Bir Zamanlar Dersaadet’te! / Haydar Ergülen

ODTÜ’ye, ben Eskişehir’den gelmiştim, Mevlüt Kayseri’den. Ben goşist bir siyasettendim, Mevlüt Emek Hareketinden. Benim babam dinsizdi, Mevlüt’ün babası imam.

1980 öncesi ODTÜ Yurtlarında, solun hakim olduğu başka öğrenci yurtlarında da olasılıkla, yurt yönetiminin yaptığı yerleştirmenin aksine, herkes kendi siyasetinden yoldaşlarıyla kalırdı odalarda. Fakat bir ara nasıl olduysa, çok uzun bir süre değil ama, Mevlüt’ün odada kalmıştım ben de, altı kişilik odalardı.

Edebiyat Kulübü etkinliklerinden birinde tanışmış olmalıyız. Adalet Ağaoğlu, Hilmi Yavuz, Afşar Timuçin, Demirtaş Ceyhun, Aziz Nesin, Can Yücel, Murat Belge, Fakir Baykurt, Tekin Sönmez gibi yazar ve şairleri okulda ağırladığımız ODTÜ-ÖTK Edebiyat Günlerinde belki de.

TRT arşivinde faşizme, kapitalizme, emperyalizme karşı yaptığımız ateşli konuşmalar duruyor olmalı. Edebiyatın devrim mücadelesindeki vazgeçilmezliğini vurgulayıp, küçükburjuva yazarlara ateş püskürdüğümüz konuşmalar.

Geçenlerde yitirdiğimiz değerli şair, yazar, felsefeci Afşar Timuçin’in, hamuru incelikle yoğrulmuş şair ve çevirmen Eray Canberk’le birlikte çıkardıkları Felsefe Dergisi’ne, yakın arkadaşım Ömer Ateş Kızıltuğ ile İstanbul-Ankara hattında, ‘lojistik’ diyeyim, destek verirdik 1978 ve sonrasında. Dağıtım, iade, paraları toplama, vs. Eh genç şair ve yazar adayları olduğumuz için de, yazdıklarımızın değerlendirilmesi ve iyiyse yayımlanmasını da dört gözle beklerdik. Afşar abi zor beğenirdi, kolayına yayımlamazdı. Mektuplar gider gelir, daktilolar işler, düzeltmeler yapılır, yeniden yazılır, postalanır, haber beklenirdi.

Mevlüt Gülveren de şiir yazdığını ve bunları Felsefe Dergisi’ne yollamak istediğini söyledi, yolladı da. Ömer Ateş Kızıltuğ’un, sonra benim, Mevlüt’ün şiirleri yayımlandı. O küçük boy, felsefe ve sanat-edebiyat bölümlerinden oluşan dolu mu dolu sıkı mı sıkı ve sevimli mi sevimli dergi görünüşte üç ayda, ama aslında, dolduğunda değil ‘olduğu’nda çıktığı için daha uzun aralıklarla çıkardı. Hem gençtik, sabırsız, hem de gençtik, vakit zengini, beklerdik!

Mevlüt, Yılmaz Güney ve Nihat Behram’ın da içinde olduğu siyasi harekete yakındı, bildiğim kadarıyla ikisiyle de görüşürdü. Şiirleri de açıklığı, duruluğu, iletmek istedikleriyle Nihat Behram şiirlerine yakındı, biraz da o yıllarda Ankara’da huzurevinde yaşamının son yıllarını süren çileli şairimiz Enver Gökçe havası vardı.

Kendisine ne kadar ciddi, kararlı, sert bir devrimci havası vermek istese de, gözlerinin içiyle değil yalnızca, yürüyüşü, konuşması, hatta öfkesiyle de gülen bir adamdı Mevlüt. Gülüşlü ve güldürüşlüydü. Sonra bir yayınevi de kurdu, Afşar Timuçin’in Savaşçı Türküleri şiir kitabını da oradan yayımladı.

O yıllarda yurtlarda içki içmek de kağıt oyunları oynamak da, yönetim kararlarıyla yasak olmanın dışında, devrimciler tarafından da hoş karşılanmıyordu. Fakat Mevlüt’te ikisi de vardı, içkiyi biraz fazla seviyor, yurtta değilse de bildiğim kadarıyla şehirde, Tunalı’nın oralarda kahvelerde kağıt oynuyordu, bir-iki kez beni de yanında götürmüştü, sanki suçluluğu azalıyordu böylece.

Matematik bölümünde okuyor, fakat günlerini sosyoloji bölümünün de olduğu Beşeri binasında geçiriyordu. Bizim sınıftan sessiz sakin, kendi halinde, siyasal eylemlere katılıp karışmayan Ankaralı bir kızdan hoşlanıyor, fakat o arkadaşımız, Mevlüt’e hiç yüz vermiyor, Mevlüt de benim kız arkadaşım Funda’ya rica ediyordu o kızla arasını yapması için! Funda da çok seviyordu Mevlüt’ü, eğlenceli buluyor, onun bu aşık hallerine gülüyor, fakat elinden de bir şey gelmiyordu!

Devrimi beklerken darbe geldi, 12 Eylül 1980 askeri darbesi, yakalananlar, gözaltı, tutuklama, DAL, işkence, Mamak, infazlar derken, geri kalanlar da çil yavrusu gibi dağıldı. Biz de Funda’yla tuttuğumuz evi boşaltıyorduk, o arada sıkıca sarılmış bir paket gördüm, ‘bu ne acaba?’ diye açtığımda, Mevlüt’ün hoşlandığı kıza götürmem için bana verdiği, fakat o kabul etmediği için bende kalan paketti, Mevlüt de araziydi! Açtım, yurtdışında basılan ve darbeye karşı direniş çağrısında bulunan Devrimci Proletarya dergisinin çeşitli sayılarından oluşan bir armağandı bu! 12 Eylül’ün ilk zamanları, at izi it izi, kimsenin kimseyi gözünün görmediği, görse de tanımazdan geldiği günler. Elimde sanki kor ateş tutuyor gibi oldum. Sonra ne yaptığımız aklımdan çıkmış, herhalde banyoda filan yaktık bu hayli kabarık armağanı!

Mevlüt bu, o kızın da benim de başımızın derde gireceğini hiç düşünmeden, üstelik darbe günlerinde, bu armağanı vermeyi uygun bulmuştu! Ya önemsememişti ya da aklı sıra şaka yapıyordu! Yıllarca haber alamadım ondan, pek çok arkadaşımızdan da haber alamadığımız gibi! Sonra Ege Üniversitesi’ne gittiğini, orada gazetecilik okuduğunu öğrenecektim.

1990’ların başı olmalı, İstanbul’a yerleştim, reklam yazarlığı yapıyorum, evlendim, Cihangir’de oturuyoruz, Radikal gazetesinde ve başka pek çok dergide yazıyorum. Bir pazar sabahı gazete, kahvaltılık almak için çıktım, Sıraselviler Caddesinde, Emir Kusturica’nın filmlerini andıran bir sahne gördüm, artık içinde kaç kişi varsa, camlarından kollar, bacaklar sarkan eski bir Amerikan arabası, sabah saat 9’du belki de, sonuna dek açılmış bir müzik eşliğinde hızla gidiyordu… Araçtan bir ses duydum “Haydaaaaar ben Mevlüt seni arayacağım!” diye bağıran bir ses!

Aradı da. Çalıştığım reklam ajansını öğrenmiş, telefon etti, Beyoğlu’nda buluştuk, tam Beyoğlu zamanları. Kağıt oyunlarının her türlüsünü seven Mevlüt, şans oyunlarını da seviyormuş meğer, Piyangodan mı Spor Totodan mı neyse, o yıllar için çok büyük bir tutar olan 160 bin tl kazanmış! O zamanlar gazete 25 kuruştu diyeyim, siz hesaplayın!

Dersaadet diye bir bar açıyormuş, açtı da, Ayhan Işık Sokakta, tam karşıda, uzun yıllar çok gidilip gelinen bir bar oldu Dersaadet. Dedim ya Beyoğlu’nun Beyoğlu olduğu yıllardı, AKP öncesiydi elbette. Ben de haftada ortalama iki kez giderdim, hemen her zaman şairler, yazarlar, başka arkadaşlar olurdu, eşim İdil’le de çok giderdik, Mevlüt’ü o da çok sevmişti, bu arada Mevlüt evlenmiş, iki çocuk babası olmuş, işi gücü yolunda bir adamdı. Ankara’dan eski siyasi arkadaşlarımızın da uğrak mekanı olmuştu bar, çoğunu yıllar sonra yeniden Dersaadet’te görecektim. Onlarla bir masaya oturunca Dersaadet ODTÜ kantini gibi olurdu!

Ahmet Kaya ve Eşber Abi (Yağmurdereli) ile çok rakı içtik orada, Ahmet Hakan da gelirdi, Nihat Genç de Metin Üstündağ da! Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Kemalist, ulusalcı, İslamcı herkesin geldiği ilginç bir yerdi. Aşık Mahzuni Şerif’in Hacıbektaş’ta, 2 Temmuz 1993 Madımak Katliamında katledilenlerin Ankara’daki büyük cenaze törenine orada buluşup gidilmişti örneğin.

Alaaddin Us ve Ayşegül haftasonları müzik yaparlardı, benim de kafayı bulup türkü söylediğim çok olmuştur orada. Sonra Halibo geldi, sevgili arkadaşım Halil İbrahim Özcan şartlı tahliye olmuştu, Mevlüt’ün kuzeniydi. Küçük bir ortaklığı da vardı. Bir ara Mevlüt’ü göremez oldum, kağıt oyunlarında işi büyütmüş ve ne yazık ki kumara dönmüş, çok da borçlanınca mafya devreye girmişti! Bir akşam başka bir yerde buluştuk, içtik, dertleştik, bir-iki gün bizde kaldı. Hem gamlıydı hem gamsız, evine gidemiyordu, ama içkiyi ve kumarı da bırakmıyor, bir yandan da o yıllarda Metin Üstündağ’ın çıkardığı Öküz ve Hayvan dergilerine, gazetelere bulmacalar hazırlıyor, Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’i takma isimlerle ti’ye alan mizah kitapları yazıyordu!

Sonunda Dersaadet’i aldılar Mevlüt’ün elinden, o da İstanbul’u terk etmek zorunda kaldı, birkaç kez telefonlaştık, bir gece Beyoğlu’nda, küçük İskender’in benim de katıldığım şiir gecelerinden birinde karşılaştık, şiir yazıyorum yeniden dedi, çok sevindim. Aradan çok geçmedi, Kayseri’de hastaneden aradı, beyinden tümör ameliyatı olmuştu, o hep gülen sesinde harflerin arasına sanki kağıt koymuşlardı, öyle solgun, beyaz, zayıf bir sesle konuştu, yurtdışına gidiyordum…Dönüşte görüşemedik!

50 yaşındaydı gittiğinde. Deli bir oğlan. Eskişehir’e de gelmişti evimize, babamla çok iyi anlaşmışlardı, iki dinsiz! Mevlüt’le ilgili Birgün’de de yazmıştım, yeğenleri aradı, elyazısı şiirlerini yolladılar bir-iki konuştuk, sonra kaldı öyle.

Bir Zamanlar Dersaadet vardı, orada Mevlüt Gülveren vardı, müdavimlerden Ahmet Kaya’nın söylediği “Mahur Beste”deki gibi, “şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız. Sonra ampul geldi, ortalık karardı!

Yukarı