Söylenmeyenler Koleksiyonu / Arzu Anlar Saraç

Öykülerine Notos, Sözcükler, Öykü Gazetesi, Edebiyat Nöbeti gibi birçok dergiden aşina olduğumuz Işıl Madak’ın; editörlüğünü Tuba Nur Bakaçhan’ın yaptığı ilk öykü kitabı Anlamsızlık Saati, Eylül 2023 de Everest Yayınları tarafından yayımlandı.

Anlamsızlık Saati, on sekiz öyküden oluşuyor. Madak, içerik bölümünü Sustuklarım adı altında sunarak derin ve dokunaklı öykülerle tanışacağımızı daha en başından fısıldıyor bize. İsmiyle müsemma bu koleksiyondaki her öykü, bir saatin tik takları gibi, hayatın sıradanlığı içinde kaybolan anlam ve anlamsızlıkları, insanın içsel çatışmalarını, savaşın çirkin yüzünü, an, zaman, geçmiş, gelecek gibi kavramları irdeleyerek okuyucuyu bir anlam arayışına sürüklüyor. Üstelik bunu günlük yaşamın sıradanlığını yansıttığı öykülerinin atmosferine okuyucuyu usul usul, sezdirmeden çekerek kıvama geldiğinde ise soyut ve derin cümleleriyle çarparak yapıyor. “Büyüyünceye dek bilinmezdi geleceğin geçmişle törpülendiği.” (S,13) Bu noktada, belirtmem gerekir ki Madak’ın bazı öykülerinin soyutluğu ve derinliği donanımlı bir okuyucunun reddemeyeceği bir biçim olsa da bazı okuyucular için biraz zorlayıcı olabilir. Sade ve etkileyici bir anlatıma sahip olmasına rağmen öykülerine ustalıkla gizlediği simge ve metaforlar, düz bir okumada alt metni anlamayı zorlaştırabilir. Her hâlükârda dokunaklı kaleminin kalbinizi sızlatması ise kaçınılmazdır.

Zamanın Sırlı Labirentleri

“Anlamsızlık, zamanın sırlı labirentlerinde dolaşır.” Madak’ın kitabına ismini veren Anlamsızlık Saati öyküsünü okurken aklıma Virginia Woolf’un çok sevdiğim bu cümlesi gelmişti. Öykü boyunca yazar bizi karakterin kendi iç dünyasında kaybolduğu, zamanın belirsiz ve anlamsız olduğu içsel bir labirentte gezdiriyor. Karakter bu anlamsızlığın içinde yönünü bulmaya çalışıyor. Madak’ın seçtiği mekân ve atmosferi oluşturan tasvirleri çok detaylı ve dikkat çekici. Bu atmosfer okuyucuya bir yandan büyülü bir hikaye vaad ederken öte yandan bu labirentin çok tekinsiz bir yere çıkabileceğinin de sinyalini veriyor. Tedirgin oluyoruz. Fakat merak duygumuz da bir o kadar perçinleniyor. Yazarın bu öyküde inşa ettiği gizemli ve büyülü atmosferde bizi gerçeğin güvenli kollarına çekense zaman zaman sesini duyduğumuz bir rüzgâr çanıdır. Rüzgâr çanı bizi gerçek anda tutmaya yarayan bir yardım düdüğü gibi işler. Dükkan sahibi ise kadim ve sırlı ilimlere haiz bir bilgeyi andırır. Ruhsal bir rehber, hatta belki elindeki köstekli saati gözümüzün önünde sağa sola sallayan arif bir terapist. Keşke o yaşlı adamın dükkanına gitsek, “Sizi çeken hangi raf?” sorusunu bize de sorsa; iç hesaplaşmalarımızın ruhumuzda bıraktığı yaraları iyileştirse, bizi o iskemleye oturtup öyle kolayca, yaşamımızdaki dönüm noktalarını, hatalarımızı, yaralarımızı gözden geçirip feraha ulaşabilsek diye hayal kurmaktan alamıyorsunuz kendinizi. Ve tam o sırada rüzgâr çanının sesiyle…

Öyküde metaforik ve sembolik bir anlatım var. Antikacı dükkanı, saatler, kedi… Yazarın metne zarifçe yerleştirdiği simgeler metnin atmosferini güçlendiren ögeler. Öyle ki öykünün sonuna doğru kapıdaki rüzgâr çanı son kez çalıyor ve o tanıdık rüzgârı tenimizde hissediyoruz. Nihayetinde o rüzgâr ve insanoğlunun içinde kurulu olanakların tik takları defalarca deneyimlediğimiz bir durum değil mi?

Usulünce Gömülmeyen Her Şey hortlar

Isıl Madak, savaşı ve savaşın bıraktığı etkileri çokça işlemiş öykülerinde. Hatta “Küçük Kara Ayakalar” öyküsüne, doğrudan “Suriyeli küçük kız Bediah K. anısına” diyerekbir ithafla başlamış. Yine “Pavlov’un Kedisi” öyküsünde savaşın tüm canlılar üzerinde bıraktığı travmatik etkileri farklı bir canlı türünün bakışından anlatmış. “Buraya kadar deneylerle yol almışken İkinci Dünya Savaşı’nın en zor günlerinde İvan Pavlov’un köpeklerini bir kampa topladılar.” (S, 53)

Savaşın ardında bıraktığı acıları, yıkımları işlediği ve boğazımda düğümlenen bir diğer öyküsü ise “Frenk Acısı”. Öykü merkezine mübadele döneminde yaşadığı oldukça vahim ve canavarca bir saldırı sonucu hayata ve etrafındaki her şeye nefretle bakan ızdırap içindeki bir kadını alır. Fakat yazar bu durumu alegorik bir yaklaşımla tüm kadınların ortak acısına ustaca dönüştürür. Kullandığı imgeler ve isimler okuyucuyu bunu kolayca düşünmeye iter. Kadın, yaşadığı o felaketin günahını oğlu Âdem’e yükler. “Doğurduğum da piçoğlu piç. Evladımmış. Âdem.” (S, 18) Hatta belki de yazar, seçtiği bu isimle yaratılan ilk Âdem’i işaret ederek kadınlara yapılan zulmün, zalim olan tüm âdemlerin de suçu olduğunu anlatmak istemiştir. Bu kötücül eylemin bir ağacın altında gerçekleşmesi, o ağacın bahsinin defalarca geçmesi ve öykünün sonunda sahneye bir yılanın çıkması bu alegorik anlatımı güçlendiriyor. Başkasının suçu olan bu canavarca eylemin günahını ve nefretini özünde günahsız bir bebeğe yüklüyor kadın. Ve tuhaftır ki ona Âdem ismini veriyor. Bu güçlü bir travmanın anatomisidir de aynı zamanda. Bu noktada Lacan’ın şu sözünü düşünüyoruz; “Usulünce gömülmeyen her şey hortlar.” Kadının zamanında iyileştirilmemiş travması masum bir yavruya duyulan nefret olarak hortluyor. Bir zamanlar yaşadığımız ve atlatamadığımız travmaların bizi nasıl dönüştürdüğünü, aslında olduğumuz yahut olmak istediğimiz insandan bizi ne denli uzağa savurduğunu görüyoruz. Fakat nihayetinde travmasına rağmen yaradılışının anaçlığına yenik düşen bir anne çıkıyor öykünün sonunda karşımıza. Anneliğin her şeye galip gelen gücü… Küçük Âdem’i öylesine savunmasız, öylesine yüreğe dokunan bir karakter olarak resmediyor ki Madak, öykünün sonunda Âdem hasretini çektiği o büyülü ve sıcak anne şefkatine ulaştığında, çocuğun göz yaşları okuyucunun boğazına takılıyor. Okuyucuya bir katarsis yaşatıyor Madak ve yine yazarın kaleminin gücüne şahit oluyoruz.

İnsan Yanını Var Eden, İnsan Yanını Yok Eden…

Bazı öyküler zordur. Okurken metin boyunca insan kendini karanlık bir delikten aşağı doğru hızla düşüyor gibi hisseder. O hız ve karanlıkta gözün görebildiğini zihnin kolayca algılayamayışı yol boyu karşımıza çıkan dalları, kökleri, böcekleri ve bilimum yaratıkları fark edemememizi sağlar. Fakat yer çekimine karşı verilen bu savaşın açığa çıkardığı adrenalin tuhaf bir keyif de verir insana. Işıl Madak’ın “Av” öyküsü tam da bunu hissettirdi bana. Ne okuduğumu görebilmek için o karanlık delikten bir daha düşmek istedim. Üstelik ilk seferinde o düşüşten inanılmaz da bir keyif almıştım. İkinci düşüşte “Tamamdır,” dedim, “oldu.”

İçsel bir monolog şeklinde ilerleyen, karanlık atmosferi ve ağır duygusal yanıyla dikkat çeken bir biçeme sahip öykü. Fakat her şeyden önce yazarın derinlikli ve vurucu cümleleri çarpıyor göze. Öykünün başından belli bir noktasına dek ana karakterin bir insan mı yoksa bir hayvan mı olduğunu anlamakta zorlanıyoruz. Bu yanılsamayı yazarın bilinçli olarak yaptığını düşünüyorum. Bize belki de ha insan ha hayvan; hüzün, ölüm ve acı her canlı da birdir, demek istiyor. Bu yanılsama vasıtasıyla, hayvanların da biz insanlar gibi hissettiğini, bizim kadar sevgiye ve sahiplenilmeye ihtiyaç duyduğunu, acı çektiğini, korktuğunu vurguluyor Madak. Aslında kendinden başka her varlığa çok dışarıdan bakan insana, bir hayvanın zihninden seslenerek onunla empati kurdurmayı da başarıyor üstelik. İnsan yanımızı var edip, insan yanımızı yok ediyor. “Ağzındaki kan tadını kavgalardan bilirdi, tuzlu, kekremsi, kokusu başka. İnsan yanını var eden, insan yanını yok eden bir şey işte.” (S, 13) Kitabın daha bu ilk öyküsüyle, öyle bir çırpıda okunup tüketilemeyecek, üzerine uzun uzun düşünülesi metinlerle karşılaşacağımızın sinyalini veriyor. Sizi biraz zorlayacağım diyor.

Sustuklarım

Beni teknik, tema, biçim ve biçemiyle etkileyen birçok öyküsü arasından yalnızca üç tanesi anlattım ancak geri kalan öyküleri için de ayrı ayrı inceleme yazılası bir koleksiyon hazırlamış Işıl Madak. “Ay”, “Küçük Kara Ayak”, “Parmak Arası”, “Enginarlı Bakla” gibi öyküleriyle toplumsal, sosyal hatta evrensel meselelere de dokunmuş olan Madak, Sait Faik, Tomris Uyar, Orhan Kemal, Murathan Mungan gibi değerli yazarlarımıza da atıfta bulunuyor. On sekiz öykü bir araya geldiğinde, şavaş, mültecilik, toplum tarafından itilmişlik, kadın sorunları, hatta erkek sorunları ve daha bir çok konudan dem vurmuş olan Işıl Madak, sustuklarıyla bir öykü cümbüşü sunuyor okuyucuya. Dilerim rikkatimize dokunmayı başaran, o hisli kalemi hiçbir zaman susmasın. Çünkü biz Işıl Madak’ı daha çok okuyacağız…

Anlamsızlık Saati
Işıl Madak
Everest Yayınları
Öykü / 120 sayfa

Yukarı