Billur Örüntüler: Hiç Yoktan Var Olmak / Ayça Özçelik

Yokluk, kayıplar, acılar, travmalar, bunların getirdiği amaçsızlık, yönsüzlük, zihin bulanıklığı, hafıza oyunları ve dahası. Yaştan, cinsiyetten, aileden, çevreden, ülkeden bağımsız, insan olmanın ve yaşama tutunma, ait olma ve benliğini bulma çabasının getirdiği nice sorunlara hiçbirimiz yabancı değiliz. Öyküleri Notos, Varlık, Sözcükler, Kitaplık gibi çeşitli dergilerde yayımlanan yazar Rıdvan Hatun, on üç öyküden oluşan ilk öykü kitabı Billur Örüntüler’de, işte tam da bu sorunları merkeze alarak, okurları daha ilk sayfalarından şaşırtan ve sarsan farklı bir yolculuğa çıkarıyor.

Yazarın canlı ve incelikli anlatımıyla ilerleyen öykülerde, alabildiğine yabancı veya yabancılaşmış, bazen isimsiz, hayatlarındaki ve hatıralarındaki boşluklarda, kayıplarda tutunarak var olmaya çalışan öykü kahramanları, sanki biraz önce yanımızdan geçmiş, bizimle aynı apartmanlarda oturmuş, aynı sokaklarda yürümüş, bizim kadar hayatın içine karışmış (karışamamış) hissi veriyor. Savrulduğumuz, bir şeylerin üzerini örttüğümüz, kaçtığımız, korktuğumuz, düşünmekten imtina ettiğimiz, kendimizle boğuştuğumuz tüm zamanlarda adını koymaktan veya tanımlamaktan aciz kaldığımız hisler dahi, öyküler vasıtasıyla gözümüzün önünde adeta “billurlaşıyor.”

“Kabuğumun İçi Boş, Batamıyorum”

Kitaba adını veren ilk öykü “Billur Örüntüler” ile yazar daha ilk paragrafta anlatıcı dilinde yaptığı geçişle okuru bir yabancılaşmayla yüzleştiriyor. “Üniversitedeki on birinci yılın. Şehir sana yabancı. Otobüsler dolu. Kapalı, açık her yer havasız. Kimsenin arkadaşı değilsin, hiçbir kulüpte yoksun, tek oturmanın havalı olmadığını biliyorsun.” Belirsiz bir anlatıcının, kendisini ve annesini hayatta tutma çabasını, olmak istediği yerlerde olamayışında, tedirginliğinde ve kaçışlarında izliyoruz. Karşımızda dev bir yapboz varmış da parçaları birbiriyle hiç tutmuyormuş gibi, anlatıcıyla beraber biz de sanki bir girdabın içinde kayboluyoruz. Öyküler ilerledikçe anlıyoruz ki bütün mesele o birbirine asla uymayan parçaların aralarındaki boşluklarda doğuyor. Hayatın kıyısında kalmanın, düşünceler içinde kaybolmanın, kendini tanıyamamanın getirdiği hisler, başarılı hissettiğimiz ve hayatın tam göbeğinde yaşadığımız zamanlarda bile bizi yokladığından, öykü ilk okuyuşta anlaşılması zor gelse de okuyucuyu yakalayabiliyor.

“Travesti Bileklerimi Enine” öyküsünde kendi bedeninde, polislerin sürekli bastığı evinde, iş aradığı, kovalandığı, dayak yediği, saldırıya uğradığı sokaklarda, arkadaşlarının arasında, kendisine ve çevresine gittikçe yabancılaşan Nazlım’la tanışıyoruz. Fuhuş parasıyla umreye gönderdiği, ev aldığı annesine eve dönme ricasını(yalvarışını) okurken ait olamamanın, kabul görememenin acısını onun penceresinden izliyoruz.  “Silikonları çıkardım, saçlarımı da keserim, zaten çoğunlukla şapka takarım, yüzüm gözükmez… Anne?” Bir sonraki “Tay Gitti Tay” öyküsünde bu sefer Zeynep’in, “Hiç mi görmüyorsun anne.” diyen sessiz çığlığını dinliyor ve o çığlığa saklı korkunç aile sırrını öğreniyoruz. Alevleri arkasında bırakarak (özgürlüğüne) uçup giden beyaz kısrağın sırtından inmeden bu sefer Fareli Köyün Kavalcısı masalından bir girişle başlayan “Kapan” öyküsünde, kitaba başladığımızdan beri süregiden yalnızlık ve yabancılık hissinin yanına ana karakterin evinin dört bir yanını saran fareler nedeniyle günden güne artan kaygısı ve bozulan gerçeklik algısı ekleniyor. “Gelincik Uykusu” ise “Tay Gitti Tay” öyküsündeki gibi korkunç bir aile sırrının perdelerini, kahramanın intihar eden kuzeniyle ilgili hatıralarının içinden aralıyor bize. O hatıraların gerçekliğinden şüpheye düşürmeyi de ihmal etmeyerek. “Hatıralarımdaki ikiz evden işaret aradım. Yok. Sanki Mıstık dağdan kopan dev bir kaya olmuş, karşı evi tuzla buz etmişti.” Kuzeni yaşamaktan vazgeçen kahramanımızın kendi hatıralarını bozup yeniden kurarak farklı bir vazgeçişte bulunması bize hiç yabancı gelmiyor.

Tedirgin Sesler, Yaşayışlar, Suskunluklar

“Neresine Vurmak İstedin”, “Tatlı”, “Bencil Karıncalar, Kaplan ve Puşt” gibi öykülerde de yazar kendine özgü anlatımını hiç kaybetmeden güçlü bir atmosfer kuruyor. Var olma hallerinin birbirinden farklı görünümlerini, sündürmeden, detaylara boğmadan, göze sokmadan usul usul anlatıyor. “Marena Evcil Leopar” öyküsünde karlı bir günde bir kilisenin yanındaki yabani hayvanat bahçesindeki sıra dışı bir güne yol alıyoruz. Öykü ilerledikçe adım adım yükselen gerilim beklenmedik bir sonla noktalanırken, “Mavi Beyaz Pembe Orlon İplikler” öyküsü bizi çocukluğumuzun sobalı evlerinde, yorganların, battaniyelerin altında, bazen bir mum ya da gaz lambası ışığında birbirimize fısır fısır korku hikayeleri anlattığımız günlere götürüyor ve Zarife’nin parmaklarına bulaşan nişastanın tadını hissettiğimiz yerde, kafamızda soru işaretleriyle kalakalıyoruz.

“Karbon” kitaptaki en uzun ve kurgusu en güçlü öykülerden biri. Farklı öykü kahramanlarının anlattıklarının izinde ilerlerken herkesin birbirinin aynısına dönüştüğü bir distopyanın içinde buluyoruz kendimizi. Temcit isimli karakterin prosopagnozi adı verilen yüz tanıyamama hastalığı, peygamberlik iddiasıyla birlikte olayları ürkütücü ve tahmin edilemez bir yere götürüyor. Herkesin birbirinin kopyasına dönüştüğü bir dünyada, “Acaba bütün bu olanlar Temcit’in yarattığı bir bilgisayar oyunu mu?” gibi düşünceler içinde, hiçbir şeye karar verememiş bir halde başımızı kaldırdığımızda etrafımızda birbirinden farklı yüzler görünce neredeyse seviniyoruz.

Kendini Yontmayı Unutmamak

Son öykü olan “Pencere” kitabın en vurucu öykülerinden biri. Öykünün isimsiz karakterinin annesiyle ilgili anılarını bastırması öykü başlar başlamaz ilginç bir anlatımla okuru yakalıyor. “Külot şişince küvete eğildi. Suyla yükselmek isteyen külotu avcuyla bastırdı. Sızan suyu dinliyor. Kamburu, omurgası, iskeleti iyice belirdi. Küvette. Lacivert külota şimdi topuğuyla bastırıyor.” Ülkemizin kanayan yaralarından biri olan kadın cinayetlerine de usulca değinilen bu öyküde, hatırlanmak istenmeyen, yüzleşemedikçe bizi sıkıştıran, boğan, ezen, acıların, travmaların üstüne öykü kahramanıyla beraber çekici indirerek pencereyi yavaş yavaş gün yüzüne çıkarıyoruz. Billur Örüntüler kitabı için tam da olması gereken bir sona varmış oluyoruz böylece. Duvarları indirmek, içimizdeki karanlığa dalmak, onu kurcalamak, onun penceresinden bakmak ne kadar canımızı acıtsa da bunu yapmadan bir bütünlüğe ulaşamadığımızı artık biliyoruz. O çekiç inmeye, inmeye, bizi kırıp dökmeye, şekillendirmeye hep devam ediyor.

Rıdvan Hatun, öykülerini tekrar tekrar okutan, hissettirdiği güçlü duygularla ve zaman zaman kafanızda yarattığı soru işaretleriyle öykülerinin dünyasına sizi çeken, her zaman yazmasını ve yaratmasını isteyeceğiniz bir yazar. Daha ilk kitabından bu kadar ses getirmeyi başarmış olmasıyla potansiyelinin ne kadar yüksek olduğunu hepimize gösteriyor. Billur Örüntüler 2024 yılının kitaplıklarımıza, hafızalarımıza eklenen önemli bir eser olarak hayatımızda yerini alıyor.

Billur Örüntüler
Rıdvan Hatun
Can Yayınları
Öykü / 136 sayfa

Yukarı