Müge İplikçi’yle Söyleşi / Özge Ercan

“Yazmaya ne olursa olsun devam ettim; asla vazgeçmedim.”

Müge İplikçi edebiyatta 25. yılını kutluyor. 1996 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazanarak adım attığı edebiyat dünyasında çok sayıda eser vermiş bir isim o. Toplumsal ve siyasi anlamda yaşanan değişimlerden etkilense de yazmaktan asla vazgeçmemiş. İplikçi ile 25 yıllık edebiyat serüvenini konuştuk.

Edebiyatta 25. yılınızı kutluyorsunuz. Bu süreçte yazarlığınız nasıl dönemlerden geçti?

Benim için ilk öykülerimin Varlık ve Adam Öykü’de basılması çok önemliydi. Hem Enver Ercan’ın hem de Semih Gümüş’ün desteklerini unutmam mümkün değil! Filiz Aygündüz’ün Milliyet Sanat’ta yazılarıma ve öykülerime sunduğu geniş olanakları da unutmuş değilim. İletişim Yayınevi’nin Perende’yi basması (O zamanki yayın editörüm Can Kozanoğlu’nun da kulaklarını çınlatalım), edebiyat yolundaki serüvenimin resmileşmesi anlamına geliyordu.

Aldığım ilk ödül olan Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü jürisinde Leyla Erbil gibi ustaların olması bu yolu pekiştiren bir işaretti. Buradan ivmelenen edebiyat maceramda, başım sıkıştığında hep aynı şeyi söyledim kendi kendime: “Devam et!”. Bu cümle, her zaman bana pusula oldu. İşte 25 yılın, böylesi zor bir ülkede, kalemime yansıyan tılsımlı cümlesi budur.

Varlık dergisiyle başlayan Enver Ercan’la dostluğunuzu çok değerli bulduğunuzu az önce de dile getirdiniz. Bu sürece, Ümran Kartal’la birlikte hazırladığınız Cımbızın Çektikleri’nin etkisi oldu mu?

Cımbızın Çektikleri, Varlık’ta çıkan kadın ve popüler kültür ile ilgili yazılardı. Varlık’ta çok sükse yaptı o yazılar. Direkt dergiye mektup yazanlar vardı. Hatta bir tanesini yayımlayıp onunla ilgili bir şeyler de kaleme aldık diye hatırlıyorum. Kitabın önsözünü sevgili hocamız Fatmagül Berktay yazmıştı. O önsözde “Bu genç kadınların cılız omuzlarında taşıdıkları yük” diye bir cümlesi vardır Fatmagül Hoca’nın. O yükün ne olduğunu zaman içerisinde çok daha iyi anladık, anladım. Elbette o yüke rağmen devam edebilmenin ne anlama gelebileceğini de… Kısaca, 90’lı yılların sonunda yazdığımız bu yazıların, 2000’li yıllarda, üç aşağı beş yukarı kahramanları ya da antikahramanları olduğumuza da şahit olduk.

İlk kitabınız Perende’yi yazdığınız günlere geri dönecek olursak, o günden bugüne yazın yolculuğunuzda neler değişti?

Aslında pek çok şey değişti. Pek çok şey de hiç değişmedi! Transit Yolcular kitabımda Gilles Deleuze’e göz kırptığım o “devamlılığı” işaret eden novellada “her tekrar bir farktır aslında, anlayana” diye bir cümle vardır. Benim edebiyat maceram biraz bu. Aslında birbirinden çok farklı konularda yazmama rağmen iş hep iktidarın ve hiyerarşilerin yarattığı ablukalara geliyor. Çocuk kitaplarımda bile bu var. Ancak farklılaşan bir şey de var. Ben yazdıkça, kendim de dahil, dönüşüm ve değişimlerin gerçekleşebileceği çözümlere daha büyük bir sadelik ve inançla bakmaya başladım. Bunun mümkün olabilirliğinin ipuçlarını vermeye odaklandığım kitaplar yazmaya yöneldim. Değişimse, budur.  Kül ve Yel’in karanlık dehlizlerinden geçip, örneğin Sil Baştan’da ya da Ah be Melek’te umuda dair bir çentik açma çabası…

Bu 25 yıllık süreçte Civan ve Babamın Ardından kitaplarınızın sizin için yerinin bir başka olduğunuzu söylüyorsunuz. Neden?

Civan, bu toplumun şifozren düşünce yapısının, bir mitolojik söylem (Deli Dumrul) üzerinden, bir kasabada gelişen etnik kargaşaya nüfuz eden yanını anlatma çabasıydı. Metis Yayınları’ndan çıkan ve Müge Gürsoy Sökmen’in önerisiyle okuduğum M. Bilgin Saydam’ın Deli Dumrul’un Bilinci kitabı bana çok yol göstermiştir. Oradaki “köprü” imgesi üzerine kültürel antropoloji uzmanı Ayşe Çavdar benimle bir söyleşi yaptıydı zamanında. Onun işaret ettiği noktaları takip ederek, sonu karanlık biten bu kitabı, aslında bilinçaltımda o kadar karamsar bitirmediğimi fark ettim. Belki sonrasında gelen ve yine karanlık temalı (Balkanlar ve göç) Babamın Ardından romanımı bir büyülü gerçekçilik kılıfı içerisinde yazmamın nedeni de buydu. Her iki roman da kendi içimdeki karanlık ve karamsar yanımın yavaş yavaş çözülmeye başladığını fısıldıyordu bana. Bu ise aslında hep özlemini çektiğim evrensel yazar fikrinin yamaçlarına doğru ilerlediğimin ipuçlarını veriyordu.

Civan’da, bir kız çocuğunun kaçırılmasının ardından bir kasaba halkının girdiği linç psikolojisini anlatıyorsunuz. Bir kişinin suçunun bir topluluğa mal edilmesinin ardında neler yatıyor?

Linç toplumu olmak… Civan’ı yazarken Tanıl Bora’nın bu konuda yazdığı birbirinden ilginç çalışmalarına baktım. Özellikle linç üzerine yazdığı kitabı bana çok yol gösterdi. Ayrıca Zülfikar Ali Aydın’ın “İkinci Susurluk” kitabı ve o kitabın önsözünü yazan Kemal Can’ın işaret ettiği noktalar da Civan’ı çerçevelendirmemde çok etkili oldu.

Babamın Ardından’a gelecek olursak, kitapta savaşın acımasızlığı, insanların geçmişlerinden kopartılıp geleceğe sürüklenmelerinin ardındaki kirli oyunlar bir kız çocuğunun gözünden aktarılıyor. Olayları değerlendirirken çocuklarla yetişkinler arasında temel fark/lar nedir sizce?

Mübadele gibi ağır bir konuyu bir kız çocuğunun gözünden anlatmak, doğruyu söylemek gerekirse konuyu yumuşatamadı. Konu ağırlığını korudu; ancak farklı mercekler kullanabilme olanaklarını verdi bana. Sanırım okura da… Bu ise yazının olanaklarına kafa patlatıp duran biri olarak bana bambaşka alanlar sağladı. Keskin ve zor konuları anlatabilmenin mecraları diyebileceğim bu pusula, taş atan çocukları anlattığım Yalancı Şahit ve Dersim’i tartıştığım Saklambaç’ta bana çok yol gösterdi.

Son kitabınız Ah be Melek’te ana tema yoksulluk. Yoksulluk üzerine yazma fikri nasıl gelişti?  Yoksullukla birlikte kimlik sorunu, toplumda varlığını kabul ettirme, gelir adaletsizliği, toplum içinde yer edinme gibi konular kitabınızın merkezini oluşturuyor. Tüm bu kavramlar üzerine çalışırken en çok nelerde zorlandınız?

Çağımızın yaşadığı derin yoksulluk artık her yerde varlığını hissettiriyor. Buna dair olanı, kısaca kanadı kırık ve lime lime olmuş insanların “kısacık” öykülerini yazmak istedim. Onların öyküleri hep kısa çünkü! Duyuldukları kadar varlar… Sonra derin bir unutuşun kurbanı oluyorlar. Derin bir yok sayılışın da “kısa” öyküleri onlar. Dolayısıyla, Ah be Melek’te, sadece sözünü ettiğim derin yoksulluk temasını değil, çağımızın böylesi bir yoksulluğu ve yoksunluğu tetikleyen ve küçük anlarda tuzla buz olmuş, velhasıl bütün bir ömüre yayılmış yaralarına da “kuşbakışı” bakmak istedim.  Onlara “baktığımız” biçimde, yani.

Ah be Melek’i yazarken size ilham veren melekleri de sormak istiyorum. Karakterleriniz sanki sokakta sıklıkla karşılaştığımız insanların ete kemiğe bürünmüş hali. Bu, doğru mu?

Birçok gazete haberindeki is ve o isin yaratığı iz… Yolda rastladığım insanların yeryüzüne ait olmayan yorgun ve üzgün çehreleri… Kaçmak istediğim konuların boğazıma dolanmış kanatları… Artık bu dünyada yaşamayan sesler… İlham kaynaklarım bunlar. Kitap, kente “batmış” bir kalemin gölgesi. Muzip diline rağmen, hüzündür, aslında.

Kadın olmak, kadın yazar olmak, Türkiye’de kadın yazar olmak… Bu kavramların her biri dile getirilen ülke topraklarının sınırları içinde anlam farkı da demek aslında. Siz, bir kadın yazar olarak bu topraklarda öncelikle neleri değiştirmek isterdiniz?

Kağıt üzerindeki eşitlik fikrini ve kavramını değiştirmek isterdim. Çünkü eşit değiliz; çünkü eşitlik yok. Hiçbir konuda, hiçbir canlı eşit değil. Kalemimle hep bunu anlatmak istedim, yazdım ve yazmaya devam ediyorum.

Ah be Melek
Müge İplikçi
Doğan Kitap
Roman / 120 sayfa

Yukarı