Turhan Yıldırım’la Söyleşi / Hatice Günday Şahman

Turhan Yıldırım’la Söyleşi / Hatice Günday Şahman

“Bu öyküleri yazarken sanki kökleri binlerce yıla dayanan çağlar ötesi bir anlatıcıya bürünüyorum. Âdeta çağlayarak ve kalbim de kanayarak bunları kaleme alıyorum.

Turhan Yıldırım, 1983 yılında İstanbul’da doğdu. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdikten sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde İşletme alanında yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Öyküleri, Lacivert Öykü ve Şiir, Hece Öykü, Kirpi, Edebiyatist, Trendeki Yabancı, Parşömen Edebiyat, Litera Edebiyat, Oggito, İshak Edebiyat, Edebiyat Burada, Yazı – Yorum, Tersakan Sanat, Mahal Edebiyat ve Martı dergilerinde yayımlanmıştır. Ağustos 2021 yılında ilk öykü kitabı Kara Gergedan Edebiyatist Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Edebiyat üzerine videolar çektiği bir Youtube kanalı da bulunmaktadır. Turhan Yıldırım ile son kitabı Modern Soslu Postmodern Makarna (İthaki Yayınları, 2023) üzerine konuştuk.

Hatice Günday Şahman: Kitabınıza geçmeden önce yazarlık yolculuğunuzu sormak isterim. Yazmaya nasıl başladınız ve sizi yazmaya yönelten nedir? Yazıyla kurduğunuz bağı nasıl tarif edersiniz?

Turhan Yıldırım: İlk şiirimi yazdığımda on bir, on iki yaşlarımdaydım. O zamanki adıyla Zaire, bugünkü ismiyle Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ebola salgını nedeniyle çocuklar ölüyordu. O zamanlar haber bültenlerini oldukça dikkatli izleyen duyarlı bir çocuktum. Şiirimi bu çocuklar için kaleme almıştım. Yirmili yaşlarımın başlarındaysa uzun cümlelerden oluşan akrostiş şiirler yazmaya başladım. Bugünden baktığımdaysa daha o dönemlerden zihnimin biçimci olarak çalıştığını görüyorum. Yirmi yedi yaşındayken Mario Levi’yle atölye vasıtasıyla tanıştım. O sıralar düzyazı şiir kaleme alıyordum. Bu metinlerim önce anlatıya dönüştü, atölye sonrasında da öyküler yazmaya başladım. Yazdığım ilk öyküler dönemin pek de fena olmayan dergilerinde yayımlandı. Yazmak, daima yapmak istediğim bir eylem. Mümkün olsa sürekli yazarım. Tabii ki yaşamın da kendi getirdikleri ve gerçekleri var. Böyle bir hayat şimdilik benim için olası değil. Kurmaca, tıpkı senfoni orkestrası gibi çalışan zihnimin bir bakıma rahatlama yeri. Yazmak benim için hem bir ödül, hem de bir ceza. Kaleme aldığınız metin bitene kadar yoğun bir akli efor yaşıyorsunuz. Birini sonlandırınca hemen bir başkası doğuyor. Beynim bu açık dosyalarla yaşıyor. Kısacası, yazmanın kendi açımdan tarifi, labirentin içinde yürümekten ibaret.  

H. G. Ş.: Postmodern anlatının yapıtaşlarını oluşturan üst kurmaca, ironi, pastiş, parodi, bilinç akışı, iç monolog gibi unsurları oldukça mizahi bir dille yemek tarifi üzerinden kurguladığınız, kitaba da adını veren “Modern Soslu Postmodern Makarna” öyküsü fikri nasıl doğdu? Ve elbette ki son derece ilginç ismin nasıl bulunduğunu, bu ismi seçerken ne düşündüğünüzü de öğrenebilir miyiz?

T. Y.: Youtube kanalımda “Türk Edebiyatında Geç Modern ve Postmodern” videosu çekmiştim. Tarih, 27 Aralık 2020. Yani, daha henüz ortada ilk öykü kitabım Kara Gergedan bile yok. O sıralarda dosyam, Kültür Bakanlığı’nda ilk eser desteği için bekliyordu. Bu video yayımlandıktan bir gün sonra, arkadaşımla video üzerine yazışırken, “Kendimi modern soslu postmodern makarna gibi hissediyorum,” diye bir cümle kurdum. Yazışmayı bitirir bitirmez sahne sahne öykünün kurgusu zihnime geldi. Sonrasındaysa öyküyü tek seferde, yerimden hiç kalkmadan yazdım. Tabii ki böyle bir ifadeyi arkadaşıma kurmamda video için uzun süredir çalıştığım, edebiyatımızda 1960-1980 döneminin etkisi vardı. Bu öykünün tam da tarif ettiği gibi Modern Soslu Postmodern Makarna yapısı çok sayıda postmodernist öyküden kurulmuş, üstünde de bilinç akışından oluşan modernizm soslu bir yemek. Kitabımın arka kapağında da yazdığı gibi, “Her okuyana, Afiyet zehir zakkum, ısırgan olsun.”

H. G. Ş.: Öykülerinizi büyük ölçüde postmodern tekniklerle kaleme alma sebebinizle ilgili neler paylaşmak istersiniz? Öykü türü bu teknikler için elverişli mi?

T. Y.: Postmodern edebiyatın teknikleri, çoksesli çalışan zihnimin kurduklarını yazıya dönüştürebilmek adına bana oldukça geniş bir imkân sunuyor. Geçmişin postmodernist yazarlarıyla beynimin çalışma mekaniği açısından bir yakınlık bulunduğunu düşünüyorum. Öykü türünün bu yöntemleri kullanmak için ne kadar elverişli olduğu, her iki kitabımdan da rahatlıkla görülebilir.

H. G. Ş.: Kitabınızı “Ve kalemiyle dilin kurallarını yıkan tüm yazarlara” ithaf etmişsiniz. Dilin kurallarını yıkmak neden bu denli önemli ve size göre bu yazarlar kimler?

T. Y.: Dille uğraşmam çok küçük yaşlarda başladı. Kitabımda yer alan “Küçük Kırmızı Japon Balığı” öyküsündeki karaktere benzer şekilde fil hafızasına sahibim. Tabii ki bu durum küçük yaşlarda çok daha devasa boyuttaydı. Daha okuma yazmaya başlamadan önce oyuncağım ansiklopedilerdi. Kelimelerin yapılarıyla uğraşmak, sözcükleri tersten okumak, yolda giderken otomobillerin plakalarındaki harflerden çağrışımla kelimeler üretmek gibi uğraşılar, çocuklukta yaptığım işlerdi. Yaşım büyüdükçe de bu uğraşılar yabancı dillere ve dilimizde yer alan farklı ve eski sözcüklere olan ilgiye dönüştü. Kimi zaman duyduğum tek kelime, zihnimde sonsuz bir çağrışımlar zincirini harekete geçirebiliyor. Ör: Lagos Balığı, Lagos, Nijerya, Nijer, Niamey, Afrika, Afrikaans, Güney Afrika Cumhuriyeti, Nelson Mandela, Cape Town, Johannesburg, Pretoria, Apartheid, Soykırım, Ruanda, Kigali, 1994, Hutu, Tutsi, Huye Dağı, Luanda, Angola, Portekizce, Portekiz, Lizbon, Jose Saramago, Körlük, Görmek, Gonçalo M. Tavares, Kırmızı Kedi Yayınları…

Dilin kurallarını yıkan yazarlara geldiğimizdeyse Dünya edebiyatından başta James Joyce, Raymond Queneau, Georges Perec olmak üzere, edebiyatımızdan da Sevim Burak, Oğuz Atay, Ece Ayhan, İlhan Berk, Ali Teoman gibi isimleri sayabilirim.  

H. G. Ş.: “4.17” öyküsünde, “Şimdi ta çocukluğundan bu yana çok iyi bildiğin kurmaca evrenindesin. Burada gün başka, gece başka, vakit bir yılkı atının terkisine binmiş koşturuyor umarsızca. … Burada ne siyahın beyaza ne de beyazın siyaha karışıyor. Evreninde gri yok, bu iki renk birbirine dokunmadan hayatta kalmayı başarıyor,”  cümleleriyle ifade edilen kurmaca evreni, yazar Turhan Yıldırım’ın evrenini hangi yönlerden imliyor?

T. Y.: Hatırladığım kadarıyla beş yaşlarından itibaren oyunlarımı tamamen kendi kendime kuran, diğer çocuklarla oynama isteği çok da duymayan bir çocuktum. Oğuz Atay’ın Oyunlarla Yaşayanlar adlı eserinde olduğu gibi bende de “Hayallarle ya da Kurgularla Yaşayan” durumu daha en başından vardı. Hâlâ geceleri yattığımda kendimi bir kurgu dünyasının içine yerleştirip öyle uykuya dalıyorum. Küçükken hayal kurmaktan dolayı pek çok eşyamı kaybeder, kimi zaman da okulda unuturdum. Ondandır ki sanırım “4.17” öyküsünde bahsettiğiniz cümlelerde yer alan kurmaca evreniyle kendi gerçekliğim birbirine oldukça yakın.

H. G. Ş. : Bir anlamda toplumsal yüzleşme, bir anlamda da unutma/unutturulma edimine bir karşı duruş olarak okuyabileceğimiz, muktedirler ve ayrıkotlarının mücadelesi izleğinde yazdığınızı düşündüğüm “Uçurtma Şenliği”, “Küle Susamışlar”, “Kardeşine Ağıt”, “İshak’ın Çığlığı”, “Raşel” ve “Küçük Kırmızı Japon Balığı” öykülerinizden hareketle, isim vererek ya da sezdirme yoluyla Pir Sultan Abdal’dan Uçurtmayı Vurmasınlar kitabına/filmine, Beyaztoroslulardan Madımak katliamına, İlhan Erdost’un ve Onat Kutlar’ın öldürülmesinden, barış aktivisti Rachel Corrie’nin ezilerek öldürülmesine, maden ve deprem facialarına uzanan öykülerinize değinmek isterim. Kaleminizi bu öyküleri yazmaya yönlendiren duygu / düşünce neydi? Tarihsel, toplumsal gerçekleri ya da farklı bir kurmaca unsurunu kurgu içerisine yerleştirirken nasıl bir süreç izliyorsunuz?

T. Y.: İlk şiirini Ebola salgınında ölen çocuklar için yazmış biri olarak toplumsal duyarlılığım her zaman yüksekti. Gözünü kırpmadan akşamları televizyondaki haber bültenlerini izleyen bir çocuktum. Daha sonraki yaşlarımda da açık oturumları hep takip eden biri oldum. Yaşanan bütün bu acıların görüntüleri, izleri bir şekilde zihnimde kaldı. Bundandır ki tarihsel gerçekliğe dayalı acıları yazma isteği içimde her daim mevcut. Bunları her duyduğumda, gördüğümde, izlediğimde doğaldır ki içim acıyor. Böyle metinleri kaleme almaktan geri duramıyorum. Bu öyküleri yazarken sanki kökleri binlerce yıla dayanan çağlar ötesi bir anlatıcıya bürünüyorum. Âdeta çağlayarak ve kalbim de kanayarak bunları kaleme alıyorum. Örneğin, yazmamın üstünden ciddi bir zaman geçmesine rağmen hâlâ “Kardeşine Ağıt” öyküsü üzerine konuşmaya başladığımda kendimi çok kötü hissediyorum. Keza Kara Gergedan kitabımda yer alan ilk öykü “Adsız Ölü(m)”den de bahsettiğimde gözlerim doluyor. Ben bu metinleri yazmaktan geri durmayacağım. Üçüncü öykü dosyamda da böyle öyküler yine bulunuyor.  

H. G. Ş.: Devamında şunu da sormak isterim. Ülkemizde ve dünyada yaşanan siyasal ve toplumsal sorunlar sanat ve edebiyata ne ölçüde yansımalı? Kalemin vicdanı, yazarın çağına tanıklığı ve toplumsal sorumluluğu konusunda düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

T. Y.: Bunlar, sanatçıların ya da edebi yönden bakarsak yazarlar ve şairlerin tercihlerine bağlı. Bir yazar isterse metinlerinde toplumsal sorunlara çok az değinebilir. Kimisi de çok daha fazla bu konulara eğilir. Bir başkasının kaleme alacaklarına tabii ki karışamam ama en azından kendi açımdan siyasal ve toplumsal sorunlara değinmem elzem. Yazmama neden olan çeşitli meseleler var ve bunların etrafında gelişen hikâyeleri kaleme almaya devam edeceğim. Kitabımda yer alan yirmi yedi öykünün tamamının bir meselesi mevcut. Tabii ki bu noktada bana ilham veren çeşitli yazarlar da bulunuyor. Örneğin, “Küle Susamışlar” öyküsünde Adnan Gerger’e ithafım yer alıyor. Onun Tavhane Çocukları romanında kullandığı “Yüzü Yırtıklar” ifadesi, öykümü kaleme alırken bana da ilham oldu. Keza geçmişin yazarlarından Yaşar Kemal, Fakir Baykurt gibi isimlerin kullandığı anlatım tarzı, sorunları ele alış şekilleri de kurmaca evrenimi belirli oranda etkilediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bugün artık “Toplumcu Gerçekçiler”  gibi metinler yazmasak da yine de onların açtığı bir yol var. Bu yoldan, günümüz anlatımını ve tekniklerini kullanarak yürümeye devam edeceğim.  

H. G. Ş. : “Radyo Motivasyon”da Modern Zaman Sağaltıcısı, “Üzüm Fırtınası”nda, Şaraplara Fısıldayan Kadın, “18 Yıl 10 Ay 9 Gün”de, Yalnızca Rakamların Diliyle Konuşan Adam, karakterleri bana çok ilginç geldi. Söz konusu öykülerin başlangıç noktasının bu karakterler olduğu şeklindeki düşünceme katılır mısınız? Öykülerinizin başlangıcı, nüvesi karaktere mi yoksa durum ya da duyguya mı dayanıyor?

T. Y.: Özellikle ilk kitabım Kara Gergedan’da bu durum çok daha belirgindi. Öykülerimde gerçek isimlere yer vermiyorum. Bunun yerine ya hiç ad kullanmıyorum ya da yukarıdaki örneklerde olduğu gibi karakteri tanımlayan isimler veriyorum. Bu öyküler direkt ana karakteriyle bana gelen metinler. Belirttiğiniz öykülerimdeki karakterler ya gerçek hayatta da var olan kişiler ya da fiziksel olarak da gözlerimin önünde canlanan tipler. Örnek vermek gerekirse “18 Yıl 10 Ay 9 Gün” öykümdeki karakter, bedensel engeli olan çok sevdiğim bir yazar arkadaşımın kurmaca içindeki yansıması. 9 Ekim tarihinde, yazarlardan oluşan arkadaş grubuyla antoloji projesi için Kadıköy’de bir kafede otururken karşımızda bulunan binanın ilk katı gözlerime takıldı. Dairede ışık yanıyor, karşımda bir ev kütüphanesi var ama içeride hiç kimse yok. Ne gelen var ne de giden. Oraya dakikalarca kilitlendim ve bu öykü ortaya çıktı. Örneğin öykümdeki karakter, ayrıca sinestezik bir tip. Her şeyi sayılarla görüyor. Bir karakter yaratırken zihnim ona pek çok özelliği de yükleyebiliyor. Duruma ya da duyguya göre tasarladığım öykülerim de var tabii ki ama en azından bahsettiğiniz öyküler ana karakterin baskın olduğu metinler.

H. G. Ş.: Üstkurmaca tekniğiyle yazılmış olan “Alayına Öykü” adlı öykünüz üzerine konuşalım. Alayına Öykü’de sizin deyiminizle “Geçmiş Kitaplar Mezarlığı”nda, Afrika Dansı, Buzul Çağının Virüsü, İshak, Kıran Resimleri, Açlık Oyunları, 1984 gibi eserlerin yanı sıra bir önceki kitabınız Kara Gergedan ile Modern Soslu Postmodern Makarna’da yer alan öykülere de gönderme yapıyorsunuz. Aynı zamanda bu öykünün içinde yer alan “Sekiz Harfin Sessiz Düşü” adlı bölümde lipogram tekniğini de kullanmışsınız. Bu öyküdeki temel meseleniz neydi? Dosya oluşum sürecinde kendiliğinden gelişen, aklınıza gelen bir fikir miydi yoksa bu tekniği kullanacağım bir öykü de olmalı şeklinde baştan tasarlamış mıydınız?

T. Y.: Dosyayı oluştururken bir noktadan sonra matematiksel kurgulama yapmaya başladım. Öyküler çeşitli zamanlarda geldi belki ama dosyanın yapısını sanki bir romanmış gibi kurguladım. İlk öykü kitabımda da buradaki kadar gelişkin olmasa da benzer bir matematiksel kurgu vardı. Yazdığım öyküleri dosya için kaleme alan bir yazarım. Yani dosyanın matematiksel kurgusuna uygun şekilde öyküler yazıyorum. Her bir öyküm üstünde çalıştığım dosya içindir. Üçüncü öykü dosyamı da bu şekilde oluşturdum. Öyküleri yazarken onların üç ayrı kanaldan geldiklerini gördüm. Dediğim gibi bu durum esasen Kara Gergedan zamanında da vardı ama çok daha küçük boyuttaydı. Dosyayı yayınevine gönderirken de bir Excel tablosu yapmıştım. Öykülerim kendi içinde, “Kent Öyküleri” , “Duygusal Öyküler” ve “Tarihi Öyküler” olmak üzere üç grup halindeydiler. Bunun yanında bir de daha sonra “Oda Müziği” adını verdiğim küçürek öykülerim de mevcuttu. Bu üç gruba dâhil öyküler kitabın ilk bölümünde 1, 2, 3 şeklinde sıralandılar. Örneğin kitaba da ismini veren birinci sıradaki öykü “Modern Soslu Postmodern Makarna” bir kent öyküsüyken, “4.17” duygusal bir öykü, “Uçurtma Şenliği” de tarihsel bir öyküydü. Devamındaki sıralama da aynı şekilde oluştu. “Alayına Öykü”yse kitabın ilk bölümündeki öyküleri bir bakıma toparlayan, oradaki meselelerin tekrar üstünden geçen, bu öykülerle metinlerarasılık ilişkide bulunan bir öykü oldu. Yani dosyanın herhangi bir gruba girmeyen (+1) öyküsüydü. Üstkurmaca rahatlıkla kullandığım bir teknik ama sekiz sesli harfin lipogramıyla öykü kurma çılgınlığını yapmamın sebebi çok daha farklı bir olaya dayanıyor. Bu öyküyü yazmadan aylar önce, bir yayınevine antoloji projesi sundum. Projede sekiz yazar olacaktı, her bir yazar bir sesli harfin lipogramıyla öykü yazacaktı. Proje daha başından reddedildi. Ben de madem öyle, dilimizdeki tüm sesli harflerin lipogramını bir öykünün içinde kullanırım, diye düşündüm. Tabii ki böyle bir işe kalkışmak tam bir delilik. Zihnimin sınırlarının alabildiğine zorlanmasıydı. Dosya için son yazdığım öyküydü “Alayına Öykü” ve kaleme alması hiç kolay olmadı. Bu öyküde o kadar çok tekniği bir arada kullandım ki değerli akademisyen ve Metinlerarasılık ve Kurmacada Gerçeklik Üzerine kitabının da yazarı Şerefnur Atik, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi’nin 113. sayısında, sırf bu öyküm üzerine inceleme yazdı.   

H. G. Ş.: Yeniliklere açık ve üretken bir edebiyat emekçisi olduğunuzu biliyoruz. Oldukça kalabalık olduğunu tahmin ettiğim masanızda şimdi neler var?

T. Y.: Veveya, Mahal Edebiyat ve Martı e-dergilerinde sabit yazarlığım bulunuyor. Buralar için inceleme ve edebiyat yazıları kaleme almaya devam ediyorum. Üzerinde çalıştığım “Direkler Arasında Metinler” adlı üçüncü öykü dosyam, “Olmuştuyorcak” adlı dördüncü öykü dosyam, “Delirmiş Zakkumlar Ülkesi” adlı roman dosyam ve “Direnim Mavi” adlı bir de şiir dosyam mevcut. Kısacası aynı anda dört dosya üzerine çalışıyorum. Edebiyat üzerine üç yüzün üzerinde video çektiğim bir Youtube kanalım da mevcut. Şu sıralar Orhan Pamuk külliyatı üzerine okumalar yapıyorum, ayrıca James Joyce biyografisinin yazarı olan Richard Ellmann’ın kızı Lucy Ellmann’ın bin sayfa boyunca bilinç akışı tekniğiyle yazdığı, Ördekler, Newburyport adlı romanını okuyorum.

Modern Soslu Postmodern Makarna
Turhan Yıldırım
İthaki Yayınları
Öykü / 104 sayfa

Yukarı