Bir Zamanlar Refik / Haydar Ergülen

                                     -Ankara’dan, Tuzla Piyade Okulu’ndan, Kıbrıs’tan

                                     Kuzguncuk’tan, Paşalimanı’ndan canım arkadaşım

                                     Vehbi Aykota ya da Eşbi Kota’ya-

1.Bu yazının iki girişi var, ilki bu:

Bazı lokantalarda duvardaki ünlülerle göz göze gelmekten yemek yiyemezsiniz, yemeğin tadı tuzu yerindedir de sizin iştahınız kaçar! Vaktiyle bir edebiyat etkinliği için Brüksel’e gitmiştim, 10 sene vardır, malumunuz orada da Emirdağlılar var, Emirdağlılar kim diye soranınız olmaz olmasına da benim anlatasım var.

Eskişehirli biri olarak Emirdağlılar’ı iyi tanırım. Emirdağ Afyon’un ilçesidir. Benim çocukluğum ve gençliğimden, yani 20 yaşıma kadar diyeyim, 1956-1975 arası, hatırladığım, ilçe olarak kendilerini Afyon’a değil Eskişehir’e bağlı saymalarıydı! Bozüyüklü ve Kütahyalılar gibi onlar da Eskişehir’e gelince ‘şehre geldik’’ derlerdi. Alışverişlerini çoğunlukla buradan yaparlardı. Çocukluğumda Emirdağlı kadınları, Türkmenler, o güzelim geleneksel giysileriyle, rengarenk üç etekleri, başlıkları, kuşaklarıyla gördüğüm hatırımdadır. Bir de üçü beşi bir arada dolaştığı için çarşıya şenlik gelirdi, eski renkli günleri memleketin! Daha da renkli olacağına karardı şimdi!

Sonra Emirdağlılar da gurbete çıktı, Brüksel’e toplandı, o zaman da ne Afyon ne de Eskişehir, “Biz Emirdağlı’yız” dediler, yani bir bakıma özerkliklerini ilan ettiler, doğrusu da buydu bence!

IŞİD denilen yaşam düşmanı örgüt o günlerde Müslüman Hıristiyan demeden insanları katlediyordu, bir hafta sonu akşam Paris’te konser salonunu taramışlar, 100’den çok insanın canına kıymışlardı. Brüksel’deki festival de o günlerdeydi, ilk gidiyordum, sokaklarda caddelerde Türkiye’deki, lise öğrencisiyken tanık olduğum 12 Mart 1971 ve üniversite son sınıftayken yaşadığım 12 Eylül 1980 askeri darbesini hatırlatan görüntüler vardı, askerler, özel timler, polisler ve güvenlik görevlilerinin araçlarından, panzerlerden başka bir şey yoktu. 10 günlük festivalde üç gün kalabildim, iptal edildi, çünkü IŞİD yaratıklarının Brüksel’de saklandıkları söyleniyordu ve kent çok tedirgindi.

Son geceydi Emirdağlılar Semtine götürdüler, orada bilinen, ünlü bir kebapçıya. Eskiden Papirüs’e giderdik, filmlerden hatırlarsınız, hani Tarık Akanlı filan ya da Ömer Kavur filmlerinden, duvarları Yeşilçam film afişleri, siyahbeyaz oyuncu fotoğraflarıyla doluydu, onlara bakarak, selam vererek, şerefe deyip kadeh kaldırarak rakı içerdik.

Emirdağ restoranına girdik, tüm duvarlar fotoğraf dolu, oturur oturmaz göz göze geldik muhteremlerle, adında adalet olan partinin her boydan adamlarının boy boy fotoğrafları, nerdeyse kafamı kaldırmadan yemeğimi yedim, belki bir çay da içip kaçtım! Memlekette kaçacak yer yok bunlardan, televizyonlar, gazeteler, otobüsler, devlet daireleri, bir de Brüksel’de yemekte karşımda! İçki de yoktu restoranda, olsa da bunlara şerefinize diyecek halim yoktu benim de!

İyi bir giriş olmadı, hatta kötü bir giriş oldu farkındayım! Böyle birkaç maceramız vardır söz konusu zevatla, başka yazar ve şairlerle birlikte, anlatırım anlatmasına da, bi gitmiyorlar ki ağız tadıyla rahatça arkalarından konuşalım!

2. Bu da yazının ikinci girişi, ilkinden iyi olduğunu düşünüyorum:

Emirdağ restoranında fotoğrafı olanlardan değilim çok şükür, onlar iktidarın nimetlerini dünya nimetlerine çoktan dönüştürmüş durumdalar, Allah vere de onun için yaşadıklarını söyledikleri öbür dünyayı da unutmasalar!

O restoranda fotoğrafım yok ama hâlâ duruyorsa Balıkpazarı’ndaki Cumhuriyet Meyhanesi’nde var! Bir de Diyarbakır’da Murat Özyaşar işletirken gittiğimiz Ben û Sen Meyhanesi’nde! Bize de bu yakışır! İlki Ece Ayhan’ın masasında, bir 18 Mart gecesi, nerden mi hatırlıyorum, Ece o gün Çanakkale’den gelmişti ben de 18 Mart’ı kutlayınca şaşırmıştı, “Çanakkale senden kurtulduğu için bayram yapıyor Ayhan abi!” deyince de “öyle canım”ı bastırarak keh keh pek gülmüştü! Mehmet Güreli, Özay Hanım, Yasemin Akbaş, garson Mustafalar, Üç Mustafa’ydı galiba, Tülay Tuna ve Ece’ye refakat eden yeğeni Ece olmalı fotoğrafta. Çoktur  gitmediğim için yerinde duruyor mu bilmiyorum! Cumhuriyet’in ikinci katında pencerenin yanındaydı. Ben û Sen’deki fotoğrafı da Murat Özyaşar çekmişti sanıyorum, bir söyleşi için gitmiştim, eşim İdil ve o zaman herhalde 9-10 yaşında olan kızımız Nar da vardı. Duvarlarda da Ahmet Kaya, Yılmaz Güney, Cemal Süreya fotoğraflarını hatırlıyorum.

Milliyet’in yandaş olmadığı zamanlarda, demek ki 20 yıl filan önce, küçük bir anketini yanıtlamıştım, en sevdiğim lokanta, Beyoğlu’ndaki esnaf lokantası Şahin’di, sahibi devridaim olsun İsmail Beyi de çok severdim. Sonra bir gün Şahin’in duvarında o küçük anketi gördüm yanında fotoğrafım.

Vee geliyoruz “Bir Zamanlar Refik”e. Bir de onun duvarında, Radikal’deki Açık Mektup başlıklı köşemde yazdığım bir yazı, “Refik ile Vehbi”. (Bu arada, ne diyorsunuz bu yazı, üsttekinden daha iyi değil mi?)

Vehbi Ankara’dan, yaklaşık aynı dönemdeniz, o Hacettepe’den, son yıllarda yitirdiğimiz sevgili Yıldırım Arıcı ve Sedat Sezgen’in yakın arkadaşı, üçü de Bilge Karasu’nun öğrencileri, galiba Oruç Aruoba’nın da, öyle olunca Füsun Akatlı’nın da. Yıldırım sonra Ali Akay, Hüseyin Alptekin’le Paris’te okudu, döndüğünde İstanbul’da hayli dostluk ettik. Vehbi ve Sedat’la da Tuzla Piyade Okulunda karşılaştık yıllar sonra! Arkadaş arkadaşı nerede tanırmış, asker ocağında, bir, mapus damında, iki! İyi ki yeniden tanımışım ikisini de. Yoksa “bitmez bu askerlik”ti! Sedatcığım zaten bir zarafet alfabesiydi, devridaim olsun, Vehbiciğim de Kızılay, Kızılhaç şurada dursun, baştanbaşa bir hamiyetperver, yardımsever, iyiniyet elçisi değil ta kendisidir, ben sabah kalk borusundan sonra postallarımı bağlamaya çalışırken, o üst ranzadaki kendi yatağını kusursuz düzeltmiş, benim yatağı da jilet gibi yapmaya girişmiştir bile!

Aşktan başımızın belada olduğu günler ikimizin de, hem hangi gün değildir ki aşk deyince, talim aralarında bol sigara eşliğinde demlik demlik çay içer, Ankara’dan konuşurduk! Ankara sevgisi biraz Andre Gide kitabı gibi “Sapık Sevgi”dir, oturur İstanbul’da Ankara’dan konuşur, onu özler, hatta ağlarsın da! Valla hepsi de başımdan geçti!

O zamanlar, 1985, Kuzguncuk’ta otururdum, Sedat niye çıkmazdı unutmuşum ama, ben hafta sonları evci çıkardım, tabii Vehbi de olurdu, resmi kıyafetleri atar, soluğu Kadıköy’deki Hatay’da alırdık! Edip Cansever, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Can Yücel, Arif Damar, Tevfik Akdağ, Attila Tokatlı, biz de genç şairler, Nilgün’den Seyhan’a, Alkaya’dan Akif’e, nerdeyse hemen her hafta görüşürdük! Hatay sonra Bostancı’ya taşındı bildiğiniz gibi, sevgili Mehmet Ali Işık da oranın has elemanlarından Osman’a devretmiş işletmeyi şimdi.

Pazar akşamüstü trenle dönerdik Tuzla Piyade Okulu’na. Nedense bundan acıklı bir Amerikan öyküsü çıkar diye düşünürüm. Hangi öykücüdür bilmem ama, o dönüşün öldürücü sıkıntısını en iyi uzun taşraları olan Amerikalılar yazar diye bir his var bende. Hatta zamanla öğleyin gitmeye başlamıştım trenle, o sıkıntıyı daha az duymak için!

O güzelim üç aylık yedek subay öğrencilik bitti! Askerliği filan değil tabii ama orada, Sedat ve Vehbi’yle olmayı özlüyordum, Vehbi Ankara’ya gitti, galiba Sedat da, ben Kıbrıs Lefkoşa’ya, asteğmen olarak. 12 ayın sonuna doğru Vehbi geldi Kıbrıs’a, kapalı Maraş bölgesindeki orduevinde kaldık birkaç gece, sonra da bitti askerlik!

Hikâye uzundur ama keyiflidir, çünkü içinde gençlik vardır, daha da güzeli arkadaşlık vardır, çeliğe su verir gibi dostluğa da su vermek vardır, o zaman nerde ne zaman ne yaptığınızı da tek tek anımsamanız gerekmez, zira hemen hepsi de birbirinden değerli ve bir daha bir daha yaşanasıdır!

Hatay Meyhanesi Bostancı’ya taşındı, nerdeyse onunla özdeşleşen Cemal Süreya sonsuzluğa göçtü, hepimizin yazdığı Hatay Defterleri’nde benim de birkaç cümlem kaldı, Akif Kurtuluş’un iyi şairliğine dair. Biraz önce de yanlışlıkla Hayat Defterleri yazdığımı fark ettim, hem de öyledir!

Vehbi sonra uzun süre Paşalimanı’ndaki evde kaldı, Oğuzhan Akay da hayli kaldı, üçümüzün beraber kaldığı, Ihlara Brandi ve kahve içtiğimiz uzun, yakıcı gecelerimiz vardır, kahır mektubu da sayılır! Üç duldan kahır da çıkar mektup da, eh zaten onlar da pul olmuşlardır çoktan! Acıklı geceler de demeliyim öyleyse!

Vehbi’yle Hatay’dan sonra Asmalımescit’teki Refik meyhanesine gitmeye başladık, sonra benim iki meyhanemden birincisi oldu, ikincisi Yakup. Vehbi Ankara’ya, oradan Antalya’ya gitti, üç dul yeniden tazelendi, üçümüz de evlendik demektir bu! Refik’e en çok İdil’le gittik, tabii şairlerle de, Sina Akyol, Seyhan Erözçelik, Tozan Alkan, Orhan Alkaya, İzzet Yasar, Mustafa Irgat, Vivet Kanetti, Adnan Azar, küçük İskender, Ömer Arakon, Mehmet H. Doğan, başka ülkelerden şairler, ve dahası…

Sofyalı Sokak ıssızdı henüz,  Solanas’ın “Sur” (Güney) filmindeki meydanda bir gece sahnesi vardır, ki aynı zamanda Cahit Irgat’ın “Melodram” şiirini de anımsatır. Ona benzetirim hep. Ne müzik vardı ne bol ışıklı mekanlar, dışarda birkaç masa, solcular, yazarlar, gazeteciler, sivil polisler, herkes birbirini tanırdı.

Vehbi İstanbul’dan gidince sandalyesi boş kaldı. Henüz cep telefonu yoktu ya da bende yoktu, arayamazdım, bazen akşamüstü oturur, Vehbi’yi özlerdim orada, Vehbi’yi özleme masası ve saatleri olurdu, rakıdan daha güzel ve kederli!

Yıllar sonra Gönül’le geldiler, tam da 14 Şubat günü, ikinci unutulmaz 14 Şubat, diğerini bir ara anlatırım, dördümüz Refik’te içmekle kalmadık, sokaklarda tekila shotlar yuvarladık ve inanmazsınız, Galatasaray Lisesi’nin önündeki “I Love You” yazılı sevgililer günü kalbinin içinde ve önünde fotoğraflar dahi çekindik!

Refik’te son oturduğum geceyi de ne yazık ki hiç unutmadım, çok iyi hatırlıyorum, keşke hatırlamaz olsaydım! Eşim İdil’in doğumgününü 2 gün gecikmeli olarak İzmir’den gelen ablası İnci ve Amsterdam’dan gelen ağabeyi Sinan’la birlikte kutlamak için yer ayırtmıştım. Gündüz Kayseri’deydim bir söyleşide, akşam dönerken Akif Kurtuluş aradı, Adnan’ı kaybettik dedi, 10 Ocak 2014. Canımız Adnan Azar 1 hafta önce akciğer ameliyatı olmuştu! Meyhaneye gittim, İdil’i kutladım, sonra oturdum ağladım!

Nâzım Hikmet’in artık hepimizin ezbere bildiği şiirindeki gibi, “onlar ümidin düşmanıdır sevgilim”, “sana düşman, bana düşman”dır, neşeye, sevince, laikliğe, içkiye, özgürlüğe…

Beyoğlu’ndaki meyhanelerin dışarıya masa çıkarmalarını, açık havada içki içilmesini yasakladılar. Zamanla hepimizin ayağı kesildi, sonra birer birer kapanmaya başladı içkili mekanlar. O Baba Refik kaptanlığında meyhanelerin en iyilerinden olan, artık bir meyhane klasiği olan Refik bile kapandı! Daha doğrusu kapanmış! Bunu da bana kim söyledi dersiniz, Antalya’dan Vehbi!

Bir Zamanlar Refik’te içip Ankara’yı özleyen iki serseri mi dersiniz budala mı, her neyse, bir alimin ölümü alemin ölümüdür elbette, ama bazı yerlerin, meyhanelerin ölümünü de yabana atmayınız, o da gençliğin duman, anıların kül olmasıdır!

Yukarı