Ebced Hesabıyla Yazılmış Öyküler / Başak Canda

Kitap da kitapmış ha! Yasemin Onat’ın Epona Yayınları’ndan çıkan ve on bir öyküden oluşan ikinci öykü kitabı Yakalı Toy Kuşu Uçsana ilk sayfadan son sayfasına kadar bu sözü bize söyletme iddiasını taşıyor. İlk öyküye giriş yapmadan Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha şiiriyle bunu muştuluyor ve öykü biraz da iç içe geçmiş bir örgü tekniğiyle hem somut bir yazı masasını konu edinirken soyut anlamda da öykülerle donatılacak masayı, Onat’ın düşünsel dünyasını aralıyor.

Muttasıl Öyküler

Kullandığı imgeler, metaforlar gerçek anlamında mı yoksa başka bir gerçeğe gönderme mi şaşkınlığı içerisinde bırakıyor. Kitabın ilk öyküsü “Vakit Şerham Şerham Gülhane Parkı”nda hem bağımsız bir öykü hem de ardın sıra gelen öyküleri anlama kılavuzu niteliğinde. Öykü, “Muttasıl” kelimesiyle başlıyor. Durduk yere bu sözcük öykünün başına neden kondurulur. Kelimenin sihiri öyküde, öykülerde yol aldıkça “şerham şerham,” parça parça, arka arkaya, hiç durmaksızın akıp gidiyor, ayan oluyor ve okutuyor/dinletiyor kendisini öyküler.

Yan yana bulunan, bitişik durumda, ara vermeksizin gibi anlamlar taşıyan “muttasıl” kelimesi, kelimenin gerçek anlamında ilk öykünün girişindeki yağmuru tanımlarken, diğer yönüyle “katreye kibirlenme” bırakmayacak ölçülerdeki yağmur misali bir yazım/anlatım tekniğini ve art arda akıp gelen öyküleri tarif ediyor. “Biteviye bir akış zihinden dile, gök kubbeden yere.” cümlesiyle perçinliyor öykünün ortalarına doğru bu iddiasını. Ve ustaca yerleştiriyor öykünün örgüsü arasına bu tekniğini, dumanı henüz tüten lezzetli bir yemek gibi: “Öykülerinde bilinç akışı yöntemini ustalıkla kullanan yazar… Bilinç akışı; roman ve hikâye yazımında kahramanın zihninden geçenleri aralıksız olarak ve seri halde, belli bir sıraya koymadan olduğu gibi aktarmaya çalışan anlatım tekniğidir.” diyerek, “yazar öykülerinde ‘şu yazım tekniğini’ kullanmıştır” gibi ukalaca laf israfına girmekten kurtarıyor bizi.

Ve lafı gediğine koyuyor: “Mış gibi yapanların büyük insan olacağını sananlara mı yazacağım kitabımı? Tüm tartışma programlarının ana maddesi, yuvarlak masaların gündemi, altılı ganyan, beşli reşat, dörtlü tarama, üçlü priz, ikili fincan takımı ve tekli koltukların yitikleri sizi. Yattığım yerde, şuurumun aktığı ölçüde ahkâm kesmeye devam edeceğim…”

Akıp gidiyor Yasemin Onat’ın öyküleri bu ahval ve şerait içinde. Okurken yazar burada “bıngıldağa”, “yağmura”, “Mikaile”, “göle”, “kana” ve daha birçok imgeye ne anlam yükledi acaba sorusunu sordurarak. Belki de yazarın aklından bile geçmemiş bir sonuca vardırarak okuru.

“Ahir zamanda pek yaşanmamış yağmur,” örgüde gerçek bir yağmur mu bilinç akışı mı? Mahalde biriken su aynı anda yazarın mürekkebine, kafadan akan kana, pekmeze dönüyorsa nedir bunun aslı? Cevap size kalıyor.

Her Öyküye Bir Mikail

Tüm bunları bazen kendi bilinç akışıyla bazen her öyküde farklı bir kimlikle çıkan Mikail karakteriyle, üstelik Mikail’e bazen bilinç akışının atmosferini ayarlayan melek sıfatını katmayı ihmal etmeden veya yeryüzüne indirip sıradan insan hallerinde söylüyor/söyletiyor. Bazen de bu imge tufanında gerçeğin en somut halini kelime oyunlarıyla bezeyerek “al sana gerçek!” diyen bir anlatımla dikiliyor okurun karşısına.

Bitmemiş Bir Senfoni’de “Sis” metaforu, 70’lerin sürek avına, 90’ların faili meçhullerine, tüm zamanların kötücül karanlığına sağdan sola bir karabasana, solun çolaklığına ve çoraklığına imgesel çağrışımlar yaptırıyor Yoldaş Mikail’in öncülüğünde! Ve her yenik devrimin çocukları gibi Yoldaş Mikail bükemedikleri elin Eftelya’sına rücu edip şöhrete kavuşuyor Mikail Sis rumuzuyla.

Gizeme gizem katma yolculuğunda ise başka bir oyuna girişiyor, “M.A.’nın Yedi Ocak Güncesi”nin Mikail Altar’ı. Araya sıkıştırdığı birkaç Hemşince sözcükle o küçük, heyecanlı topluluğun “dili” oluyor. Belki bir “kulak” kabartan bulunur diye.

Berzah’ta Yazılmış Öyküler

Yasemin Onat az sözle çok iş yapıyor. Aklınıza yatana meyledebilirsiniz. Belki bir bilinç akışı ortaklığı, belki suç ortaklığı veya bir söz cambazlığı içinde bulabilirsiniz kendinizi. Zaten birinci öyküyü bağlarken öykülerin toptan adını koyuyor Onat: Berzah’ta yazılmış öyküler. Bir kâbir karanlığında, ne zaman biteceği belli olmayan karanlıkta, yaşamla bile değil, ölümle kıyamet arasında kalanların öyküsü.

Onat’ın en büyük başarısı öykülerde ilmek ilmek işlediği, iç içe geçmiş, zaman ve mekân olarak birbirinden çok uzak konuları aynı öyküde ve bin bir türlü gizemle sübuta erdirmesi. Gereği düşünüldü diyerek hükmün açıklanmasını size bırakması. Bunu da âdeta ebced hesabıyla şifrelenmiş kelimelerle, cümlelerle, imge ve metaforlarla ilerleyerek, okudukça kendini berzahta bulan okura çıkış yolunu göstererek yapıyor. Tek şartı, şifreleri çözmeniz. Aksi halde kabir âleminde yaşamaya mahkûm eden, okunmuş ama anlaşılmamış bir öykünün içinde debelenip duruyorsunuz.

Berzah’taki Öykülerde Neler Var?

İlk öykünün girişinde duyurulan muttasıl akış sadece ardı sıra gelen öyküleri değil öykülerdeki dili de işaret ediyor. Her biri temel bir konu etrafında şekillenirken tali yollara sapıp tekrar ana yola çıkıyor. İşlenen konular genelde coğrafyamızın, yakın tarihimizin can yakıcı, can alıp-verici, kötücül günlerini ve insan olmanın iyimserliğini taşıyor. “Taksiler Henüz Öd Sarısı Değilken” öyküsünde; “Ama taksi içleri korkulu fakat kahvehaneler taramalı rağmen sinema salonları bombalı lakin baba ocakları uzak. Zemheri öncesine tuzaklanmış karanlık bir sonbahar gecesi,” anlatısıyla karanlık Eylül günlerini ve o günlerde alınmış “Mikail’in Diploması’nı” hikâye ediyor.

“Babam Aşkale’ye Gitmedi” de tıpkı toy kuşları gibi soyu azalan, onları azalttıkça insanlığın azaldığı ülke topraklarını, çoraklaşan insan yanımızı anlatıyor fotoğrafçı Mikail’in refakatında. Bilinmeyen, bilinmemesi için mübadil edilmiş kardeşlerimizin diliyle, “Kalispera Mikhael, ti kânis?” selamlıyor okuru.

Retrospektif, buram buram anti militarizm tüten bir öykü. Belli faillerin meçhul cinayetlerini, insan öldürmeyi, çocuk öldürmeyi meslek icabı yapıverenlerin, “Topçu Tuğbay Mikail İnsan!” üzerinden iş ve eşkâlini çiziyor. “İnsan silah altında insanlığını soyunur silahını kuşanır tanınmaz olurmuş.” cümlesini yakın tarihin en acı olaylarından birisinin fotoğrafı takip ediyor, yine Onat’ın kendine has kelimeleri ve cümle kurgusuyla. “Ve ortalığı kana bulayan bir yangın yanıyorMUŞ Korkut civarlarında. Korkorvekorkukorku. Gözleri kanlı bir kuyu, yutuyor. Yataklık diyor, yanmış insan eti kokuyor ortalık. Kundak kanlı. Rakamhanesidoluyedisiçocuk. Elikanlı. Yere serilmiş bir ev dolusu insanlık.”

“Söylesene Filmci Hayat Mı Bu?” öyküsünde ise prosedüre uygun bir doğa katliamı var. Bir dişbudak ağacının serüveni. Sandalye oluşu mekân mekân gezişi. Bir alman gurbetçi gibi. Hepsi bu sinemada tadında. Başrollerde Sinemacı Mikail. Ağaç kesimi metaforu üzerinden bir hayat bilgisi şiarı. Ya da biyoloji dersinden “doğal ayıklanma” konusu. Ağaç dile geliyor: “Damgalıyım. Zincirlenmiş yanımdan vuruyorlar beni. Yere yakın. El âlem acımasız. Söylenecekler belli, onlar buna yaşam dese de. Kadim bir kural var değişmemeli; zayıflar ölür, güçlüler yaşar, bazıları delirir.”

Okurun merakla beklediği, “nerede çıkacak karşımıza bu yakalı toy kuşu? Yoksa yazar bunda da mı gizemli bir söz oyunu yaptı” dediği aşamada Bir Daha Uğrama Buralara!  öyküsünde karşımıza çıkıyor toy kuşu ve ona sesleniş. Sadece toy kuşuna mı? Azalan her yanımıza, ezilen her birimize, acıyan yaralarımıza bir sesleniş. En çok da bir ölümden kaçıp, göçüp göçüp ülkemize gelip “insan sayılmayan”, çökmüş bir yaşamın kucağında dünyadan yavaş yavaş göçenlere. Suriyeli cam kumlamacısı Mikail Müsavat’a; bizden sayılırken ite kaka dışlanan, dışarılara savrulan tüm yaralı ve nesli tükenen göçmen kuşlara canhıraş bir sesle: “Bir Daha Uğrama Buralara!” diyor.

Peki azalan, tükenen başka bir şey yok mu? Ya soluduğumuz hava? Ya ısınan dünya? Yaşanan mevsim karmaşası? Onat, toy kuşuna seslenirken bunu da unutmuyor. İklim değişikliğini de azalanlar sınıfına ekliyor. “Çömçeli gelinin elinden tutsana Toy Kuşu, çorak yüreklere kan değil rahmet bıraksana. Uç, uç, uçsana…”

Ve sözü bağlıyor:

“Bu, nesli tükenen türün görülen son Yakalı Toy Kuşuydu. Hedefinize ulaştınız.”

Sahi “Berzah”ta yazılan öyküler doğru mu söylüyor? Öldürmeye yeminli olanlar hedefine ulaşmak üzere mi? Ulaştılar mı gerçekten? Soyu tükendi mi iyiliğin?  İyi kalmanın?

Soruyu orta yere bırakmış Yasemin Onat. Hâlâ cevap verebilenler varsa? Ne mutlu insanlığa! Ne mutlu bu ülkeye, umuda ve yarına…

“İnsanlık Bir Noksanlık Dramında”

Yasemin Onat’ın Berzah’ta ebced hesabıyla yazdığı öyküler “Benim Adım Dertli Dolap”la sonlanıyor. Sosyal Hizmetler Kurumu’nda büyümüş, doğumdan ölüme gördüğü her şeyi kendine dert edinen belden aşağısı olmayan Sosyal Sigortalar Kurumu emeklisi şef Mikail’in öyküsüyle. “Bir noksanlık dramında tüm insanlık, tüm insanlık dramında da bir noksanlık olduğunu zaten kim inkâr edebilir ki?” sözleriyle öykülerin yazım amacını da işaret ediyor yazar.

Onat, acaba ebced hesabıyla biraz da kendisini mi tarif ediyor? Öyle ya her biri her yanından kanayan bir dert taşıyan bu öyküleri yazmak; insana, doğaya, hayvana hatta eşyaya ait her sorunu dert edinebilecek bir yüreğin işi. Sırf bunun için bile Onat’ın öykü üreten dertli dolap misali yüreğine ve kalemine teşekkür borçluyuz. Teşekkürler Yasemin Onat.

Yakalı Toy Kuşu Uçsana
Yasemin Onat
Epona Kitap
Öykü / 85 sayfa

Yukarı