İnsanca Yaşayabilecek Kadar / Yaşar Ercan

“En az, insanca yaşayabilecek kadar insan olmak gerekir.”

18.03.2024

İş Bankası Kültür Yayınları 2021’de Resimli Edebiyat Dizisi başlığı altında yeni bir dizi oluşturmaya başlamış. İnternet sitelerinde gezinirken fark ettim. Kitapları hemen sipariş ettim. Hafta sonu elime ulaştılar. Bugün okuyabildim. Dizinin ilk yapıtları Sait Faik’in Karanfiller ve Domates Suyu adlı hikâyesiyle Stelyanos Hrisopulos Gemisi. Kitaplar koleksiyonerler için olmazsa olmaz türden. Bu dizinin özelliği, çocuk edebiyatından alışkın olduğumuz resimli kitaplarda, yetişkin öykülerine yer vermesi. Uyarlayan ve resimleyen Birol Bayram. Kitapların baskı kalitesi, çizimi ve renkleri güçlü. Öyküyle paralel giden resimler bende kısa film izlenimi oluşturdu. Başarılı buldum. Ancak dizinin devamı henüz gelmemiş. Diziye üç senedir herhangi yeni bir yazar ya da yapıt eklenmemiş.

19.03.2024

NFK’de Trabzon Devlet Tiyatrosu’nun hazırladığı Kitaplar adlı oyunu izledim. Bana göre diyalogların gelişimi, oyuncuların jest ve mimikleriyle bütünleşmiş başarılı bir oyundu. Zaten perdeye kadar oyundan kopmadan izleyenler, oyuncuların haklarını alkışlarla teslim etti. Ancak birtakım izleyici umduğunu bulamamış olacak ki oyun sürerken telefonlarına sarılıp sosyal medyada gezinmeye başladılar. Oyunu balkonda izlediğim için ne yazık ki telefon ışıkları beni rahatsız etti. Çıkışta bazı eleştirel konuşmalara da tanık oldum. Genel kanı komik olmadığı üzerineydi. Açıklamasında bir soygunu konu edinip silahların patladığı, oyuncuların kendi dünyasında birer soyguna eğiliminin sezdirildiği bir oyun neden ve nasıl komik olsun ki? Tiyatro oyunlarının üstüne kara bir gölge gibi çöktü bu algı. Tiyatroda yalnızca komedi olduğu düşünülüyor sanırım. Yılmaz Erdoğan etkisi de denilebilir. Çok mu güzelmiş hareketler?

20.03.2024

Merkeze yakın bir köyde çalışınca derneklerin aranan ismi olduk sanırım. “Hocam köye yardım getireceğiz. Kaç hane var?”

Getirmeyin. Çünkü bu köyde insanlar günlük yaşantılarında kimseye muhtaç olmayacak durumdalar. Merkezde birçok mahalle var, oralara götürseniz çok daha iyi olur.

“Köylü milletin efendisidir,” sözü Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından köylülerin sempatisini ya da oyunu kazanmak üzere söylenmiş bir slogan değildir. Yeni kurulan cumhuriyetin ekonomik kalkınması için eldeki olanaklar içinde en etkili yol tarım ve hayvancılıktır. Köylü bu kalkınma hamlesinin efendisi olacaktır. Dolayısıyla bu sözle tarım toplumu yaratmak; toprağı verimli kullanan, kendi üretimini yapan bir millet oluşturmak istenmiştir. Tarımsal üretim beraberinde hayvancılığı geliştirecek, en azından ülkenin ihtiyaç duyabileceği elzem ihtiyaçlar giderilecektir. Milletin elinde ne sanayi ne de teknoloji vardır. Henüz kırdan kente göç dalgası başlamamıştır. Nereden nereye… Hatırladığım kadarıyla köylülere hep yoksulluk atfedilirdi. Çocukken köye gittiğimizde çamur içindeki evlerde yaşayanlara üzülürdüm. Oysa ben de şehir merkezinde çamurun yoğun olduğu sokaklarda büyüyordum. Yaşam kültürüyle ekonomi kültürünü ayırt edemediğim dönemlerdi; giyim kuşam, görsellik, yaşantı farklılıklarını yoksullukla ölçerdim. Belki bu nedenle köylülerin hep muhtaç olduğunu, yoksullukla, yaşamsal zorluklarla boğuştuklarını düşünürdüm. Bunda şehirlilerin seçkinci rollenmeleri büyük pay sahibidir.

Cumhuriyet 100 yaşını doldurdu. Yüz yıllık süreçte köylüler akın akın şehirlere yerleşti. Topraklar köyde kalan diğer köylülerin eline geçti. Tarım alanları imara açıldı. Tarım ve hayvancılık etkinlikleri zayıfladı. Topraktan alınan verim düştü. Nüfus arttı. Dış göçler arttı. Bir sürü daha neden-sonuç ilişkili toplumsal mesele hayatımıza girdi. Tabii bunlar hep şehirli sorunuymuş. Bunu 12 yıldır çalıştığım Peynirdere köyündeki gözlemlerimin ardından rahatlıkla ifade edebilirim. Çocukluğum da bu köyde geçti. Çeşitli köylerde çalışan arkadaşları ziyaret ederken başka köylülerle dostluk da kurdum. Köylülük artık küçük de olsa güç sahibi olmakla eş değer. Günümüz şartlarına bakınca yoksul olmak ülkemizin büyük çoğunluğunun dünyaya gelir gelmez yüzleştiği bir gerçek. Fakat yoksulluk bile artık kademe kademe. Yoksullar arasında en keskin örnek köylü-şehirli örneğidir benim için. Köylünün yoksulu şehirlinin yoksulu gibi olmaz. Çünkü köyde kimse kiracı değildir; küçük, köhne, çarpık da olsa evler köylünündür. Tarlasını, tarlası yoksa bahçesini, o da yoksa komşusunun toprağını sürerek, ağaçlarını budayarak, hayvanlarını otlatarak, çeşitli bedensel güç gerektiren işlerde çalışarak gelir elde edebilirler (ki bunlara sahip olmayan zaten şehre göç ediyor). İmece usulü vardır hem. Kimse aç konmaz. Köylü kendi muhtacına bakar. İş verir, aş verir, cenazesine omuz verir. Maddi ve manevi her anlamda köylü kendi kendine yeter. Yoksulluk kronik bir şehirli sorunudur. Fakat nedense şehirliler köylülere acıyarak bakar, hâllerine şükrederek yardım etme ukalalığını göstermekten geri kalmazlar. Dini ve millî günlerde, bayramlarda şehirli üç beş dernek temsilcisi ellerine aldıkları hediyeleri, gıda kolilerini ille de köylüye ulaştırma derdine düşerler. Oysa şehir merkezlerinde kira başta olmak üzere barınma, giyinme, günlük beslenmesini karşılama gibi çeşitli sorunlarla boğuşan mülksüz şehirliler yoksulluğun en sert hâlini yaşıyorlar. Şehirde yaşıyorlar diye yaşamlarını idame ettirecek güçlerinin olduğu düşünülüyor. Toprağı, evi, rahat yaşamasını sağlayacak düzenli geliri olmayan şehirli yoksuldur. Maaşı geçimine yetmeyen şehirli yoksuldur. Çocuklarına rahatlıkla bakamayan, kirasını ödemekte güçlük çeken şehirli yoksuldur. Yoksulluk şehirlilerin büyük bir kısmının yakasına bela gibi yapışıp kaldı. Günümüz Türkiye’sinde de bırakacak gibi değil.

21.03.2024

Pelin Buzluk’un son kitabı Yer Değiştiren Sular’ı okuyorum. Pelin’le yüz yüze tanışamamış olsak da henüz, onu ilkin 2010 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Öykü Ödülü’ne değer görülen Deli Bal adlı kitabıyla tanıdım. Ardından Kanatları Ölü Açıklığında ve En Eski Yüz kitaplarıyla öykücülüğünü dikkate değer bulup yazdığı her şeyi okumaya başladım. Protest tavrı, bireyin boğuştuğu -aslında toplumsal olan- sorunları işlemesi, iyi bir dil işçisi olması bende kitaplarını değerli kıldı.

6 Şubat depremlerinin ardından Kahramanmaraş’tan Ankara’ya gitmek zorunda kaldığımız dönemde 6 aylık süre için ev tutmamız gerekti. O dönem Pelin durumdan haberdar olup yardım etmek istedi. Kendi evlerini açmayı teklif etti. Henüz tanışmıyorduk bile. Yalnızca depremden geldiğimizi biliyordu. O süreçte tanımadığım onlarca insan yardımcı olmak istese de birçoğu saman alevi gibi sönüp gitmişken Pelin bize ev bulmayı kendine dert edinmiş, düzenli aralıklarla durumumuzu kontrol etmek için arıyordu. O dönem iyi bir edebiyatçı olmasının yanında iyi bir insan olduğunu da anladım. Ancak yüz yüze görüşmek hiç kısmet olmadı; kitaplarında buluşuyoruz.

22.03.2024

Köylüleri niçin öldürmeliyiz?

 Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır / Değişen bir dünyaya karşı / Kerpiç duvarlar gibi katı / Çakır dikenleri gibi susuz / Kayıtsızca direnerek yaşarlar. / Aptal, kaba ve kurnazdırlar. / İnanarak ve kolayca yalan söylerler. / Paraları olsa da / Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır. / Her şeyi hafife alır ve herkese söverler. / Yağmuru, rüzgârı ve güneşi /

Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden / Düşünemezler… /

Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek / Topraklarını büyütmeye çalışırlar.

Şükrü Erbaş’ın bu şiirini bilmeyen yoktur. Arada açar okur, dinlerim. İçimizdeki kültürel köylülüğe seslendiğini düşünürüm. Dizelerin bazı kısımlarının gerçekliğine bizzat tanık olmuşluğum da vardır. Belki biraz da bu nedenle şiir daha anlamlı gelir bana.

Bugün gazetelerin arka sayfalarında şöyle bir haber okudum: “Bodrum’da bir şahıs tarlasında bulunan yaşları 500 ila 1000 arasında değişen 30 zeytin ağacını kesti. Köylüye 34 bin lira para cezası kesildi.” Bu haber beni derinden üzdü. Atalarının toprağa bıraktığı bir zeytin fidesinin yüzlerce yıllık yaşamını daha fazla verim almak için kesen bir mirasyediyi ancak Yakup Kadri’nin sözleriyle tanımlayabiliriz: “Bütün inadı ve bütün kuvveti cehlinden geliyor.” Ne yazık ki iyi ile kötü, güzel ile çirkin ve doğru ile yanlışın ayırt edilebilmesi için cehalete açılan savaşın eğitimle, bilgiyle, sabırla kora kor sürdürülmesi gerekiyor. Aksi hâlde kısacık ömründe dünyaya herhangi bir iyilik tohumu bırakmadan yaşayan insanların sayısı artacak, bu kez insanlık gerçekten ölecek.

23.03.2024

Mart ayının şubattan daha soğuk geçtiğini hiç anımsamıyorum. Bu sene havaların hangi mevsime ait olduğu kestirilemiyor. Bir bakıyorsunuz kışın ortasında yazdan kalma sımsıcak bir hava ya da mart ayının sonuna gelmemize rağmen çift kat giyinmek zorunda kaldığımız zemheri günleri. Nasıl deniyordu? Hah, mevsim normalleri. Mevsimlerin normali kalmadı sanırım. Dört mevsim eriyerek iki mevsime düşüyor ve biz buna tanık oluyoruz. Yaparak yaşayarak öğrenme kuramlarının kalıcı izli davranış değişikliği savlarını böylece onaylıyoruz. Evet, küresel ısınma olursa iklimler değişir, doğal denge bozulur, mevsimler kayar. Doğadaki tüm canlıların yaşamları etkilenir. Yaşam alanları daralır, sağlık sorunları artar. Ne büyük trajedi! Henüz görüp hissedebiliyorken uzun uzun Düldül Dağı’nı izliyorum. Tepesinden kış boyu atamadığı aklıkla bulutların hemen altından heybetini sergiliyor. Hemen önünde Uludaz var, uğurböcekleriyle ünlü dağ. Mevsimler değişince uğurböcekleri de seyreldi, hatta farklı zamanlarda dağınık hâlde görülmeye başladılar. Soyları tükendikten sonra değer bilmenin bir anlamı yok. Elimizde olanak varken sahip çıkmalıyız bazı şeylere. Mevsimi geldiğinde Uludaz’a tırmanmalıyız. Uğurböceklerinin yeşilliklerin arasından yükselişini görmeliyiz. Deneyim denen dipsiz haz kuyusuna bir taş daha atmalıyız; hâlâ nefes alıyorken.

24.03.2024

Kapımızda iki tane hamile kedi var. Her sabah evden çıkarken içeri girmeyi deniyorlar. Aç olduklarını anlayıp kaba biraz mama koyuyorum. Elimde mama kabı, üç kat indikten sonra bahçeye çıkıyoruz. Mama kabını yere bıraktığım anda miyavlayarak yemeye başlıyorlar. Hâllerine bakılırsa uzun bir açlık çektiklerini anlamak işten değil. Dış kapıyı açtığımda birkaç kedinin daha beklediğini görüyorum. Onlar da muhtemelen aynı menüyü talep ediyorlar. Haklılar da. Depremden sonra mahalledeki kedi popülasyonu yoklukları fark edilircesine düştü. Kimi yıkıntıların altında kaldı, kimi uzun süren açlık ve hastalıkla boğuşmaktan yoruldu, kimi mahalleyi terk etti. Önceleri çokça kediye selam verirdim; tekir, smokin, sarman, bombay ve niceleri sokakların olağan figürleriydi. Bazılarına isim de vermiştim, işin ilginç yanı onlar da isimlerine alışmışlardı. Kırık Kulak, Hurma, Rıza, Şehriye, Behlül, Bombilibuu.

Artık kedilere isim vermiyorum. Ancak mahallede kalanları da çağırmaktan geri kalmıyorum: “Pisi pisi pisi.” Hiç yoktan miyavlayarak karşılık verip yollarına bakıyorlar.

Kediler söz konusu olunca kütüphanemdeki kedi odaklı kitapları elime aldım. Yüzeysel de olsa onlara atfedilen bu kitaplara şöyle bir göz gezdirdim. Mırnâme (Yalvaç Ural), Kediler (Salâh Birsel), Şark Kedisi (Annemarie Schimmel), Kürklü Kişi (May Sarton), Kedinin Kerameti (Fahri Celâl) ve Kedileri Severken Ağlayınız (İsmail Uyaroğlu) tür olarak birbirinden farklı olsalar da okuru bir noktada birleştiriyorlar. Aslına bakarsanız o nokta her gün gözümüzün önünden geçen, şehir hayatına uyum sağlamış, patililerin evcil türlerinin en bilinenidir. Onları kasap önlerinde, çöp konteynerlerinin üstlerinde, ağaç dallarında ya da otobüs duraklarında görmeye alışığız. Belki bu nedenle mahalledeki yoklukları fazlasıyla hissediliyor. Kalanlarla sokakları paylaşıyoruz.

Yukarı