Yaşıyoruz Nihayet / Yaşar Ercan

11.03.2024

Ramazan ayının pazartesi günüyle başlaması benim gibi zamanını haftalık düzenlemeyi sevenler için güzel bir denk geliş. Tabii iklimi, duygusu, kaygısı bambaşka bir ay. İnananların mutlaka çocukluk anılarıyla bezeli bir ay. 90’larda geniş ailede büyüyenler hatırlayacaktır; iftara doğru Kâni Karaca’nın büyülü sesiyle okumaya başladığı ilahilere mutfaktan yükselen yemek kokuları karışırdı. Çocuk bünyemiz açlığa teslim olsa da manevi bir huzur içinde iftar saatini beklerdik. Ev halkıyla hep birlikte yaptığımız, ortak duygusu olan özel bir eylemdi. Güzel günlerdi. Üstüne bir de TGRT’de yayınlanan tarihi ve mistik belgeselleri izledik mi, bizim için Ramazan buydu. Şimdi ne Kâni Karaca ne de o belgeseller var. Zaman da dünyayla birlikte değişiyor. Bunları neden anlatıyorum, çünkü yeni bir dünyada yeni geleneklerle yaşıyoruz. Artık Ramazan, “Akşam yemekte ne var?” sorusu etrafında çeşitli menülerin paylaşılarak sosyal medya kullanıcılarının gözüne sokulduğu, sırf açlığı simgeleyen kültürel bir ay. Reklam şirketlerinin yardımlaşma sloganlarıyla her ne kadar kotarılmaya çalışılsa da Ramazan, nefsi dizginleyip biraz daha ağır akan zamanı olumlu şekilde değerlendirme, iyiye yöneltme, iyi hissettirme, toplumsal bir sükunetin habercisi olma özelliğini görece kaybetti. Yine de içimizde Ramazan’ı layıkıyla yaşamaya çalışanlar var. Ben de bu Ramazan’da zamanı daha verimli kullanma niyetindeyim. Biraz daha sakin yaşamayı, biraz daha düşünceyi öncelemeyi, kaotik ortamlardan az da olsa arınıp kendime vakit ayırmayı, ruhumu ve bedenimi dinlendirmeyi umuyorum. Bu nedenle günlük bir röportaj, makale, öykü ya da deneme yazısı okuyarak güne başlamaya karar verdim. Nitekim ilk okumam parsomenfanzin.com1’da okuyabileceğiniz Salâh Birsel söyleşisi. Bir yazar adayının önemli dersler çıkarabileceği bu incelikli söyleşinin sorularını Hulki Aktunç soruyor. Söyleşi, Sombahar şiir dergisinin Mayıs-Haziran 1995 tarihli 29. sayısında yayımlanmış. Söyleşide genel olarak Birsel’in yazma serüveninden söz edilse de benim ilgimi çeken Birsel’in yazmaya başlama deneyimleri oldu. Salâh Birsel yazın dünyasına bir hikâye yazarak girmiş. Sonrasında tabii edebiyatın çeşitli türlerini denese de kendini en çok denemede bulmuş. Benim ayrıca dikkatimi çeken ve çok değerli bulduğum konu ise Salâh Birsel’in daha ilkokulda dergi çıkarmış olması. Serçe adlı bu dergiyi elle yazarlarmış. Ortaokulda Kıvılcım, lisede Sesimiz isimlerinde dergiler yayımlamış. Bu süreçte kendi elleriyle imha ettiği birkaç roman da yazmış. Yazarlık gelişimini bizzat kendisi eleştirel gözle izlediğinden kullandığı dilin zamanla geliştiğini, değiştiğini de aktarıyor. Kendi kendini yetiştirmek bambaşka meziyet. Eee bir Salâh Birsel kolay yetişmiyor.

1 https://parsomenfanzin.com/2023/12/29/salah-birsel-ile-soylesi-siire-dort-elle-sarilmistim/

12.03.2024

İyi bir şiir okumanın verdiği hazzı güzel okunan şiiri dinlemekten de alıyorum. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Bir Başka Tepeden* isimli şiirini Ahmet Taşcı’nın sesinden dinledim. Güzel bir gün olsun.

* http://sinedebiyat.com/2024/01/13/bir-baska-tepeden-hasan-huseyin-korkmazgil/

13.03.2024

Erzurum Devlet Tiyatrosunun oynadığı İpucu adlı tiyatro oyununu izledim. Sık sık dekorun değiştiği, kostümlerin kendi dönemini yansıttığı, yeterli ölçüde kullanılan ışık ve müzikle oyunun güçlendiği emek yoğun bir oyundu. Oyuncuların koşturmalı ve uzun replikli performansları kutlanmayı hak ediyor. Özellikle Wadsworth karakterini canlandıran Yusuf Can Gür’ü ayrıca kutlamalı.

Seyircinin aldığı keyfi de işin içine katarsak sanatsal etkinliklerin insan ruhuna iyi geldiğini bir kez daha vurgulamalıyız. 80 dakikalık dünyadan uzaklaşma bile yetiyor, üstüne yükler yüklenen mutluluğu ortaya çıkarmaya. Ne diyordu Gazi?

“Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”

14.03.2024

Maslow haklıymış. İnsan açken hiçbir şeye odaklanamıyor. Bırakın yazı yazmayı, yapması gereken şeyleri bile erteleyebiliyor. Ancak açlığın bu evresi insanın otokontrolü kaybetmesine neden olmamalı. İnsan bir irade gösterip oruç tutuyor sonuçta. İradeyi güçlendirmek için sürdürüyor bu ibadeti. Tamamen kendini sağaltmak için. İnsan yine de insan tabii. Yaşamanın da başarmanın da bir karşılığı olmalı.

Ne zaman uzun süreli aç kalsam aklıma Knut Hamsun’un Açlık adlı romanındaki o genç geliyor. Yazar olma arzusuyla bastırılamayan açlık arasında gurur ve kibrine yenilen o şanssız genç.

15.03.2024

Yemek yaparken zamanın hızına yetişemiyorum. Sanki bir şekilde zamandan ve mekândan arınıp yeni bir zamanın içinde yeni bir dünyada soluyorum. İnanılmaz rahatlatıcı hissettirmekle beraber soyduğum sebzeleri tahtada doğrarken çıkan o metalle ahşap arasında kalmışlık sesi, sebzelerin yeni bir boyuta evrilme sesi, leziz kokuların dağılma sesi kafamda doğaçlama bir ritim başlatıyor. Bir süreliğine düşünsel sarhoşluk hâli. İnsanın dünyadan soyutlanması günümüzde pek mümkün olmadığından bu küçük kaçış anlarının değeri herhangi bir materyalist ölçüyle ölçülemiyor. Ne zaman böyle anlar yakalasam Yunus’u anarım. Çünkü o da bu anların farkındaydı. Yüzyıllar öncesinde bir noktada buluştu hislerimiz.

Bazı şiirlerini slogan atar gibi, sözgelimi -yalnız başımayken- boşluğa kafa tutar gibi okurum. Yunus gibi izleğini bulanlardan olmak ümidiyle: “Biz kimseye kin tutmayız / Ağyar dahi dosttur bize / Kanda ıssızlık var ise / Mahalle vü şardır bize / Adımız miskindir bizim / Düşmanımız kindir bizim / Biz kimseye kin tutmayız / Kamu âlem birdir bize

16.03.2024

Güneşli ve gürültülü bir sabaha uyanıp balkondan dışarıyı izledim. İnsanlar günlük işlerindeydi. Bu havada en güzeli şehirden uzaklaşmak olsa da evde uzanıp film izlemeyi tercih ettim. Netflix’te Stefan Zweig’ın Satranç’ından uyarlanan sinema filmi denk geldi. Söz konusu Zweig ve Satranç olunca mutlaka doğrulur, dikkatimi veririm. Film, kitabın orijinal metnine bağlı kalınarak birtakım değişikliklerle kayda alınmış. Baş rolde Oliver Masucci var. Doktor B. karakterini Masucci canlandırmış. Etkili ve odağı dağıtılmadan kurgulanmış. Filmin ardından dışarı attım kendimi. Yıkıntıların üstünde çalışan iş makinelerinin çıkardığı ses ve toz bulutlarının arasından geçtim. Başımı biraz yukarı kaldırıp karşımda yükselen gecekonduların renkli görüntüsü içimde fotoğraf çekme isteği uyandırsa da telefonumun şarjının bitmek üzere olduğunu görüp bu isteği başka zamana erteledim. En azından göz alabildiğine izledim çevreyi. Koşturan Suriyeli çocukları, park etme tartışmasına giren sürücüleri, bir yanı yıkılmış konakları, mutsuz esnafları, hızlı akan trafiği. Fırsat varken daha çok sokağa çıkmalı, daha çok yürümeliyiz.

17.03.2024

“Gerçeklerin bir kıymeti yok ki Ercan abi, genel kanı neyse onu yaşıyoruz zaten.”

(Gibi, 1. Sezon, 6. Bölüm)

Günümüzün savaş gücü algı yönetimidir. Algıyı yöneten her şeyi yönetir. Dolayısıyla hak, hukuk, adalet, eşitlik, objektiflik gibi sözcüklerin kullanım alanları esnedi. Daha doğrusu anlamları kaydı. Anlamsızlıkta yeni anlamlar aranmaya başlandı. Post-gerçeklik deniyor, kılıfı da güzel. Sanatsal duruyor en azından. Herkesin anlayabileceği dilden ve cinsten değil. Gücün bir konuyu manipüle etmeye yetiyorsa, “bu post-gerçeklik” diyerek çatlak sesleri susturabiliyor, dahası kendine çılgın taraftarlar bulabiliyorsun. Özellikle bizim gibi yarım ağızla okuyan ülkelerde kullanımı çok yaygın. Haklı olmak yerine algı yaratma gücü olmalı insanın. Ancak bu şekilde iletişim çağına ayak uydurabilir.

Yukarı