“Hayır”, Bütün Gücümüzle, Şiddete / Nevin Ulusoy

Savaş. Aklın almadığı kavram, yirmi yaşındaki gençlere yaşlı yüzler veren. Bize “kahkaha, acı, gözyaşı ve çığlıklar”dan bir dünya veren kaçamadığımız korkunç şey. Kahkaha, tek başına, akıl dışı kan dökmenin sonucu. “Hissetmiyor musun gülüşlerin, hüzünlerin ve gözyaşlarının, haykırışların ocağına düştüğümüzü.” Öldürmek, neden ve kimin için? Mezar kazmak, ufak tefek  bir adamla mezarları ölçmek, yeri patlatarak mezar hazırlamak, başka bir yolu yok çünkü, beyaz ölüm nereye gitseler kol geziyor. Kabuslar, yürüyen bir kabusa dönüşmek. “Gecenin sessizliğinde haykır, sevginin sessizliğinde haykır, suskun yalnızlıkta haykır.”

Alman yıkım edebiyatının kurucusu Wolfgang Borchert unutulmaz, kalpte inanılmaz yer eden öyküleri, şiirleri ve bir oyunuyla yaşıyor bizlerle. 1921’de Hamburg’da doğan sanatçı 1947 yılında, çok genç yaşta Basel’de hayatını kaybetti. İkinci Dünya Savaşı’nda Rusya’da savaştı. Mektuplarında nasyonal sosyalizmi eleştirdiği için tutuklandı, oysa ciddi şekilde hastaydı. Gençliğinden dolayı affedildi, ancak 1944 yılında tekrar tutuklandı, hastalığına rağmen dokuz ay bir hücrede tutuldu. Savaştan sonra ölümüne kadarki iki yıl içinde bütün enfes eserlerini yazdı. “Ama Fareler Uyurlar Geceleyin” adı altında toplanan öyküleri ve “hiçbir tiyatronun oynamak istemediği, hiçbir seyircinin görmek istemediği bir oyun” diyerek yazdığı “Kapıların Dışında” adlı tiyatro oyunu ve “Fener, Gece ve Yıldızlar” adlı şiir kitabı işte bu sonsuzluktaki eserler. Hayata gözlerini kapadığında yalnızca yirmi altı yaşındaydı.

Borchert’in sesi coşku ve gülüşlerle dolu olması gereken yaşlarında savaşmak zorunda kalan bir neslin çığlığıdır, hayatta kalabilmek için savaşmak. Hayatta kalmak bile mutlu bir son değildir çünkü bir dilim ekmeğe muhtaç durumdadırlar. Rüyalarında geride bıraktıkları evleri, aileleriyle birlikte bir akşam geçirme fikri, yalnızca bir arada olmak, yemek yemek ve sıcak bir şey içmek cennette olmakla eşdeğerdir. Yuvalarında onları bekleyen yıkıntılardır, her yerde yıkıntılar, ama özellikle de kalplerde. Bu kalbin acısı sanatın hiçbir çeşidiyle avunmamaktadır, savaş öncesi şiir, o şairlerin yazdığı anlatılamaz keder öylesine yersizdir ki. Küçük, basit bir çiçek düşüncesi, onu yeniden görebilme düşü, ona dokunmak, onu ellerinin arasında hissetmek, onu koklamak ve karanlık, soğuk hücrende onunla olmak, evet, hayata böylece tutunmaya çalışmak, başka yolu yok çünkü, o çiçeği hücrene götürebilmek için tehlikeye atılmak, işte bunda sınırsız bir mutluluk var.

“Gülüyoruz. Oysa ölümümüz başından beri tasarlanmış… Bu akşam. Yarın değil öbür gün. Dokuz bin yıl sonra. Her zaman.”

Yokoluşun nefesini hissetmek her dakika. Öldürmek, öldürmek, öldürmek, genç adam yığınları, artık genç değiller, yakışıklı değiller, genç adam yığınları, ölü ya da diri, kırık dökük, tamamen yıkık, hayatta olsalar bile. “Çünkü başka her şey savaş karşısında bir gevezeliktir sadece, çünkü hiçbir sözcük, hiçbir şiir ve hiçbir vezin yoktur onun için ve ona dayanacak, onun zincifre kırmızı kükreyişinden dağılıp dökülmeyecek hiçbir şiir ve hiçbir oyun ve hiçbir psikolojik roman yoktur.”

Bu öyküler aklımıza Birinci Dünya Savaşı’na katılmış, savaşın ve savaş sonrasının dehşetini unutulmaz şiirleriyle gözler önüne seren İngiliz şair Wilfred Owen’ı getirir. Nasıl bir şeref, ne gibi bir yurtseverliktir bu sonsuz cehennem, hayatta kalsan bile, sakat, bir koltukta birilerinin gelmesini öylece bekleyerek, öylesine aciz ve daha öylesine genç “Sakat”, “The Disabled” şiirindeki gibi. “Tatlı ve Şereflidir” diyor şair, “Dulce Et Decorum Est”:

“İki büklüm, çuval giymiş yaşlı dilenciler gibi,

Çarpık bacaklı, acuzeler gibi öksürerek, küfürlerle geçtik içinden çamurun

Başımıza musallat olan roketlere sırtımızı çevirene kadar

Ve uzaktaki çadırlarımıza doğru yürümeye başladık yorgun.

Adamlar yürürken uyukluyordu. Birçoğu botlarını kaybetmiş

Ama topallamaya devam ettiler, kan-nallı. Hepsi sakatlandı, hepsi kör;

Yorgunluktan sarhoş; arkalarında patlayan yorgun, kendilerinden üstün çıkmış

mermi kovanlarının uğultularına bile sağır.”

Godard’ın savaşın saçmalığını ironik bir sunumla anlattığı “Jandarmalar” filminde de şu cümleye rastlarız: “Zafer yoktur. Sadece bayraklar ve ölen insanlar vardır.” Erich Maria Remarque’ın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanı da nasıl bir nesilden geri dönülmez bir yıkıntı kaldığını yalın ve vurucu bir dille yansıtır. Unutulmaz bir sinema versiyonu da olan kitap, savaşın içinde bulabildikleri yaşam kırıntılarına insanların nasıl sarılmaya çalıştığını, tek tek birbirlerinin avuçlarından sebebini hiç anlayamadan kayıp gidişlerini adeta sonsuzluğa anlatır ve uygarlık nedir o zaman? “Binlerce senenin medeniyeti, bu kan sellerinin akmasına bile mani olamadıktan, bu yüz binlerce işkence zindanını kapatamadıktan sonra, bütün o yazılanlar, hepsi boş, hepsi yalan olsa gerek.”

Borchert’in son çalışması insanlığa bir çağrıdır, savaşa yol açabilecek her şeye “hayır!” demeleri için insanlara bir yalvarış ve bir uyarı:

“…o zaman hayatta kalmış son insan parçalanıp dağılmış bağırsaklar ve hapı yutmuş akciğerlerle yakıp kavuran, zehir kusan bir güneş altında, bir cevaptan yoksun, serseri serseri dolaşacak, başı sonu görülmeyen toplu mezarlar ve devcileyin ıssız beton yığınları arasında son insan, cılız, aklını kaçırmış, lanetler savurarak, sızlanıp yakınarak -ve o korkunç NİÇİN? yakınması bozkırda işitilmeden kalacak, yıkıntılar içinden esip gidecek, kiliselerin molozları arasında kaybolacak, o yüksek sığınaklara çarpacak, göllenmiş kanlar içine düşecek işitilmeksizin, bir cevap bulamadan hayatta kalmış son insan hayvanın bu en son hayvansı çığlığı- bütün bunlar gerçekleşecek, yarın, yarın, belki daha bu gece, belki bu gece, eğer… eğer…

HAYIR demezseniz sizler.”

Borchert’in sözleri derinlerimize işler, yakamıza yapışır ve kalbimizi sıkıştırmaktan bir an geri durmaz, bugün de savaş rüzgarları hissedilirken, insanlık tarihinde hep olduğu gibi. Asla “NEDEN” diye sormayı ve “HAYIR” demeyi bırakmamalıyız. Budur dünya adını verdiğimiz harika gezegendeki tek hayatta kalma şansımız, hepimiz için muhteşem bir hediye olan bu gezegende. Borchert neden sanata ihtiyaç duyduğumuzu hatırlatmak için de burada, sanat, tek yaşama tutunma yolu belki de.

Yukarı