Hermann Hesse’in Doğu’suna Yolculuk ve Rota’yı İçimizdeki Eve Kırmak / Çağla Çinili

Hermann Hesse’in Doğu’suna Yolculuk ve Rota’yı İçimizdeki Eve Kırmak / Çağla Çinili

Hermann Hesse en bilinen haliyle sayısız dile çevrilen Almanca eserler vermiş Nobelli bir yazar. İnsan doğasının karanlığını ve aydınlığını buluşturduğu, Doğu mistisizmi ve felsefesini tarihle harmanlayan şahane yapıtlarını tüm dünyaya zamansız eserler olarak armağan etmiş. Ben her zaman yazılanların yazardan sadır olduğunu düşünür, yazarların biyografilerinden izini sürerim yazılanların. Yürüdükleri yollar, yaşadıkları olaylar, mensup oldukları aile ve hayatlarını nasıl sürdürdükleri, yazılanları anlamamda ciddi şekilde yol gösterici olur. Bu bakımdan Hesse’in hayatını izletmek istiyorum size, böylece otobiyografik özellikler taşıdığını düşündüğüm Doğu Yolculuğu’nun neden Doğu’ya ve bir yolculuğa ilişkin olduğunu da daha iyi anlayabileceğiz.

2 Temmuz 1877’de Almanya’da doğan Hesse’in ailesi Rusya kökenlidir. 85 yıllık hayatındaki yazı kariyerine 1904 yılında serbest yazar olarak başladı, ölene kadar roman, öykü, deneme, şiir, politik inceleme ve eleştiriler yazdı. Son derece dindar ve entelektüel iddiasını sürekli olarak kanıtlaması gerektiğini, kendisinin bu yolla kabul göreceğini hissettiren bir ailesi ve çevresi vardır. Babasının yayıncılık sektöründen olması sebebiyle edebiyat onun için çok küçük yaşlarındayken fark edilmiş, resim ve şiire olan yeteneği çok küçük yaşlarda dikkat çekmiştir. Ailesinin Hristiyan misyonerliği çeşitli ülkeler ile olan bağlantılarını da geliştirdiğinden birçok dil, din ve anlayışa aşina bir çocukluk geçirdi. Hayal gücü çok geniş olduğu kadar, keskin gözlem yeteneğinden anne ve babasının pedagojik hataları da gözünden kaçmadı. Hayat boyu diyemesek de hayatının önemli bir kısmında onlara da bir miktar öfkeliydi. Yalnızlığını dini mesellerle, mitlerle, annesine ait olan dünya edebiyatının önemli eserlerinin çoğunu içeren dev gibi bir kütüphaneyle doldurdu.

Hesse büyürken yalnızca içine doğduğu aile değil, toplum ve dünya tarihiyle de sınanacaktı. Balkan Savaşları, Birinci Dünya savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nın hatta parçalanan imparatorlukların yıkıntıları üstünde yükselen ulus devletlerin doğum sancılarının göbeğinde yaşadı türlü cehennemi. Hesse’in Doğu’ya yolculuğu da böylece başlamış oldu; kendisini ait hissedemediği bir dünyada, kendisini ait hissedebileceği, evdeliğin sakinliğini bulacağı fakat hep yolda olacağı hep keşfedeceği hep öğreneceği hatta deşifre edeceği bağlantılarla dolu bir yolda yürümek istedi. Bunu başardı. Üstelik öyle başardı ki bize bıraktığı rota haritalarını edindiğimiz gibi bulduğumuz ilk yelkenliye, trene, uçağa, arabaya atlayarak kendi yolculuklarımıza çıkıyor, bazen de sadece meditasyonla rota ağını durmadan büyütüyoruz. Hesse yüzyıllar sonrasına ulaşacak rotalar çizmeyi başardığı için bugün onun ismini bambaşka bir yere koyuyoruz dimağlarımızda. Neden? Çünkü Hesse kendi cehennemini biliyordu, zaten cehennem gibi bir sosyal, siyasal, ekonomik gerçekliğe sahipti. Onun dünyası parçalanıyor, dağılıyor, kaynıyor ve dağlanarak bütünleşiyordu. Hesse’in tek yaptığı fiziksel ve düşünsel yolculukları sırasında insanlık tarihinin yarattığı ve dönüştürdüğü tüm kültürleri almak, içselleştirmek ve fakat kimseyi dışlamamaktı. Bu anlayış sayesinde tüm medeniyetlere açtığı kalbiyle kullandı kalemini ve Doğu’yu, kendini, mutluluğu ve barışı arayış uğuruna yola çıktığı bir hedef olarak tasavvur etti. Oysa dönemdaşı J.R.R. Tolkien ise böyle bakamayacaktı Doğu’ya, mensubu olduğu batı bloğundan 1. Dünya Savaşı’na kurban verdiği dostları ve umutları sonrasında tamamladığı Yüzüklerin Efendisi serisinde, şer Doğu’dan yükselir, diyecekti. Her ikisi de barışı ve mücadeleyi anlattı fakat şüphesiz ki Hesse’in kapsayıcılığı çok daha derin ve bilişsel kodlarımıza dairdi. (Tolkien sever bir okur olarak burada ikisi arasında bir ayrımcılık yapmadığımı yalnızca bir tespitte bulunduğumu özellikle belirtme gereği duyuyorum) Nitekim 1. Dünya Savaşı sırasında gönüllü olarak Alman Birlikleri’ne yazılmışsa da aradan çok uzun bir zaman geçmeden savaş karşıtı propagandaların en ateşli simalarından biri olacaktı. Bu farkındalıkla yazdığı eserleri sayesinde 1905’te Bauernfeld Ödülü’nü, 1928’de Viyana Schiller Vakfının Mejstrik Ödülü’nü, 1936’de Gottfried-Keller-Ödülü’nü, 1946’da Frankfurt Şehrinin Goethe Ödülü’nü ve Nobel Edebiyat Ödülü’nü, 1950’de Wilhelm-Raabe-Ödülü’nü, 1954’de Bilim ve Sanat Alanındaki Pour le mérite Ödülü’nü, 1955’te Nazi döneminde, çalışmaları ve eleştirileriyle Alman kitapçıları Barış Ödülü’nü aldı.

Doğu Yolculuğu[1], Hesse’in kişisel anlayışı ve hümanizm ideası bağlamında diğer yapıtlarından çok başka bir yerde durur. Çünkü bu kitap yetmiş küsür sayfalık bir hacme sahip olsa da adeta bir şiir kadar yoğun imgeleme sahiptir. Üstelik Hesse bu imgeleri kurmaca içerisindeki gerçekçi bir atmosfere yedirerek okurlara sunma kaygısı gütmez bilakis gerçeküstü bir anlatı kullanır. İmgelerini anlaşılmamaları için saklamaz, alenen ortada bırakır. Anlaşılma arzusu ile yazdığı, son derece konsantre bir eserdir Doğu Yolculuğu.

Kitap, aynı zamanda anlatıcı olan karakterin kendisini içinde bulunmaktan dolayı ayrıcalıklı gördüğü Cemiyet isimli örgüte kabul edilmiş olmaya dair övgülerle açılıyor. Bu kişinin son derece saygın ve “köklü” bulduğu bir örgüte dahil olmasının aitlik hissine bir gönderme olduğunu hissederek başlıyoruz okumaya. Bir ideanın parçası olmak, bir grup hatta dosdoğru söyleyelim, bir sürüye ait olmanın verdiği güven ve olmuşluk hâlini süzüyoruz satırlardan. Öyle ki bir “yolculuk” söz konusu ki “böyle bir yolculuğa çıkmaya, Huon’un ve Çılgın Roland’ın döneminden büyük savaştan sonraki kasvetli, umutsuz, yine de verimli dönemimize kadar kimse cesaret edememiştir” (a.g.e. 11) cümleleri ile tasvir ediliyor. Akabinde yolculuğun arka planından bahsediyor anlatıcı. “Dünya Savaşı’ndan hemen sonraydı ve özellikle yenik halkların düşüncesine olağanüstü bir gerçekdışılık hâkim olmuş, bir gerçeküstücülük eğilimi baş göstermişti, ne var ki sınırların gerçekten ortadan kalkması, müstakbel bir psychokratie diyarına adım atılması pek az noktada başarılmıştı.” (a.g.e. 12-13) açıklamasından görüyoruz ki Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına yoğun göndermeler taşıyor kitap. Nitekim Doğu Yolculuğu’nun basım tarihi de 1932 yılı. 1932 yılında Almanya’da seçimlerde 230 milletvekilliği alan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi yani bilinen adıyla Naziler’in birinci olmasının rastlantı olduğunu sanmıyorum. Son zamanlarda rastlantılara zaten inanmıyor olmamın yanında Hesse’in ne kadar öngörülü bir insan olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurarak söylemeliyim ki, Avrupa merkezli dünya politikası havasının ustaca koklanarak Doğu Yolculuğu’na dokunmuş olduğu aşikâr. Zira romanın sonunda aynı anlatıcının Cemiyet’ten ayrılacağı hatta ayrılırken yolculuk sırasında kaybolan karakter Leo’nun bir hizmetkâr olmadığını, Cemiyet’i yöneten kişilerden biri olduğunu anlayacağını ve tüm değerlerini sorgulamak üzere uyumaya gittiğini okuyoruz. (Nazi Almanyası da benzer bir uyanış yaşamamış mıydı halklar toplama kamplarında yakılırken?) Burada bir ideolojiden çok her ideolojinin takipçilerine yönelmiş bir uyanışa vurgu olduğunu bilerek okumayı yaparsak Hesse’in hangi çember üzerinden dolanarak romanı kurguladığını da farklı bir perspektiften incelemiş oluruz.

Doğu Yolculuğu’nu tekrar okuduğumda zihnimde beliren en büyük soru şu oldu; İnsanlar neden bir ideoloji çevresinde toplanma ve bir sürünün, tarikatın ya da Doğu Yolculuğu’ndaki gibi “cemiyetlerin” kendilerinin tek başına başaramayacağı bir ideale birlikte başarabileceklerine dair inanç duyarak katılırlar?

Sosyologlar ve psikologların çoğu buna kuramsal açıklamalar getiriyorlar. Örneğin bir araştırmaya göre[2] etki altına alınabilirlik ve yaşamdaki değişimler insanların bu gibi cemaatlere bağlanmasını ve bağlılıklarını sürdürmelerini sağlayan temel faktörler. Gerçekçi olamayacak düzeyde idealist olanlar, düşük özgüvenli ve bağımlı kişilik yapısı geliştirenler, her söylenene inanan kişiler, hayâl kırıklığına uğramış ve dışlanmışlar, belirsizliğe tahammülü olmayan yani kontrolcüler cemaat, tarikat gibi oluşumlara katılma eğilimleri daha yüksek olan kişilik tipleriymiş. Ben bu tanımlara baktığımda “anlam ve aidiyet arayışı”; kırık dökük hikâyelerden, kendisine daha ikna edici bir harita çıkarmaya çalışan insanlar görüyorum. Nitekim Doğu Yolculuğu’nun anlatıcısı kafilenin “ışığa ve mucizeye doğru” (a.g.e. 17) ilerlediğini söylerken Novalis’in bir cümlesiyle cevap veriyor bana “Nereye gidiyoruz böyle? Eve, hep eve.” (a.g.e. 17) Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra her bakımdan parçalanan bir dünyanın ortasında ilerlemeye çalışan Cemiyet yolcuları, kendilerine dahi dürüst olmayan, her şeyin son derece katı kurallarla ve her an dışlanma tehdidi (yani ailelerin, özün, gerçek dünyanın toksik travmalarını tekrarlayıcı şekilde) ile ulu bir ideaya ulaşma vaadi sunan Cemiyet’e bağlılıklarını sürdürmek için her yolu deniyorlar. Her birinin ideali farklı, örneğin anlatıcının yolculuk ve yaşam hedefi “Prenses Fatma’yı görmek ve mümkünse sevgisini kazanmak” (a.g.e. 15) Prenses’in kim olduğunu bilmiyoruz ama anlatıcının macerası boyunca Cemiyet’in hiç müdahale etmediği bir alan olarak kalıyor bu hedefler. (Şahsi kanaatimce zaten ulaşılamayacak hedefler yahut yerine getirilemeyecek vaatler olduğunu düşündükleri için yalnızca Cemiyet üyelerini oyalıyorlar. Tıpkı Yeni Çağ başlarında Katolik Kilisesi’nin cennetten arsa satması fenomeni gibi…) Belirsiz, parçalanmış ve tehditkâr bir dünyanın, görece daha güvenilir ve net sınırlarla çizilmiş bir hali Cemiyet ile başlanılan Doğu Yolculuğu. Bu yolculuk sırasında her ne kadar belirli bir zaman ve mekâna özgülenmiş dursa da yaşananlar esasında büyülü gerçekçiliğin uçlarını zorlayarak ilerliyor kurmaca. Ortaçağ’dan İlkçağ’a atlıyor, İtalya’dan İsviçre’ye bir çok ülkeden bahsediliyor hatta çocukluğa yapılan gezintiler ve perilerle sohbetler dahi söz konusu. Olay örgüsünün kırılım yaratan noktası da aslında bize tüm bu olay örgüsünü çözdüren nokta olarak karşımıza çıkıyor. Yolculuk sırasında ortadan aniden kaybolan Leo’nun peşine düşen anlatıcı, Cemiyet’in istemediği bir figür; sorgulayan, araştıran, kabul etmeyen ve argüman arayan insan. Faşist rejimlerin en belirgin eğilimlerinden biri, sorgulayan kişilerin önünü kapatmak hatta mümkünse tecrit ederek (ya da öldürerek) ortadan kaldırmaktır. (Tam da bu noktada aklıma yeni Türkiye’nin son 20 yılda yetiştirdiği “penguen medyası” geliyor)

Doğu Yolculuğu’nun Cemiyeti’ne bu kadar şüpheci bakıyor olmam da belki benim bu yazıyı yazdığım yüzyılın, yaşadığım ülkenin ve yürüdüğüm yolların yahut tamamen doğuştan getirdiğim karakterimin etkisi vardır, kim bilir? Belki Cemiyet benim gözüme göründüğü kadar totaliter özellikler taşımıyor, “sihre, çiçek şenliklerine, şiire” (a.g.e. 20) dair güzellikleri destekleyen bir örgüttür de ben bunu idrak edememişimdir? Buna rağmen anlatıcının kurmaca boyu cevapsız kalan sorularının yine Cemiyetçe arafta bırakılmasına dair başkaca bir anlam üretemiyorum. Kaldı ki tahmin edeceğiniz üzere Türkiye’nin son dönemlerde tarikatlar ve cemiyetler ülkesine dönüştürülmeye çalışılmasına dair Adapazarı’nda yetişmiş feminist bir avukat olarak da epey izlenimim olduğunu ve benim gözümde Prenses Fatma’nın sevgisini kazanma ideasının “üstünde kırk ince ipekten fistan olmasına rağmen yine de teni görünecek Hurilerin aşkını kazanma” vaadinden pek de farkı olmadığını anlamanız gerek. Tabi bu 21. Yy Türkiye’sinde yaşayan Çağla Çinili’nin yolculuğu. Hesse, Doğu Yolculuğu’nu yazarken Doğu mistisizmini siyasal İslam politikaları üzerinden yaşamayı bırakın, bu hususa dair en ufak bir fikri de yoktu muhtemelen. Fakat görüyoruz ki Hesse öyle bir harita bırakmış ki bizlere, elime alıp kendi rotamı çizdiğimde harita kendini çoktan genişletmeye başladı bile. Kendi yolculuğuma evrildi Hesse’nin Doğu Yolculuğu. İşte bu noktada “Cemiyetler Güzellemesi” yapmayı reddetsem de Hesse’nin anlatmayı hedefleyip (pek tabii başardığı) Doğu Yolculuğu’nun esasında kendi içimize olan yolculuk olduğunu görmemiz gerek. Prenses Fatma’nın sevgisi, anlatıcının kendisini büyülü bir aşkın masalında başrolde olmak isteyecek kadar “hiç” görmesi ya da yalnız görmesi olabilir örneğin. Bir kavramın idealleşmesi zaten o kavramın bireyin hayatındaki kıtlığı değil midir? Hep eve gitme çabasıyla yola düşüp oraya hiç ulaşamayan hatta evin neresi olduğunu bilmeyenlerin bitip tükenmeyen terminal müdavimliği zaten “EV” kıtlığını anlatır bize. Anlatıcının şiirler, şarkılar, çiçekler, aşk, dostluk, büyüler ve perilere olan güzellemesi de olsa olsa kendi kalbinden kaynaklanıyor, Hesse’nin kalbinden kaynaklanıyor; Cemiyet’ten değil.

Hedef Doğu değil zira, hedef yeryüzünde fiziken olduğu kadar anlamsal bir boşluğu da doldurabildiğimizi, anlamlı bir ömür yaşadığımıza inandırabilmek kendimizi.

Teşekkürler Hesse ve kusura bakma, yeni dünyada çark döndüren Türkiye’nin gerçeklerine 31 sene maruz kalınca Ataol Behramoğlu’nun da dediği gibi “…Bir yanım/ yalnızlık/ Ve hüzün tiryakisi. Bir yanım/ Gemi azıya almaya hazır/ Bir hayat çılgını…”


[1] Hesse H. (2018) Doğu Yolculuğu. Can Yayınları.

[2] https://gaiadergi.com/insanlar-tarikatlara-katilir (erişim tarihi 26.08.2023)

Doğu Yolculuğu
Hermann Hesse
Can Yayınları
Türkçesi: Zehra Aksu Yılmazer
Roman / 80 sayfa

Yukarı