Her Şeyden Haberdar Olmanın Yükü / Neslihan Yiğitler

Gerçekten neden okuruz?

Kimi, zamanı anlamlı kılmak, daha iyi yazabilmek, varoluşu, yok oluşu, yaşamı ve bizi yaşamda tutan şeyi bulmak veya anlamak için okur. Kimimiz de çoğu zaman belleğimizdeki tüm kayıtları silmek, onlardan arınmak için… Tayfun Pirselimoğlu evreni, sizi daha ilk satırlarından işte bu “unutma evreninin” içine alıyor. Puslu atmosferi, okuru hemen gizemli tümcelerin içine sokuyor ve onun satır aralarını çözmeye çalışırken kendi yaşantınızda ne var ne yok her şeyi geride bırakıyorsunuz. Bu pus, eserde zamandan ve mekândan arınmış bir hikâye anlatılarak yaratılmakta. Roman zamanını, ana kahramanın nereden geldiğini, nerede bulunduğunu tam olarak bilmemek ve kitabın ayrıntı vermekten kaçınan anlatımı buna en iyi kanıt.

Romanın başkarakteri Cezmi Kara’nın, hayatını yitiren babasının cenazesi için yıllar sonra döndüğü kentte tanık olduğu bir cinayetle başlayan kitap, onca olaya karşın okura uzattığı ipi kaybettirmeden ilerliyor. Hatta bu, yazarın son sözündeki değimiyle “çok ucu olan bir ip”.

Ana karakter, tıpkı eserin tamamı gibi ılımlı, durağan halini roman boyu sürdürerek zaman zaman dehşete kapılıp kaçarak, korku duyarak, olacakları heyecan ve merakla bekliyor. Açık etmeden, fark ettirmeden içten içe duyumsadığı bir heyecan hep var. Okur, toplumcu-gerçekçi, uyaran, etkin olan değil; bireyden topluma erişen, nispeten edilgen ancak bu kontrol sırasında içinde bulunduğu toplumu anlatan bir üst kurmacanın içine düşüyor.

Toplam otuz dört (sayıyla değil harflerle) bölüm başlığını; kitaba açılan kapılara benzetebiliriz. Özellikle on yedinci başlık, kimi zaman “evet” kimi zamansa “hayır” yanıtını verdiğimiz o yaşamsal sorusuyla ilgi çekici: “Hayat Kendini Tekrarlar Mı?”…

Eserin giriş kısmında “hayattaki babalarla ilgili sorunlar”, ardından “yaşamını yitirmiş babalarla” ilgili sorunlarla kurgu katlanıyor. Baba-oğul ilişkisinden yola çıkılarak her bir karakteri etkileyecek çok çeşitli duygu durumları ele alınıyor.

Kimi zaman ana karakteri, yazarın kendisiyle karıştırdığımız, klasik eserlerin tersine, burada Cezmi Kara’nın çoklukla okurun yerine geçerek, akla takılan soruları sorduğunu ve bir başka karakterden bu sorunun yanıtını aldığını görüyoruz. Yazarın kendini saklaması, ana karakterin okur haline dönüşmesi son satırlarda okura “aslında yazar benim” hissini veriyor.

Örnekse:

“Seni olay mahalline götürmediler mi?”

Cezmi Kara, soruyu soran Cüce’ye döndü:

“Yok” dedi. (Sayfa 111) Romanın kahramanı Cezmi Kara bu cümlelerde okurla birlikte olduğu yerde kalmıştır.

İkinci örnek olarak yazarın son sözündeki şu tümceleri verebiliriz:

“Daha önce de sözünü ettiğim gibi içinde bulunduğum küfrün ne anlama geldiğini çok açık bir şekilde biliyorum. Bu nedenle, şefaat talebimle ilgili beyanımı burada, bu sefil kâğıtlar üzerinde bir kere daha yapmayacağım. Yüce Yaradan, hak ettiğimi bana verecektir. (Sevgili okuyucu, tekrar hatırlatmakta yarar var, sana da verecektir) (Sayfa 270)”

Tayfun Pirselimoğlu klasik romanlarda, kim, nerede, nasıl? Karmaşasını bilerek yaratan yazarlardan farklı olarak, karakterlerinin bellekte kaybolmasını ya da okurda karmaşa yaratmasını istemiyor. O kendi inandığı ya da inanmadığı, anlatmak istediği her neyse,  görünen gerçeğin arkasında olanı aktarıyor. Kalıpların dışında bir üslup bu. Romanın yüzüncü sayfasına kadar bu üslubu yakalayan okur zaten üst kurmaca dediğimiz evrenin içine girerek seçtiği karakterlerden birine dönüşüyor. Karakterlerin okur belleğinde kaybolmaması, metnin kolay okunur olduğu anlamını taşımamakta hatta tam tersi kendine özgü bir gizem, sır, pus ve sis perdesi olduğu bu şekilde belirgin hale getirilmiş durumda. Okuru çıkmaz sokaklarda kaybolmaya terk etmek yerine, ona olanı biteni sezdirerek anlatmak istediğini gösteren bir biçem. Bu durum, esere aynı zamanda çok katmanlılığı eklemiş.

Yazarın biçemini biraz daha açmak gerekirse klasik eserde; Yaşamdan bir kesitten aldığımız ani bir kırılma noktasıyla bir olayla alt üst olan, değişen ana karakterin yaşamı, olaylar silsilesiyle önce karmaşıklaştıktan sonra çözülür. Oysa Kerr’de yaşamdaki tüm gizler açığa çıktığı gibi daha da örtülecek şekilde sır perdesine dolana dolana adeta bir anda yok olacak, ortadan kaybolacak gibi bir kaygı hissi okura verilerek, her şey çözülecek ve eriyecek gibi mistik bir anlatım yaratılarak yapılandırılır. Örnekse, kitabın sonuna doğru ortaya çıkan “timsah” simgesi, anons yapan karakterin kekeme oluşu, eserdeki karakterlerin karmaşıklaştıkça simgelerin küçülmesi, dibe çökmesi, yok olmaya-kaybolmaya yüz tutması, aksaması verilebilir. Aslında kitabın ritmi, yazar tarafından bilerek aksatılmaktadır.

“Akıldan, izandan azade sanki bir kelebeğin ışığa yönelmesi.” (Sayfa 263)

Roman kişileri arasındaki gerginliğin baştan sona diri tutulması, karşıtlıklar, çelişkiler, endişe ve korkuların çatışma, belirsizlik ve gizemle işlenmesi ilginin aksamadan sürmesini sağlıyor. Bu öğeler atılan birçok düğüme aslında gerek kalmaksızın okuru son sayfaya ulaştırıyor.

Üzerinde düşünülecek birçok öge barındıran “Kerr”in, okuru düşünmeye iteceği en önemli noktalardan biri de kuşkusuz, dili. Aculluk, mutat, müstehzi, hünsa ve benzeri Arapça, eski kelimeler çağdaş dilin karşıtı gibi görünmekte. Ancak yazarın dil biçemine ve anlatmak istediğine uygunluğu, bu durumun ilk sayfalardan itibaren kanıksanmasını sağlıyor. Üstelik evinin en rahat odasında, sanki olanları size yüz yüze anlatıyormuşçasına yazan Tayfun Pirselimoğlu’nun kurgusu gibi kendi kelimeleri de böyleyken bu üslubu kanıksamamak da olanaksız görünüyor. Gelin, güzel bir örnekle, onun sözleriyle bitirelim anlatımımızı:

“Akli olanın kaybolduğu ve saçma olan her neyse onun normalleştiği bir zaman bu. Bunların bendeki tezahürlerini filmlerimde, yazıp çizdiklerimde anlatmaya çalışıyorum.”*

*Fikrisinema.com, Tayfun Pirselimoğlu röportajı

Kerr
Tayfun Pirselimoğlu
İletişim Yayınları
Roman / 271 sayfa

Veveya Kitap 15 / 20 Mart 2024

Veveya Kitap 15 / 20Mart2024
Yukarı