Şairin şaire ettiğini… / Haydar Ergülen

Akrabanın akrabaya ettiğini, akrep etmez akrebe! Sözün aslı bu, insanın insana ettiğini, insanın hayvana ettiğini, insanın doğaya ettiğiniyse yazmayı bırakın, düşünmesi bile korkunç! Şairin şaire ettiği de hiç farklı değil bunlardan, hem niye olsun!

Arkadaşlık Şiirdir (Sia Kitap) kitabımda şair arkadaşlıklarını anlattım, yaşadıkça da anlatırım ama, hepsi de o kitaptaki şairler gibi iyi insanlara, iyi zamanlara denk düşmüyor elbette, tıpkı hayat gibi! Şiir de öyle değil mi, imgesi hayat olan şeye şiir diyoruz! (Şiir tanımları bitmiş ya da bitermiş gibi, bir zamandır da olur olmaz yerde imge tanımı yapmaya başladım!)

Kötü ve habis ruhların da iyi şair oldukları bilinir, geçmişte ya da şimdi, biliyoruz, görüyoruz, okuyoruz. Şiirlerini sevmemize ya da bir zamanlar sevip şimdi unutmak isteyişimize karşın, kötülüklerini yeri geldiğinde yazıyor, yüzlerine vuruyoruz! Bunlardan biri Cumhuriyet şiirinin en önde gelenlerinden olup, soldan sağa yürüyen malum şairdir ki ona dair hayli kelam ettiğim için, şimdi adını anıp bağlılarını üzerime sıçratmayayım! Kendisinin ırkçı, mezhepçi, cinsiyetçi olduğu da hepimizin malumudur!

Bu yazıda anacağım şair, şimdilerde nerelerde olduğunu, ne yaptığını, yazıp yazmadığını bilmediğim biri. Olay yeri İstanbul, olay tarihiyse epey eskilere dayanıyor, 90’lara! Şair de benden 4-5 yaş küçük, 80 şiirinin sonuna doğru kitabını yayımlamış biri. Gerçi 80 Kuşağı şairlerin, Merih Akoğul tarafından çekilen siyah-beyaz fotoğraflarında var.

Üç Çiçek ve Şiir Atı dergilerini arkadaşlarımızla birlikte çıkarırken, 1983-1987 yılları, yayıncılıkla ilgili çoğu şeyin adresi hala Cağaloğlu’ydu, bürolarımız, matbaalar, dergiler, gazeteler, yayınevleri, dağıtımcılar, bizim de en çok bulunduğumuz mekanlar, çoğu yerde de yazıldı, Çorlulu Ali Paşa Medresesi, Sultanahmet Çay Bahçesi, Eski Köprüaltı biracılarıydı.

Üç Çiçek günlerinde, 1983-84, Adnan Özer, Tuğrul Tanyol, Metin Celal, Taner Ay, Mehmet Müfit’in yanı sıra hem bizim kuşaktan hem de daha genç şair arkadaşlar da oluyordu buluşmalarda. Derginin işlerine koşturanlar, yardım edenler vardı. Şiir Atı döneminde 1986 ve sonrası, ben, Seyhan Erözçelik, V. B. Bayrıl, Ali Günvar, Osman Hakan A. çalıştığımız için, dergi yayımında koşuşturan genç şair sayısı da artmıştı.

O şair arkadaşla da Üç Çiçek döneminden başlayan bir ahbaplığımız vardı. Gülüşlüydü, gözlerinin içi parlardı, sevinçli de bir ağzı vardı diye kalmış aklımda, sanki hep güzel sözcükler söyleyecekmiş gibi bir konuşması. Öyleydi de. İyiliği coşkunluğa varırdı konuşurken.

Şair arkadaşlarına seslenirken de olağanüstü kibar, ‘lütfen’i eksik etmeyen, okuduğumuz okullarda, oturduğumuz kahvelerde, meyhanelerde, şimdiki söyleyişle ortamlarda pek rastlamadığımız, nerdeyse Tanzimat efendisi inceliğinde bir şair. Hasan Hüseyin demese, sanki o söyleyebilirdi şu dizeleri: “Hor baktık mı karıncaya /kırdık mı kanadını serçenin/vurduk mu karacanın yavrulusunu.

Şiirin devamında “ya nasıl kıyarız insana? dizesi gelince, kalbim acıyor! Bunu da anlatacağım. Ondan önce, bu şair arkadaşın, şairlerde pek rastlanan türden bir iş yapmadığını, değişik ve şiir için ilginç bir işkolunda çalıştığını da söyleyeyim. Bu iş hakkında epey sormuşumdur, konuşmuşuzdur.

İlk kitabını yayımlamıştı, çok uzun süre ilk ve tek kalacak bir şiir kitabı, sonra birkaç şiir kitabı daha yayımlamış. Güzel bir kitaptı, dönemin havasını, sesini, hatta adından başlayarak imgelerini taşıyan bir kitap. Beğenerek okumuştum, kendisine de söyledim.

Geçmiş gün unuttum ya postayla ya da kız arkadaşı aracılığıyla bana yeni şiir dosyasını yolladı, okumamı, değerlendirmemi istiyordu, sevdiğim bir şairin şiirleri olduğu için okudum, notlar aldım sayfa kenarlarına, beğendiklerimi, dikkatimi çeken şeyleri filan yazdım, yolladım.

Telefon edip teşekkür etmiş olabilir gülümseyen sesiyle, hatta sesinin de biraz yeşil olduğunu düşünmüş olabilirim o anda, yalnızca mavi değil yeşil de gülümser çünkü. Gülümseyişi gözlerinden sesine yayılmış, böylece varlığın gülüşü haline gelmiş olabilir diye şimdi uzatıyorum övgüyü. Çünkü sonradan çok şaşıracağım işler oldu! Hem de aklıma gelmeyen işler ki başıma geldi!

Mevlüt Gülveren ve Halil İbrahim Özcan’ın sık uğradığım meyhaneleri Dersaadet’e gittik eşim İdil’le, bir bayram arifesi, kimse yoktu, dost mekanı olduğu için kaldık, birer bira söyledik. Biraz sonra o kibar şair geldi, kucaklaştık, hal hatır ettik, o da bir bira söyledi. Dersaadet Beyoğlu’nda, birkaç merdivenle inilen, hafif loş bir mekandı. Ordan burdan konuşuyorduk, sonra şairin sesi, tonu, bakışları yavaş yavaş değişmeye, sertleşmeye başladı. Bira hepimizi çarptı diye düşündüm.

Dizelerini çaldığımı, imgelerini şiirlerimde gördüğünü, hırsız olduğumu, Türkiye için çok tehlikeli bir insan olduğumu ve beni temizleyeceğini söylüyordu. Ses tonu giderek yükseliyor, suçlamalar, tehditler ard arda sıralanıyor ve şair aralıksız konuşuyordu. Bi dakka, bi dur, ciddi olamazsın filan demek istiyordum, ama araya giremiyordum. O güzel gülüşlü, yeşil gözlü, temiz bakışlı, hülyalı şair gitmiş, yerine ağzı köpükler içinde, gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakan, vücut dili tepeden tırnağa küfür kıyamet, öfke, bardağı barda kırıp yüzüme saplayacakmış, birazdan saldıracakmış gibi, elini kolunu sallayan, yumruklarını sıkan biri gelmişti. Boyu da benden biraz uzundu, nerdeyse yüzyüze, yakın mesafeden gelen sözcüklerden kendimi korumam olası değildi, bir an bu akşamüstü, kimsenin olmadığı barda, yüzü, kırık bir bira bardağıyla parçalanmış olarak kalacağımı, buradan sağ çıkamayacağımı bile düşündüm.

İdil araya girmeye çalışıyordu ama boşuna. Bu fırtınayı kendinden başka hiçbir güç durdurup dindiremezdi. Bu minvalde biraz daha sürdü, sonra ateşi düşmüş olacak ki, ‘’seni eşinin hatırına bağışlıyorum, şimdi arife, bir şey yapmayacağım, ama hesabını mutlaka soracağım’ tehdidiyle çıktı gitti bardan!

1993-96 arası olmalı, yargısız infazların, ev baskınlarının, şeytan üçgeninde insanların öldürülmesinin, kaybedilmesinin en dehşet üç yılı. Hepimizin evine sessiz telefonların, tehdit telefonlarının geldiği, işkence seslerinin dinletildiği zamanlar.

Bu olaydan sonra uzun süre ses çıkmadı şairden, karşılaşmadık da. Bir gece eve bir telefon geldi, ‘Bu gece hesabın görülecek, hazır ol!’ dedi bir ses ve kapattı. Cihangir’de Orhan Alkaya’yla aynı apartmanda oturuyorduk, o giriş katında biz en üst katta. Hemen her gün görüşüyor, ortamın karanlığından, olan bitenden, katliamlardan söz ediyorduk, o da çeşitli tehdit telefonları alıyordu, ona indim bu telefon üstüne, konuştuk biraz, iyi geldi, yukarı çıktım.

Sonra telefonlar sıklaştı, sesli sessiz. Birinde İdil açtı, ‘senin derdin ne?’ diye sordu, o zaman bir kez daha yineledi suçlamalarını. Geçmiş zaman, İdil onunla uzun uzun konuştu telefonda, galiba ikna oldu, bir daha da aramadı. 25 belki 30 yıl olmuştur. Bu yazıyı yazarken baktım başka kitap yayımlamış mı diye, uzun yıllar sonra, birkaç kitabını bir arada yayımlamış. Umarım iyidir, sağlığı, keyfi yerindedir, okuyup yazmayı sürdürüyordur. 4-5 yıl çektirdi bana, burada hem unuttuğum hem de sıkıcı olacağı için özetlemekle yetindim. Bir de tabii üstünden çok zaman geçtiği için soğudu, küllendi sorun. Zaman her şeyi çözdü mü, şair hatasını anladı mı yoksa beni ulu divana mı havale etti bilmiyorum, bildiğim şairin de şaire çektirdiğidir! Umarım bu yazıyı okuyup, kendini tanıyıp yeniden telefon etmeye başlamaz!

Yukarı