Türker Ayyıldız’la Söyleşi / Meltem Terzioğlu

Türker Ayyıldız’la Söyleşi / Meltem Terzioğlu

“En kestirmeden nasıl anlatabilirim

düşüncesi dışında farklı bir şey düşünmedim.”

Meltem Terzioğlu: Sevgili Türker Bey, öncelikle edebiyatımıza kazandırmış olduğunuz ilk romanınız Sin dileriz güzelliklerle gelsin. İlk kitabınız Vapurlara Küsmek ile 2011 Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne layık görüldünüz. On dört öyküden oluşan Şikeste adlı ikinci kitabınızda da tıpkı ilk öykülerinizde olduğu gibi yok sayılan insanların dünyasında buluşuyoruz. Peki, öykülerinizde rastladığımız kırgın, yorgun fakat bir o kadar güçlü olan karakterlerinizle ilk romanınız Sin’de rastlıyor muyuz?
Türker Ayyıldız: Öncelikle edebiyat dünyamıza yeni katılan Veveya’ya hoş geldiniz demek istiyorum. Tüm ekibe şimdiden başarılar dilerim, yolunuz açık ve aydınlık olsun.
Her iki öykü kitabım benzer coğrafyadaki insanlar ve olaylarla ilintili olduğundan birbiriyle olan bağları fark edilmişti. Sizin de söylediğiniz gibi kırgın, yorgun bir o kadar da umutlu kişilerdi. Yahut öyle olmalarını umuyordum. Çünkü içinde yaşadığımız coğrafyanın en çok umuda ve direnen insanlara ihtiyacı var. İlk romanım Sin’de de benzer karakterler var. Taşra ile kentler arasında sıkışmış, geçmişiyle yüzleşememiş yahut bugün karşılaştıklarına alışamamış, iç içe geçmiş hayatları göreceksiniz. Her şeyi fazlasıyla hatırlayan insanlarla, zihni deforme olmuş, kendi geçmişini dahil bulanık gören, şüphe içinde kıvranan düşünceler çıkacak karşınıza.

M.T.: Öykücü ve roman yazarı kimliğiniz dışında şiirlerle olan ilişkinize de değinmek isteriz. Kese Kağıdına Sarılı Şeyler adında bir şiir kitabınızın yayımlandığını biliyoruz. Şiir ile olan yakın ilişkinizin öykülerinize ve romanınız Sin’e yansıdığını düşünüyor musunuz?
T.A.: Bizim kuşakta şiir daha önemliydi. Şiirin, şairin bir değeri vardı. Şimdi yok demiyorum. Benim ilk gençlik yıllarımda (Seksenlerin sonu, doksanların başları) şiir çok önemliydi. Şiiri diğer edebiyat türlerinden ayırmak gerektiğini düşünürüm. Daha estetik, daha vurucudur. Durum böyleyken metnin içinde bir sadelik unsuru olarak dahil olması şahanedir. Üstelik kestirmeden gider, bir bakarsınız dağları aşar, bir bakarsınız nehirleri geçer. Ruha da geçer, havaya da siner. Tabii ki şairanelikten, devrik cümlelerden, kocaman laflardan söz etmiyorum.

M.T.: Sin, ilk anlamı mezar olan ve diğer anlamıyla yaşanılmış yılları temsil eden bir kelime. Ölüm ve yaşam ile bütünlük kuran Sin’i eserinizin adı olarak belirlemenizin sebebi nedir, hangi bağlamda romanınız ile ilişki kuruyorsunuz?
T.A.: Ülkemizde yaşam, usulünce gömülmemiş yahut toplumun tahakkümüyle erken göçmüş hikayelerle dolu. Kimi zaman bir töreni, bir gömütlüğü, bir mezar taşını esirgiyor. Anneler yıllarca çocuklarının mezarını arıyorlar.
Kitabın ana taslağı bittiğinde mezardan çok gömütlük anlamı yakın geldi. Cumartesi Anneleri’nden, 6 Şubat depreminde topluca gömülen canlarımıza pek çok karşılığı olduğunu düşünüyorum.

M.T.: Yozgat, Boğazlıyan’da doğduğunuz, ilköğretim sonrasında orta öğretiminizi Bandırma’da tamamladığınız ve liseyi İzmir Atatürk Lisesi’nde okuduğunuz bilgisine sahibiz. Türkiye’nin çok başka topraklarında yaşamış olmanız, çok başka kültürlerle ve insanlarla tanışık olmanız, yazın hayatınızın zenginliğine ne ölçüde katkıda bulundu?
T.A.: Öğrenim hayatım boyunca parasız yatılı okullarda okudum. Ülkenin her tarafından arkadaşlarım oldu. O kadar şaşırtıcıydı ki, benim şemşamer sandığım şeye bir diğeri ayçiçeği, öbürü çiğdem diyordu. Üstelik ötekinin yanlış bildiğiyle dalga geçerek. Dijital çağ henüz başlamamıştı. Çocuklar için masallar, hikâyeler önemliydi. Dinlemek de anlatmak kadar maharet isterdi. Ama en önemlisi sanırım mektuptu. Yakınlarımızla ancak mektupla, telgrafla iletişim kurabiliyorduk. Özene bezene mektup yazar, günlerce cevap beklerdik. Sanırım tüm bunlar yazıya itina göstermeme vesile oldu.

M.T.: Şiir ve öyküden sonra roman ile yollarınızın kesişmesi nasıl oldu? Bu kesişimin bir yaşanmışlığı, kendi içerisinde bir hikâyesi var mı?
T.A.: Her iki kitabımdaki öyküler arasında da geçişler, bağlar, birbirine selamlar vardı. Oldum olası bol karakterli hikayeleri sevmişimdir. Sin’in düğüm hikayesine çalışırken kendiliğinden zaman katmanlarını gördüm. Öyküler formunda da verilebilirdi ama yoğunluğun durmadan yükselip inmesi metin için handikap yaratıyordu. Baştan sonra üç dört kez başa dönerek yazdım. Kitaba girmeyen, silinip atılan onlarca bölüm vardır.

M.T.: Türker Ayyıldız’ın üslubu ve anlatım tarzı Sin’de farklı bir şekil aldı mı? Öykülerinizin ve romanınızın ortak paydada buluştuğu noktaları olduğunu düşünüyor musunuz?
T.A.: Çok değiştiğini düşünmüyorum. Teknik anlamda romanla öykünün ayrıldığı hususlar üslup farklılığı olarak düşünülebilir. Birbirlerine göz kırptıkları yerler ise, elbette benzer coğrafyalar, bozkır karakterleri, rövanşı ertelenmiş anılar diyebilirim. Önceki kitaplarımda derdim neyse bunda da oydu. İnsan ve insana dair meseleler, odağını yaşama çevirmiş hikayeler. En kestirmeden nasıl anlatabilirim düşüncesi dışında farklı bir şey düşünmedim. Sanırım eski kafalıyım, nasıl seviyorsam öyle yazıyorum.

M.T.: Yazar kimliğinize önemli dokunuşlar yaptığına inandığınız, başucu kitabı olarak nitelendireceğiniz eser ya da eserleri bizimle paylaşır mısınız?
T.A.: Son zamanlarda bu soru sık sorulur oldu ve ben her zaman aynı başucu yazarımı söylüyorum.
Romain Gary (Emile Ajar) başta Onca Yoksulluk Varken olmak üzere tüm eserleri ıskalanmadan okunmalı. Yerli edebiyatımızda ise Vüsat O. Bener diyebilirim.

M.T.: İlk sorumda da belirtmiş olduğum gibi Vapurlara Küsmek aslı eserinizle 2011 Orhan Kemal Öykü Ödülü’ne layık görüldünüz. Samimi üslubunuz, akıcı diliniz, insana ve insanlığa dair dokunuşlarınız Orhan Kemal ismine yakınlığınızı gösteriyor. Peki, son zamanlarda çok sık karşılaştığımız edebi yarışmaların amacına ulaştığını düşünüyor musunuz?
T.A.: 2011 yılında henüz kitabım çıkmadan yarışmaya katılmıştım. Ertesi sene aynı yarışmada jüri olarak bulundum. Edebi yarışmaların yahut ödüllerin amacına ulaştığını düşünmüyorum. Amaç yeni kalemler keşfetmek, insanları edebiyata yönlendirmek ise bu kesinlikle dosyalar arasında yapılmalı. Adı önemli değil, herhangi bir yarışmaya yüzlerce kitap katılıyor. Seçici kurulun bu kitapları okuyarak karar vermesi düşünülemez. O vakit devreye başka etmenlerin girmesi doğal. Büyük yayınevi, küçük yayınevi, kişisel ilişkiler, reklamlar vesaire. Bütün bunlara da edebiyatın içinde var diyemeyiz. Edebiyatın içinde onlar yok, olmasın.

M.T.: Yarattığınız karakterlerin bir derdi, tasası var ve bunu okuyucuya naif bir dille aktarmayı başarıyorsunuz. Bu bağlamda yazarların insanlığa karşı bir sorumluluk taşıdığını düşünüyor musunuz? Bir yazar topluma ve toplumsal olaylara karşı nasıl bir duruş sergilemeli?
T.A.: Öncelikle insan olarak bir duruşumuz olmalı. Elbette edebiyat sınır tanımaz, onu eğip bükemeyiz, belli kalıplara sokamayız. İnsan olarak zulme, haksızlığa, arsızlığa ve hırsızlığa karşı koymalı, bunlara karşı direnci büyütmeliyiz. Zaten hikâyenin acı yüzdesi çok yüksek. Bedel ödeyenleri de yanına kâr kalanları da görmeliyiz. Bunlara sırtını dönen edebiyatçı olur mu? Olur neden olmasın. Ben onlardan olmamaya gayret ediyorum.

M.T.: Son olarak edebiyatta adını yeni duyduğumuz çok fazla yeni yazar var. Sonraki nesillere ismini duyurabileceğini düşündüğünüz çağdaş yazar/yazarlar kimlerdir?
T.A.: Elbette pek çok genç arkadaşımı ilgiyle takip ediyorum. Pek çok farklı türde emek veren ter döken gencecik kalemler var. Ama burada isim vermek doğru olmaz. Adını unuttuğum arkadaşların kalbini kırmak istemem. Şahane işler yapacaklar, hepsine selam olsun.
Sorularımızı içtenlikle yanıtladığınız, kıymetli vaktinizi bizlere ayırdığınız için Veveya ekibi adına sizlere çok teşekkür ediyorum. Yeni kitabınız güzelliklerle gelsin ve kaleminizden çıkacak olan nice kitaplarınız kitaplığımızda yerini alsın. Hoşça kalın.
Ben de Veveya ekibine teşekkür eder şükranlarımı sunarım. Uzun ve aydınlık bir yol dilerim. Edebiyat dünyamızın sizlere çok ihtiyacı var. İyi ki edebiyat var, iyi ki siz varsınız.

Sin
Türker Ayyıldız
Sel Yayıncılık
Roman / 168 sayfa

Yukarı