“Yanlış Soru Doğru Cevap”ta Caner Almaz var

“Yanlış Soru Doğru Cevap”ta Caner Almaz var

Utku Yıldırım‘ın yürütücülüğünde Yanlış Soru Doğru Cevap konuşmalarında Caner Almaz’la devam ediyor.

Sizce ikili ilişkilerin dörtlü -veya üstel artan sayıda- ilişkilerden daha zor veya kolay anlatılabilmesinin sebebi nedir?

Öncelikle şu konuda bir fikir birliğine kavuşalım: İlişkilerin anlatılması ve aktarılması kolay bir iş değildir. Biz her daim bir özne olarak kendi hayatımızda başrol oynadığımızdan mütevellit, subjektif olma noktasında acemi ve hatta amatör kalırız. Bu doğaldır. İnsan her daim hayatın acemisidir. İşin içinde olan bireyler olarak, bunu yaşamaktaki acemiliklerimiz anlatma noktasında da ortaya çıkar. Faulkner’a atıfta bulunursak -ki dediği şey şudur: “Anlatmaya değer üç şey vardır yeryüzünde. Aşk, ölüm ve para…”, bizler de doğal olarak kendimize en yakın olanı anlatmayı yeğliyoruz. İkili ilişkiler kadim kutsal metinlerde olduğu kadar, günümüz modern ve postmodern çoğu yapıtın temelinde yatıyor. Bunun anlatılabilmesi yahut hikâyenin çok iyi olmasına rağmen anlatılamamasının temelinde yatan unsurun, seçilen anlatım tarzının, üslubunun olduğunu düşünüyorum.

Şöyle açıklamaya çalışayım ve klasik metinlerden birini, hatta bence en iyisini ele alalım: Anna Karenina’da ne kadar fazla ilişki çeşidi ve karakter vardır, değil mi? Öyle ki, kitabın başından sonuna, “bu kimdi, bu kimin nesiydi, bu da kim, ne belli” gibi edebi boyutları derin sorularla baş başa kalırız. Umudumuzu yitiririz, dağılırız, bazen metinden koparız, yılgınlığa düşeriz. Nihayetinde, kitabı bitirdiğimizde ve onu düşündüğümüzde, tüm bu curcuna ve kaosun içerisinde geride kalan şeyin muazzam bir hikâye olduğunu fark ederiz. Düşününce, anınca, birileri ondan bahsedince mutlu oluruz. Okurken yaşadığımız tüm telaşa ve paniğe rağmen bize kalan, büyüleyici bir deneyim yaşadığımızdır.

Velhasıl, evet ikili ilişkileri yahut daha fazla karakterin hikâyesini anlatmak kendimiz bizzat hayatın öznesi olduğumuz için zordur. Ancak bunu nasıl anlatacağınızı bilirseniz ve dirayetli kalabilirseniz, yapması ve yazması çok keyifli olan muazzam bir eyleme dönüşeceği de aşikardır.

Huzursuzluğun Kitabı’nı okumadığınız günlerde aklınıza kitabı okumadığınız gelince huzursuz oluyorsanız kitabı okumuş kadar olur musunuz? Olmazsanız kitabı okumak için huzursuz olmadığınız bir ânı bekler misiniz?

Bazen sizlere de oluyor mu, bilmiyorum. Bahsedilen kitaba dair deneyimlerinizi hatırlamakta zorluk çekmek. Buna dair birkaç şey yaşadım. Birini anlatmak istiyorum.

2018 yılında okuduğum bir romanı (Beklenmedik Anlar, Dermot Healy) okuduğumu unutmuşum. İki sene sonra kitabı yeniden okurken, okuduğum metnin bende rüya etkisi uyandırdığını anımsıyorum. Okuyorum ama sanki daha önce izlediğim bir filmi yeniden izliyor gibi, daha önce severek dinlediğimi bildiğim bir şarkıyı hangi duyguyu yaşatacağını bilmeden dinliyor gibi. Kitabı okudukça fark ediyorum ki, ben bu kitabı biliyorum. Okudum. Ama bırakmadım. Bırakamadım. Çünkü o duyguyu seviyordum. Bana zaman kaybı gibi gelmedi bu ikinci okuyuşum.

Bunun üzerine düşünüyorum. Sevdiğimiz kitapları, izlediğimiz filmleri, bize dokunan şarkıları neden yeniden okur, izler, dinleriz? Hayatımız boyunca okuyacağımız, izleyeceğimiz ve dinleyeceğimiz sınırlı sayıda eser olacağını hepimiz biliyoruz. Ve fakat, neden bizi duygularına tutsak bırakmış eserlerden vazgeçemiyoruz?

Yeni yeni şöyle cevap veriyorum kendime, bu cevabın daimî olması noktasında çekincelerim var, lakin şimdilik bu cevabı seviyorum: Yeni olanın, tanımadığımız şeylerin getirdiği ve çoğunlukla bizi tedirgin eden kaygıdan huzursuz oluyorum. Ve bu huzursuzluk, beni tanıdık olana, aşina olduğum şeylere, daha önce okuduğum, izlediğim ve dinlediğim nesnelere yöneltiyor. Ne garip yaratıklarız gerçekten. Ne olacak kaygısını yeni baştan yaşamak istemiyorum bazen. Neşesi tanıdık, sevinci tanıdık, hüznü tanıdık işleri yeni baştan deneyimlemek çoğunlukla bize daha öne deneyimlediğimiz duyguları yeniden yaşatıyor. Bir sürpriz yok. Keşfetme arzusunu dindirmek de diyebilir buna. Yeterince iyi, çok daha iyiden önde benim için. Bu yüzden sevdiğimiz şeyleri etrafımızda ve zihnimizde tutuyoruz. Yeni bir şeye dahil olmak, bu kaygıları baştan yaşanmak zorundalığı getiriyor galiba.

Etik dışı bir eleştiriye maruz kaldığınızda etik içiliği öğretmeyi misyon beller misiniz? Ya da şöyle: Eleştirildiğinizde içi dışı bir bir etik özlemine kapılır mısınız? Bir bir?

Benim kendimi yetiştirmem kolay olmadı. Binlerce sayfa okudum, yüzlerce sayfa yazdım. Konuştum, izledim, dinledim. İnsanlar tanıdım. Bugün olduğum kişiden memnunum, bu güzel bir şey. Ama yarın olacağım insanı da bugünden hazırlamam gerekiyor. Bunun için düşünüyorum. Bunun için çalışıyorum. Bu hayatta bir amacımız varsa, bu amacın kendimizi anlamak, ne yapmak istediğimizi bilmek, bunun için kendimize ve emeğimize saygı duymak olduğunu düşünüyorum. Fakat biliyorum ki, hayatta bir amacımız varsa, bunun da zaman içerisinde değişebileceğini biliyorum. Belki ileride bu fikirler yüzünden kendimi kınarım. Beni bu sorgulamaya, yarın farklı düşünebileceğim noktasına getiren şeyse akışkan ve değişken olduğumuz. Kanımız akıyor, vücudumuzu yaşlandırıyor. Ellerimiz, yüzlerimiz, saçlarımız yaşlanıyor. Değişiyoruz. Dönüşüyoruz. Bundan şimdilik kaçışımız yok. Düşüncelerimiz de akışkan ve değişken. Sabit kalmak, insanın kendine yapacağı kötülüklerin başında geliyor sanki. Biricik hayatımız var, onu iyi yaşayabilmek için dönüşmemiz gerekiyor.

Etik dışı bir eleştiriye maruz kalırsam, o eleştirinin zeminine inerek cevap vermem gerektiğini düşünüyorum. Başkalarının ne kadar kendini yetiştirdiğini bilemem, bu mümkün değil, sadece algıladığım kadarıyla var olabilirler bende, dolayısıyla düşüncelerinin evrimini ya da evrimsizliğini şekillendirmek benim haddime değil. Onun anlayabildiği o kadarmış, kendini buraya kadar getirebilmiş. Ne üzücü, derim. Bu bir kibir. Kibirli yaratıklarız. Üstelik üretiyoruz, yazıyoruz da. Kibirli olmaktan doğal bir şey yok. Eleştiriye tahammül etmeyi öğrendim mesela, herkes için mutlak iyi bir şey yazmak hayali taşımıyorum. Böyle bir şey olmayacağını bildiğim için içim rahat. Onun seveceği bir şey değilse ne yapayım, kendimi mi suçlayayım. Kaldı ki, bu benim kendimi yetiştirme noktasındaki çabama katkı da sağlar. Kendimden mesulüm. Herkes kendinden mesul. Dinle paranın, iyi metinle kötü metnin kimde saklı olduğunu bilemeyiz.

Bu arada çok ulvi ve kendisiyle barışık bir insan izlenimi bırakmak istemiyorum. Oldukça kusurlu ve bu kusurla iletişim halinde biriyim. Herkesin kendi kusurunu görmesini diliyorum sadece. Kendini yetiştirmekten kastım bu biraz da.

Ne Okuyorum? (Bir soruda iki soru.)

Ah. Ne okuyorum. Bu “ah”ı anlamayanlar ve bilmeyenler için kısaca değineyim: Ne okuyorum, benim dostlarımla beraber 2016 yılında kurduğum bir edebiyat kültür portalı. Kitap eklerinden, güdümlü tanıtım yazılarından sıkıldığımız bir dönemde ve okur olarak iyi metinlerin anlatıldığı bağımsız bir oluşum olmalı düşüncesinden doğdu. O günden bugüne ayakta. Binlerce yazı yazıldı, yüzlerce insan kalem oynattı. Orada yazmaya başlayıp kendini geliştiren ve farklı platformlarda kendini gösteren birçok arkadaşımız var. Bu beni mutlu ediyor. Orayla ilgilenmeyi, içerik hazırlamayı, okuduğum kitapları orada anlatmayı seviyorum. Çok küçük bir ekiple idare ediyoruz. Sevgili Öyküm’ü burada anmam gerekiyor. Çok hevesli, çok iyi niyetli ve çalışkan. Siteyi ilk açtığımız zaman taşıdığım ve zamanla kaybolan hevesimi yeniden hatırlattı bana. Sitenin eli ayağı. Beni dürten, sürekli yeni fikirlerle var olan, iyi ki var olan biri Öyküm.

Ne okuyorum’un bana kazandırdığı çok fazla insan ve daha önemlisi çok fazla kitap var. Bana 2016 yılında Utku’nun yolladığı listeyi hala okuyorum. O listeyi buraya koyayım, güzel bir nostalji olsun 😊 (birebir Utku’nun yolladığı haliyle)

Thomas Bernhard – Odun Kesmek

Manuel Puig – Bu Sayfaları Okuyana Sonsuz Lanet

Leo Malet – Kara Üçleme

Giovanni Papini – Düşsel Konçerto I-II ve Gog

Rebecca Solnit – Kaybolma Kılavuzu

Luigi Pirandello’dan ne varsa ama en kafa kırıcısı: Biri Hiçbiri Binlercesi

David Foster Wallace – İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler

Cem Akaş’tan ne varsa

Etgar Keret’ten ne varsa

Brautigan – Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek

İnci Aral – Ölü Erkek Kuşlar

Proust – Okumak Üzerine

Dezso Kosztolanyi – Gecekuşu Kornelius

(Utku: Burada haddimi aşarak [ya da haddimce, ne bileyim] araya giriyorum. Bugün bir liste yapma cüreti göstersem şu kitaplardan hiçbirini önermezdim, mevzu acayip yerlere geldi çünkü. Daha az acayip değil bunlar, hepsi kıymetli, mesela İnci Aral’ın romanını aşağı yukarı on yıl önce bir Akçay-İstanbul yolculuğunda bitirdikten sonra hayatım kolaylaşıvermişti ama bir şey oldu zamanla, acayiplik değişti. Her an değişiyor. Değişiveren acayipliği kavrama çabasına öykü diyorum ve burayı dağıtıyorum.)

Siteye dair umudum ve hevesim, ileride, ne zaman olur bilmiyorum, bir gün tüm yazar arkadaşlarımıza telif verebilecek bir gelir sistemi oturtmak. Ne kadar mümkün bilmiyorum. Sektörün bu kısmı, yani eleştiri kısmı bile parsellenmiş bir halde. Biz hayal kurmayı seven insanlarız, hayalimiz güzel ama gerçekleşme ihtimali çok zayıf. Bu çok üzücü maalesef.

Osmanlı Devleti’nde bir fertmişsiniz gibi cevaplayınız: Babanızın kadı olması edebiyatınızı nasıl etkilerdi? (Adını vermemi istemeyen bir arkadaşımın soruya katkısı: “Kadının adı yok.”)

Düşününce fark ediyorum ki, ailemizin, dünyada ilk kez tanıdığımız insanların bizim hayatımızda yadsınamaz bir yeri oluyor. Anneyi, babayı, kardeşleri, dahası çocukluk arkadaşlarını anlatmaktan geri duramıyoruz. Çünkü dünyaya dair deneyimlediğimiz çoğu şeyin şahitleri ve diğer özneleri onlar oluyorlar. Bu sebeple ki onlardan, onların düşüncelerinden, yaşantılarından ve tecrübelerinden etkilenmemiz gibi bir sonuca varamayız. Aileden ve onun türevlerinden kaçamayız. Ve fakat ne kadar erken kaçıp kurtulursak, düşüncemizi o cendereden ne kadar çabuk uzaklaştırırsak bizim hayrımıza olduğunu düşünüyorum. Babam kadı olsaydı her şeyi yazamazdım. Babam işçi emeklisi olduğu için de her şeyi yazamıyorum. Bugünümde dahi yazamadığım şeyler var. Bir gün yazmaya çalıştığım her şeyi aklım ve içim beni durdurmadan yazabilmeyi umuyorum. Konu dışı olarak, Bu arada “kadının adı yok” şakasına ilk başta bayağı güldüm. İtiraf edeyim. Kelime oyunlarıyla kurulan iyi şakalara gülmeden edemiyorum. İyi kelime şakası bence herkesi güldürür. 😊 Mesela Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü? filminin son bölümünde kadı efendinin önünde tüm kocalar bir araya gelince Tekirdağlı karakter kadıya “kadıcık efendi” diyor istem dışı. Kadıbey de lafı güzel yapıştırıyor: “Kadıcık ne ulan! Ben sana adamcık diyor muyum? Adamcık ağızlı!” Bence komik. Bazen bu sahnenin bu şaka için çekildiğini bile düşünürüm: https://youtu.be/iaGnSEPJK10?si=8MF2t7WA60522NDp&t=100

Yukarı