Kamyon / Doğu Kaşka

Kamyon. Başımda karıncalanan bir ağrı. “Acaba ölecek miyim?” diyerek korkuyla bir duvarın dibine atarken kendimi, biri gelip de bana “nasılsın?” diye sorsun isterken, kimsenin yüzüme dahi bakmayışıyla kahroluyorum. Kamyonun arkasındaki yolculuk, rüzgâr efil efil eserken saçlarının savruluşuyla bir ritme dönüyor. Çocuk zihnimizde yer eden şarkıları söyleyip etrafa anlamsız gelen ama bizim için anlam yüklü kamyon kasasında kendi ruhumuzu taşıtıyoruz. Birkaç arkadaşız. Üstü açık arabayla gezenlerden daha fiyakalı hissediyoruz kendimizi. “Bak bak tutunmuyorum,” diye cesaretimizi göstermeye çalışırken birbirimize, ilk düşene dakikalarca kahkahalarla gülüyoruz. Kamyon kasası, birkaç çocuğu taşımıyor sadece. Kamyon o an dünyanın merkezinde son sürat bir gezintiye çıkarıyor sanki bizi. Birkaç dakika önce kamyondan tuğla indirmiştik komşumuza yardım için. Şoför de mahallenin çıkışına kadar kamyonun arkasına binmemize izin veriyor ödül olarak. Ellerimiz tuğlanın turuncu kırmızı karışık rengine boyanmışken, soyulan parmaklarımızı umursamıyoruz bile. Mahalleden geçen kamyonların arkasına takılmanın tehlikesini yarım dakikalık zevkimiz için göz ardı eden bize, bulunmaz bir fırsat olarak geliyor bu kısa yolculuk. Şarkı söylüyoruz bağıra bağıra, rüzgâr bastırıyor sesimizi. Biz rüzgâr sesimizi alıp insanlara götürüyor sanıyoruz. Yolun kenarında sinsice pusu kurup, mahalleden geçecek kamyonlara tam zamanında tutunamayan çocuklar geride kalırken, biz kamyonun arkasında onlara el sallardık. Binemeyen, arkada kalan dalga konusunu olur, binip gidenlerse heyecanla anlatırdı bu yolculuğu. “Uzaktan kur düşleri ve başla binmeye/Gemiler gibi gelen günlere,”[1] derdik bir nevi çünkü çocukluğun sadece bir kere olduğunun farkındaydık. Şoför aracın arkasına takıldığımızı fark edince aniden durur ve kamyondan inip bize yönelirken, çoktan kaçmış olurduk. Yine de her seferinde bunu yapardık. Bazen de kamyonu durdurmaz, bizi böyle cezalandırırdı. O anlarda kamyondan hiç atlayamayacak ve bir daha eve dönemeyecek gibi hissedip korkardık. Araç hareket halindeyken inmek zordur. Önce düşmeden yere basmaya özen gösterirsin sonra araca tutunmuşken koşarsın. Araca tutunmayı ne zaman bırakacağını iyi hesaplaman lazım, yoksa o hızla kendini yerde bulursun. Yine böyle bir gün, şoför bizi cezalandırmak için durmadı ve bu sefer her zamankinden daha hızlı sürdü. Tüm arkadaşlarım atlamıştı ama ben korkmuş ve atlayamamıştım. Mahalleden hızlıca uzaklaşıyorduk. Şoför dikiz aynasından arada bana bakıyordu ama durmuyordu. Artık atlamam gerekiyordu ve bunu nasıl yapacağımı o an unutmuş gibiydim. Korku tüm benliğimi ele geçirmişti sanki. Ani bir kararla bir anda kendimi yere bıraktım, o hızla yere çakıldım. Başım yarılmış gibi hissediyordum. Kollarım, dizlerim hep kan içindeydi. Yolun biraz ötesinde birkaç kişi oturmuş sohbet ediyordu. Birkaç kişi yanımdan geçip gitti. “Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar/Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya,”[2] sanki. Yerden zar zor kalktım elimi başıma koydum, hiç bu kadar şişmemişti. Daha önceleri de başımı bir yerlere vurmuştum ama bu şişkinlik başkaydı. O an başım şişip şişip patlayacak sanmıştım. Ötede duranların gelip beni kurtarmasını diliyordum ama kimse oralı olmadı. Yolun kenarından birkaç adım atıp, bir evin kenarında durdum ve duvara yaslanıp yere oturdum. Ağrım o kadar fazlaydı ki öleceğim sanıyordum. Korkudan ağlıyordum. Daha 8 yaşındaydım. Kimse yardım etmedi. Bir süre öyle kaldım. Kamyoncunun neden böyle yaptığını anlayamıyordum. “Beni neden öldürmek istedi?” diye kendime soruyordum. Bir daha kamyonların arkasına takılmadım ama bizi kamyonun kasasına aldıklarında da bundan geri durmadım. Kamyon yük taşımaz sadece. Bazı çocuklara sevinç taşır. Bazı kamyonlar acı ve korku. Çocukluğumuzun en tehlikeli heyecanı.


[1] Cahit Zarifoğlu – Korku ve Yakarış

[2] Gülten Akın – İlkyaz Şiiri

Yukarı