışlar. Buna inanmıyorum. Ticari sebeplerle şiire mesafelenen yayınevlerinden şikâyet edeceksek sadece şiir yayımlayan yayınevlerini nereye koyacağız mesela? Veya şiirle gayet yakın bağlar kuran anaakım yayıncıları? Pandemiyle birlikte online yayıncılık yeni bir alternatif haline geldi. Şimdilerde tek bir tweetle harika şiirlere ulaşabiliyoruz. Nasıl bir tehlike bu? Bence şair dediğimiz hayvan yana yakıla sadece kendi şiirinden yana olduğu ve diğerlerine göz kapadığı için böyle bir tedirginlik hissedebilir, ama nafile bir çaba bana kalırsa. Benim için şiir, benim takip ettiğim şiir, gayet iyi bir yerde anlayacağın.

G. K.: Peki sürekli vurguladığın queer şiir bu yere sığıyor mu?

O. Y.: Queer genel anlamda bir yere sığmıyor ki Gaye. Hem biçimiyle hem içeriğiyle başından sonuna norm karşıtı, kuşatıcı, çoğulcu, yeni ihtimallere ve şiddetli krizlere açık bir şiiri çağırıyoruz. Elbette tarifi zor, zaten queer’in bu oyuncaklı halleri de tarif edilemezliğinden gelir. Ama tüm bunlar yazının kendisiyle ilgili, şairin kimliğiyle ilgili değil. Burada hemen başka bir örnek vereceğim: Birkaç yıl önceydi sanırım, yayın ekibinde bir tacizci olan ve tacizci arkadaşlarını aklayıp duran bir erkek şair grubunu ifşa etmiştik. Bu ay o dergide kitabım hakkında bağlamsız, sadece hakaretten güç alan tuhaf bir kompozisyon gördüm. Evet, ne yazık ki bir eleştiri örneği değil bu. Kompozisyon dersi alan bir lise öğrencisinin müsveddesi gibi. Sözde, bizim ifşamızın intikamı yani. Ama bizim örgütlü ifşamıza karşı hamle diye yazılmış bu kompozisyon o kadar parçalı ki. Örneğin Arkadaş Z.’den ve İskender’den bahsetmiş, sanki ben queer şiiri ilk kez yazdığımı söylemişim gibi bir tarafa çekip kışkırtmaya çalışmış meydanı ama böyle bir iddiam olmadı, olamaz da. Kaldı ki Divan şiiri bile yer yer queer’leşmişken ben nasıl böyle bir hadsizlik yapabilirim? Ben edebiyat tarihçisiyim. Böyle bir hataya düşmem mümkün değil. İşte bu tip barbarlar biz queer’i vurgularken yazan kişinin kimliğinden bahsettiğimizi düşünen kişiler. Oysa derdimiz yazan kişinin cinsiyetleri veya cinsiyetsizliğiyle değil, biz metinleri hedef alıyoruz. Tabii burada eleştirisizlik büyük bir mesele olduğu için fazla ciddiye almaya da gerek yok, zaten kitabımın adını bile yanlış yazmış bir müstear isim, gülüp geçmek yeterli. Ama en basit haliyle şimdiki şiir dünyasında queer’e kendi şahsi meselelerinden ötürü böyle düşmanlık edenleri ifşa etmekte fayda görüyorum. Ama bence bu barbarlar intikam kompozisyonlarına vakit yaratmak yerine nereye doğru yıkılacaklarını seçsinler artık. Belli ki tacizci erkek şairlerin suçlarını ve kalıplarını bizim varlığımız ve bizim özgür şiirlerimiz titretiyor. 

G. K.: Kitaptaki şiirlerinin arasında bütünlük, tema yakınlığı bir seçim mi, yoksa yazdıkların kendiliğinden mi ortak imgeler etrafında toplandı?

O. Y.: Ben yazıya günde birkaç saatimi ayırıyorum. Şarkı sözleri, senaryo çalışmaları, öyküler… Ama elbette daha çok şiir. Kalemim durmasın, şiirim farklı noktalarda kendini deneyebilsin diye harcıyorum bu mesaiyi. bu senin devrimin yayımlandıktan sonra kendi yazdıklarıma epey mesafe almaya başladım ben bu çalışmalarda. Oradaki aslanın ve ceylanın diyaloğunda hissettirdiğim duyguları daha da açmaya karar verdim. Bu kararla aslında dilim farklı noktalara doğru çözüldü ve yeni şiirler doğdu. Yeni şiirler arasında aynı yere basanları bir araya getirince dudağım politik’in iskeleti oluştu ama dediğim gibi, sadece iskelet. Bölümlendirmek, hangi bölümde nasıl bir anlatının olacağına karar vermek, gerektiği takdirde sözcükleri/dizeleri yeniden yeniden değiştirmek epey vakit aldı. Yani hem kendi rızalarıyla bana gelen hem de aynı rızayla değişmeye hazır metinlerdi, diyebilirim. Bu süreçte ise bu zamana kadar hiç yanından yöresinden geçmediğim metinler birikmeye başladı ayrı bir kanalda. Şimdilerde onlara çalışıyorum. Bir de bu gözle dudağım politik şiirlerini daha hangi sınıruçlarında gezdirebilirim diye uğraşıyorum. Disiplinlerarası bazı çalışmalar yolda.

-“…olasın kör sürünesin billah dövünesin

çünkü cümle tanıştığımızın yanına

hile hile geldin

ben anca taş kâğıt makasta kazandım

konuştuğumuzun ortasına

vahiy vahiy indi namusun

ablukanı orospulukla aştım

batıyorsan bat be felek diye

ellerinden öpse bu kem dualarım

keşke geçen kış değil de

on beşimde intihara kalkışsaydım”

G. K.: Bu alıntı dudağım politik isimli son kitabındaki “hevesinden alacağım var my lady boy” şiirinden. Bu dizelerde olduğu gibi, şiirlerinin hemen hepsinde bir başkaldırı, varlığın köklerini sallayış, göğsünü açıp yaralarını gösterişin var. Buradaki sorum şu; öznel sınırlarını böylesi cesur hamlelerle okurlarına açarken, onlarda yaratmasını istediğin mefhum nedir?

O. Y.: Aslında üstümden atmak istediğim ilk kekeme hallerim beni buraya getirdi Gaye. Ben kendimi çok kapatmışım, çok gizlenmişim. Belki ilk korkular, ilk otosansürler, şiirle ilgili değil ama son derece şahsi meseleler. Sonrası alabildiğine sınırsızlık. Bu sürecin üstüne bir de hastalandım. Hâlâ tedavim sürdüğü için bedenim günden güne değişiyor. Etten kemikten kendimle tanışınca da yazı bambaşka bir noktaya ulaşıyor ister istemez, sürekli akışta. Peşine düştüğüm bu poetika da kendi bedenimi tanımamla, onunla bu denli hemhâl olmamla ve daha geniş bir spektrumda bakmam gerekirse benliğimi yeniden yeniden yapıp yıkmamla ilgili. Bu cesaret oradan geliyor yani. Bu sebeplerden ötürü, aynayla yüzleşirken ortaya çıktı bu mefhum: kendilik. Oradan sonra zaten şiirlerin her yanını sardı sarmaladı. Okura da geçmiş olmalı ki her söyleşide veya imza gününde böyle dönüşler alıyorum. Dün Frankeştayn’da söyleşim vardı mesela. Bir okur içinde birçok dosya olan çok hoş bir zarfla geldi. “Kendi şiirlerim, kendi kolajlarım, size hediye etmek istedim,” dedi. Ömrümün sonuna kadar tutunacağım anlardan biri oldu benim için. İşte bu ortaklıktan bahsediyorum, ruhlarımızın, bedenlerimizin, mücadelelerimizin ortaklığı.

G. K.: Çağdaşlarında sevdiğin şair ve yazarlar kimler, onları senin için farklı kılan şey ne?

O. Y.: Şair ismi versem kırılanlar olacak o yüzden ben sadece yazarlar arasında son yıllarımın üç büyüklerini sayacağım: Birgül Oğuz, Sema Kaygusuz, Şule Gürbüz. Tek sebebim var: Merkeze hangi duyguyu alıyorlarsa sözcükleri evire çevire beni de o duygudan geçiriyorlar ve ben başladığım yerde kalmıyorum. Elbette bu benim kendi okur deneyimim. Her okurun yazarı biriciktir. Ona itirazım yok.

G. K.: Oruç Aruoba bir söyleşişinde, “Okurlarınızdan beklentileriniz nelerdir?” sorusunu, “Yıllardır umduğum bir şey var, ama hiç olmadı -birisinin çıkıp, ‘Neler saçmalıyorsun hemşehri,’ diye başlayıp, yayımladıklarımın köküne kibrit suyu sıkması…” diye cevaplamıştır. Şimdi aynı soruyu sana yöneltmek ve okurundan beklentinin ne olduğunu sormak istiyorum.

O. Y.: Sevgili Aruoba sadece şiiriyle değil felsefesiyle de yoluma ışık olmuş bir isim. Hani derler ya “Ne yazsa okurum,” diye, işte öyle. Her zaman haklılığın şahdamarından konuşurmuş gibi gelir bana. Senin alıntında da aynı nabız vuruşunu hissettim. Ama kibrit suyu’na dönersem… Okurdan böyle bir beklentim şahsi sebeplerle hiç olmadı çünkü ben yıllar boyunca bir türlü görünmediğime inandım. Fakat öyle değilmiş. Son imza günlerimde hep önceki kitaplarımla karşılaşıyorum ve okurlar benden çocukları için de imza almaya başladılar. Bu duyguyla yeni tanıştım, fakat sanırım hatırlatmamda fayda var: ben 27 yaşındayım. Yer yer şiirlerimde tehlikeli sularda yüzmeyi sevdiğim için bazı hassas sınırları tahrik ediyor muyum acaba, diye çok sordum kendime, genç olduğum için de saldırılabilir biriyim neticede, işte bu buluşmalarda cevabımı buldum. Birbirine zıt cenahlardan, belki sokakta başka bahanelerle kavgaya tutuşacak birileri benim söyleşilerimde aynı mekânda hemzemin olabiliyorlar. Sözgelimi muhafazakârlar lubunya edebiyatını soruyorlar bana. Farklı cephelerin sahiplendiği şiirler yazmışım meğer, büyük onur benim için. Beklentim bu onurun daha da büyümesi.

G. K.: Yazdığın bir şiirin artık senin için bittiğine, okura ulaşmaya hazır olduğuna nasıl karar veriyorsun?

O. Y.: Defalarca yazıyorum Gaye. Farklı türden kâğıtlara farklı kalemlerle. Bilgisayara geçip bastırıyorum sonra. Çalışma masamın etrafına, kütüphanemin raflarına vs. yapıştırıyorum. İzlemek benim için mühim. Aynı harfler yığılmış mı arka arkaya, diye uzun uzun. Aynı akışta mı, çok mu durgun yoksa, diye soruyorum. Göz tatmini. Ve elbette ses kayıtları. Defalarca dinliyorum. Bazen arkadaşlarıma veya anneme kaydettiriyorum. Başka birinin sesinde kendi hatalarımı yakalamak daha kolay oluyor çünkü. Müzik de tamam. Bana hiçbir maraz hissettirmeyen hâli de şiirin son versiyonu oluyor artık. Elbette bu benim kendi reçetem.

G. K.: Turgut Uyar şiirde üslûbu, “şairane” ve “şiirsel” diye ayırmış ve bu iki kavram üstüne uzun süre konuşmuştur. Sen buna katılıyor musun ve eğer katılıyorsan günümüz şiirlerine baktığında, şairanelik ve şiirsellik taraflarından hangisine aitsin?

O. Y.: Turgut Uyar şiirin cephelerinde oldukça sert çarpışmalara girişmiş biri. İyi ki Türkçeye doğmuş, iyi ki Türkçe yazmış. Şiirlerinden de düzyazılarından da çok şey öğrendim. Ama poetika dediğimiz şey devrinin siyasetine göre kolaylıkla şekil alabilen, akıcı bir kavram olmaya oldukça. Tam da bu sebeple, örneğin şimdilerde yaşasaydı Uyar, bu arada keşke yaşasaydı da sohbet edebilseydim, neler ortaya koyardı teoride merak ediyorum. Bir de en başında bir okur olarak “şiir”in ve “şair”in yanına eklenenlerden hep ürkmüşümdür. Zaten doğam gereği hiçbir tarafta yer alamıyorum. Örneğin oy verdiğim parti iktidar olsa muhtemelen o partiye üyeliğimi de iptal ederim. Ben hep karşı çıkmaktan yanayım. Her söze, herkese, yeri gelirse aynı yolda yürüdüğüm arkadaşlarıma da. Ama mesele iki taraftan birini seçmekse Gaye, ben biraz Tanpınarvari bir hareketle, her ikisine de eşit mesafede zor sorular sorup her ikisinden de işime yarayanları çeker alırım. Şiir bana böylesi açıklıkları hatırlatıyor hep, hem durgun hem dalgalı açıklıklar.

G. K.: Son olarak, seni en iyi anlattığını düşündüğün şiirini bizimle paylaşmanı rica edeceğim. Elbette sebeplerinle.

O. Y.: Aslında ben kendi metinlerime gaddar bir mesafeden bakarım, az önce de bunu tarif etmeye çalıştım. Çoğu zaman küçümserim hatta çünkü çalışmaktan hiç vazgeçmeyen bir yapım var. Ama geçenlerde bir “şey” oldu ve ilk kez bir şiirimle aramdaki mesafeyi yaktım. Lâle Müldür aradı beni. Kitabın ilk şiiri “seni vermem saraylara”dan bahsetti ve şöyle dedi: “O kadar iyiydi ki sonraki şiire geçecek gücüm kalmadı.” Tüm hayatım boyunca duyduğum en zarif iltifatlardan biri oldu bu ve beni kendi şiirime uzun zaman sonra yaklaştırdı. Bana en yakın mesafede şimdilerde o şiir durduğu için ilk parçasını paylaşacağım:

“yeryüzünün tüm aldanmış dişileri adına/ sana söz artık intiharı düşlemeyeceksin/ burası yatağının ucu/ tatlı rüyaların ilk günü/ en şanlı ihtilaline topuk vurmak için/ çıkar tırnaklarını bile intikamını ve dinle

devir sevgilim soyunu sopunu devir

gördüm kaşlarının ortasında

şahlanmış en okkalısından inkâr

yine de gelir bana soyunup

seninle nehirlere giresim

değil mi ki yakılmış ormanlar

uçurumundan sürüklenmiş yabanından hayvanlar

kim üfledi de böyle dağıldı

tüm bildiğin süpernovalara kadar

kolunu boynuma doladığın

ilki mi yoksa sabahların

seni birazdan alacaklar

ama devir sevgilim soyunu sopunu devir

ben seni vermem saraylara korkma yürü

allahına kadar her yer işte senin

en başından al barbarlığımı öyle yürü

kaç gecedir rüyamdasın”

Dudağım Politik
Okan Yılmaz
Everest
Şiir / 80 sayfa

Yukarı