Her şeye bahar geldi / Yaşar Ercan

01.04.2024

Sonra birden bahar geldi. Dallar yeşillendi. Serçelerin, sakaların, kargaların sesleri yükseldi. Arılar taze çiçekleri dolandı. Güneş kendini belli etti.

“Vadide akmayı öğrendi nehrimiz / Kaskatı insanların arasında / Sevincin resmi olacak doğa bir gün / Biz genişleyip denize varınca / Yağmur / Geri verecek buharlaşan sevgimizi /Yağmur / Sessizce silecek kibrimizi” (Yağmur, Bertuğ Cemil)

02.04.2024

Tiyatro haftası nedeniyle birçok oyun geliyor bu hafta. Hepsine de bilet aldım. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun bugün oynayacağı Karmakarışık adlı oyununun “sanatçının vefatı” nedeniyle iptal edildiği mesajı geldi. Üzücü. Hangi sanatçı olduğunu öğrenemedim. Kim bilir belki de tüm ömrü sahnelerde geçmiş değerli bir tiyatro emekçisiydi.

03.04.2024

Türk öykücülüğünün yayınlanan ilk örneklerinde anlatılan odaktayken günümüzde anlatım odakta. Anlatıma güçlü bir hikâye de eşlik ederse iyi öykü yakalanmış oluyor. Fakat burada ilginç bir nokta var. Dili net, temiz, zengin kullanmanın pek önemi yok. Öykü atölyelerinde ustaların öğrettiğini izlek hâline getirip atölyeden okura öykü sunmaya başladığınızda edebiyat çevrelerince beğeniliyorsunuz. Sonra ne yazsanız ayıla bayıla okuyanlar çıkabiliyor. Hele hele sosyal yaşamdaki adaletsizliklerden, şehirli sorunlarından, plazalardan, ezilmişliklerden, haksızlıklardan, yoksunluk ve yoksulluklardan söz etmeye de başladınız mı öykü yazarı olmaya başlıyorsunuz demektir. Öykü dediğimiz yazınsal tür günümüzde bambaşka anlamlar taşıyor. Neyin öykü olup olmadığına karar veremiyorsunuz. Oysa öykünün tanımı açık: Ayrıntılarıyla anlatılan olay. Ayrıntıda boğulan kırılgan anlatım tarzıyla duygu yüklü satırların sayfalara boca edilmesinin okura kattığı herhangi bir şey yok. Bu yüzden günümüz öykülerinin pek çoğu geleceğe taşınamayacak. Öykü yazarlarının pek çoğu bu işten maddi-manevi gelir elde edemeyecek. Atölyeciler hariç.

04.04.2024

Yirmi dört saate sığdıramadığım şeyler ara sıra acelecilik olarak dönüyor bana. Acelecilik ise telaşla birleşince ilginç bir geç kalmışlık hissi uyandırıyor. Zamanı verimli kullanamadığımda daha yoğun hissediyorum bunu. Ancak birkaç günlük sürüklenmenin ardından toparlanıp normale dönebiliyorum. Bu aralar bildiğimi unutmuş gibi hissediyorum. Tanımları, kavramları, imgeleri, söylemleri ve neyin nasıl olduğunu düşünürken şüpheye düşüyorum. Zihinsel bir yorgunluk hâli de olabilir tabii. Hepsi zamanla ilgili. İlacı zaman olanlardan değilim. Zamanın farkında olanlardanım. Zamanla kaybolacak her şey.

***

Kitap okumak, film izlemek, fotoğraf çekmek, uzakları seyretmek yapmaktan hoşlandığım, düzenli olarak yaptığımda kendimi rahat hissettiğim eylemler. Bunların yanında durulmaz bir tiyatro izleyicisiyim. Yıllar önce Zorlu PSM’de Sermet Yeşil’in oynayacağı Kör Baykuş adlı oyun için Maraş’tan kalkıp İstanbul’a gitmiştim. Buralara gelmeyen oyunları Ankara ya da İstanbul’da bulduğumda mutlaka zaman (ve biraz da nakit) ayırıp gidiyordum; tabii salgınla evlerimize kapanana kadar. Salgından sonra sinema ve tiyatrodan uzak kalınca bu alışkanlığın seyreldiğini fark ettim. Ne ki son dönemde yeniden sahnelerin canlanmasıyla ben de tiyatro oyunlarını takip eder oldum. Özellikle devlet tiyatrolarının hiçbir oyunlarını kaçırmıyorum. Şehrimize gelen özel tiyatroları da takip ediyorum. Örneğin bu akşam Başkent Kültür Sanat Tiyatrosu buradaydı. Kanlı Nigar müzikaliyle oldukça keyifli ve seyirciyle etkileşimli bir performans sundular. Devlet tiyatrolarına gösterilen ilgi bu oyunda yoktu. Yine de oyuncuların kapalı gişeye oynuyormuş gibi işlerini yapmaları kutlanası bir görev bilinci. İşini severek yapmak bu olsa gerek.

05.04.2024

Kapımızdaki iki kedi kapı önüne ayarladığımız küçük meyve kasalarının içine üç gün arayla doğurdu. Menekşe rahat etsinler diye altlarına minder serdi. İki kedinin üçer yavrusu oldu. Biri tekir, biri bombay, diğerleri smokin. Hepsi de avuç içi kadar. İncecik sesleri, küçücük patileri, minnacık yüzleriyle daha dünyayı görecek kadar açamıyorlar gözlerini.

“Ama kedi / kedi olmaktan başka bir şey istemez, / her kedi katıksız kedidir, / bıyıklarından kuyruğuna kadar, / altıncı duyudan kıvranan saçına kadar, / gece vaktinden, altın gözlerine kadar.”

 Kediye Türkü, Pablo NERUDA

06.04.2024

Bugün kızımın, Umay’ın ilk yaş günü. Umay’ı geçtiğimiz yıl bugün Ankara’da Etlik Şehir Hastanesinde kucağımıza aldık. Anne karnında 30. haftasını yaşarken Maraş’ta 6 Şubat depremlerine yakalandı. Annesinin yaşadığı korku, panik ve yoğun stres nedeniyle erken doğum tehlikesi geçirdi. Hayatla ilk acı karşılaşması bu sanırım. Maraş’ta hizmet verecek hastane kalmamıştı. Doğum sürecini takip eden doktorumuz Semiha Cengiz’in ölüm haberini almıştık. Bu olayla birlikte Menekşe’nin sinirleri fazlasıyla yıpranmıştı. O hafta bizim için hiç geçmedi. Depremden sonra birkaç gün açlık ve susuzluk gibi sorunlarla karşılaştık. Soğuk da cabasıydı. Elektrikler gelince ve nihayet telefon operatörleri hizmet vermeye başlayınca dostlarımızın yardım eline tutunup Ankara’nın yolunu tuttuk. Bir an önce kurtulmak, daha doğrusu Umay’ı kurtarmak istiyorduk. Kucağımda Ural, annesinin karnında Umay, Ankara’dan Maraş’a günübirlik yardım malzemesi getiren iki öğretmen arkadaşın arabasıyla Ankara’ya ulaştık. İnsan zihni unutmaya meyillidir. Anlatırken dahi sanki bunları biz yaşamamışız gibi uzak geliyor. Çok uzakta kalmış, üstünden çok zaman geçmiş gibi. Fakat insan yaşantısında her şey olağan. Doğum, ölüm, hüzün, sevinç, kaygı, huzur, mücadele her şey olağan; olağanüstü durumlarda bile.

07.04.2024

Başarının ölçütünü başkasının başarısızlığının kendi başarısızlığından daha aşağıda konumlanmasına indirgeyen bir toplumda mutlak başarı ölçülebilir mi? Başarı kazanmak dediğimiz şeyin bireyi hedeflerine ulaştırmak yerine başkasının ulaşamadığı hedeflerden kendine pay çıkararak “başkası da başarısız, demek ki yalnız değilim” düşüncesine sabitlemesi bireye nasıl bir başarı sağlar? Bence hiç. Fakat günümüz toplumunda başarının göreceli olduğunu, herkesin ortak bir başarı kabul etmediğini üzülerek söylemek gerek. İçtenliğini kaybetmiş, asıl amaçtan sapmış, başarmanın hazzından vazgeçmiş vasat bir toplumda olumlu hiçbir konuda ilerleme kaydedilemiyor. Başkasının yakaladığı herhangi bir başarıda bahaneler sunulurken kendi yaşadığı başarısızlığı da aynı bahanelerle bertaraf eden çok başarılı zınarıkçıların (zınarmak: kabullenmemek, çamura yatmak anlamlarında kullanılan nazal N ile söylenen bir sözcük) bilim, sanat, siyaset, spor gibi konular başta olmak üzere toplumsal hayatın ortak paydasında seslerinin yüksek çıkması ne yazık ki bireylerin gerçeklik (doğruluk) algısını zedeliyor. Toplumun büyük kısmına virüs gibi yayılan bu yarım akıl düşünce tarzının insanı düşünsel körlüğe taşımaktan başka sonucu yok. Buna rağmen rağbet görüyor. Bir meyvenin küf alan bir noktasının sağlam diğer bölgeleri de çürütmesi gibi toplumun ortak değer kabul ettiği tüm konulara küf gibi düşen bu düşünceyi kesip atmalı, en azından toplumsal çürümeye ortak olmamalıyız. Başkasının başarısızlığında başarı bulanların samimiyetsizliğine dürüst bir insan davranışı olarak karşı çıkmalı, hak edene hakkını teslim etmeliyiz. Bahaneler insanı yalnızca teselli eder. Yalancı bir teselli. Gerçek teselli başarısızlıktan da pay çıkarılarak başarıya giden yoldan dönmemektir. Sezai Karakoç’un şu dizeleri bu yönüyle hep daha anlamlı gelmiştir: “Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır / Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır / Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.” İnsanca yaşamak ancak ortak bir akılla başarılabilir.

Yukarı