Üzüm / Doğu Kaşka

Üzüm. Çocukluğumda gittiğim Kuran kursunu anımsatır bana. Kursa her seferinde heyecanla başlar, zorla devam ederdim. Anlamadığım kalın, peltek ve bana yabancı cümlelerin zorla ezberletilmeye çalışıldığı bir mekândı sadece kuran kursu. Okuyamadığım ya da yanlış okuduğum ayetlerde kafama vuran hocaya duyduğum öfkeydi. Kursa geç kalmak, bazen de gitmemek için yol üzerindeki üzüm bahçesine birkaç arkadaşla dalışımız, en az birinin nöbet tutuşudur aklıma gelen. Dionysos’un bağı değildi bu. Birkaç sarmaşıktan ibaretti üzüm bahçesi dediğimiz. Ama bizim için zenginlikti o yaşımızda. Ağaç üzerinde “günah değil mi üzüm çalmamız,” diye soran arkadaşıma “ama hocada bizim kafamıza vuruyor,” diye cevap veriyordum. O yaşta günahı, başkasının günahının arkasına saklayarak Allah’ı kandırmaya çalışıyorduk. Üzümün kendisini daldan yemek bir zevk verse de her kursa vardığımızda içeri girdiğimiz andan itibaren suç ortakları olarak birbirimize bakışlarımız, pişmanlıktan öte bir anlam taşıyordu. Hissettiğimiz bir utanç değildi. Üzüm, yabancı harflerin üzerimizdeki baskısından kaçtığımız bir nesneydi. Bunun çalmak olduğunu biliyorduk ve günahımızı kursa getiriyorduk. Ömer Hayyam’ın üzüm üzerine yazdıkları her seferinde o tanımadığımız evin bahçesindeki ağacın (ağaç diyorum ancak üzüm sarmaşıklarının dolandığı demirlere dahi ağaç diyecek kadar çocuktuk) üstüne taşırken beni, cenneti anlatan hocaları getirir aklıma;

“Der ki onlar hurili cennet hoştur sana

Yok derim, üzüm suyu içmek hoştur bana

Sen bak peşin gelene o hayale boş ver

Çünkü davul çalarken uzakta hoştur daha”

Hz. Yûşa Türbesi’ne gitmek, bir nevi hacca dönmüştü. Her sene kuran kursunun bitişi orada soluk almaktı. Oraya gidişimiz, üzüm bahçesine dalan arkadaşlar olarak gruptan kopup etrafı keşfetmekti bizim için. Grupla hareket ettiğimizi hiç hatırlamıyorum. Üzümden üretilen şarabı içerken, kafamıza vuran Musa hocanın şerefine kaldırıyorum bazen kadehi. İsa’nın kanı olduğunu unutuyorum bu anlarda. Ne etrafımdakiler duyuyor bunu ne de Musa hoca farkına varıyor bu günahın. Kimse kafama vurmuyor ve ben hiçbir bahçeye dalmıyorum artık büyüdüğüm için. Musa hocanın oğlu Mustafa bizi aşağılarken bilmediğimiz dilde, ben de Kürtçe biliyorum, demiştim. Allah seni tanımaz Arapça bilmiyorsan, diye cevap vermişti büyük bir özgüvenle. Bizim evimiz camii minaresinin yanında ve devlet ödüyor kirasını, demişti. Kürtçeyi Allah bile kabul etmiyor. Kaybolacaksın cennette, demişti. En azından cennete girebileceğime sevinmiştim Mustafa’nın sözlerini düşünürken. Oysa Mustafa’nın hiçbir hükmü yoktu. Oysa Musa hocanın kafamıza vurmaya hakkı yoktu. Üzümü şarap olarak tüketiyorum artık. Cüz’den ileriye geçemediğim için utanmıyorum, Musa hocanın okumadığı onca kitabın arasında kaybolurken, tek kitabın hayatımı ele alamamasına, Dionysos’un insanlara şarap yapmayı öğretmesine şükrediyorum kadehi tokuştururken.

Yukarı