Geceye Çıkış / Kâmil Erdem

Geceye Çıkış / Kâmil Erdem / Öykü Gazetesi 02’den

Eğri büğrü,

zaman zaman hırçın, umutsuz, hastalıklı bir ses çıkaran, yukarlardaki maden ocağının tozu pası yüzünden,

tabanında yeşilden siyaha dönmüş çakıllar yüzünden

yüzü kararmış

yaslı çay,

bunca zaman sonra bu akşam üstü gelip kıyısında oturduğum,

kıyısındaki rengi atmış, tarazlanmış, öylece unutulmuş bankta oturup, onda bir şeyler aradığım, eskiden sevinçle daldığımız, dupduru, depderin yerleri olan ve artık sanki çaylıkla ilgisi kalmamış hasta çay,

kasabanın böğründen isteksizce akıp gidiyordu.

Durağan devinimi yüzünden yüzeyinde küçük baloncuklar pörtlüyordu.

Kenarlarındaki sazların ve öteki dayanıklı yaban otlarının/çalıların dipleri kararmıştı.

İşte oturmuş, bu  çaya, bu şaşmayı unutmuş ülkenin yaslı çayına,

küçük, şenliği kaybolmuş tozlu küçük dükkânları bir bir kapanmakta olan kasabanın yas tutan yaşlı çayına bakıyordum.

İnsanlara, hattâ doğaya duyduğu karşılıksız bir aşkı, bilinmeyen zamanların ötesinden  sürüklemiş ve artık tükenmiş durağan yorgun çaya,

çok da iyi görmeyen gözlerle, dalıp gitmişken,

ya sen diye soluk bir soru duydum belli belirsiz kabarcıkların, küçük gaz balonlarının arasından, kısılmış bir sesle.

Yüzü silinmiş, hayat hakkında söylenebilecek her şeyi söylemiş birinin sesini.

Ben, diye yanıtladım, son seçimlerde belediye meclis üyesi oldum, şu senin yanından kaleye doğru giden yola parke döşenmesi için oy kullandım, Gülnaz anlaşılmaz duaların edildiği bir törenle güzelce çekip gitti bu dünyadan, onu unutmadım, koyunlar eğilip su içerdi senden, onları da unutmadım, birkaç protesto yürüyüşünde sadece cop yedim, gözaltına alınmadım, evin bir köşesine konulmuş pötikare desenli lekeli örtüsü olan masada kahvaltı ettim, eskiden çok dolanırlar, türkü söylerlerdi, ne zamandır oturuyorum burada, hiç karatavuk geçmedi, bunu not ettim, güneş çoğu kez zamanında doğmayı unuttu, bunu da not ettim, sonra bir gün birine demiştim ki hayat dikenli bir çalılıkta yürüyüş yapmaktır, bunu ve daha bir sürü sözümü unutmamak için yazdım, hem o vakit kalenin bana küstüğünden haberin yoktu ve sen sanıyordun ki sevinç saçarak çevrene boyuna akıp gideceksin ve her şey öyle kalacak, oysa şafak vakti evlere yapılan baskınlar inatla yürürlükteydi, kimse sevgilisiyle konuşacak bir şey bulamıyordu, bunun korkunçluğunu ve yıkıcılığını anlıyor musun, sevmenin  ve söyleyememenin, susmanın, aynı zamanda bağırmanın, ah, ne çok politikacı bağırdı bir bilsen, kale yolu parke döşendi sonunda, dibindeki akladinleri de kestiler, küstü kale, selam vermedi o zamandan bu yana.

Zaten sende selam alacak verecek mecal de kalmamış dedi yine o  anlaşılır anlaşılmaz fısıltısıyla. Burnuma pis kokusu da geldi.  Öyle perişan görünüyorsun.

Bunu o mu bana söyledi, anlayamadım.

Bir sivrisinek bulutu geçti, tam da  ömrümü hep daha mutlu zamanların geleceğine adadığımı söyleyeceğim esnada. Bunda, yani sivrisinek bulutunun geçişinde bir hikmet aradım ve söylemekten vazgeçtim sana umutlarımı, bunun yerine bu kasabanın hiç istasyon görmemişliğini söylüyorum şimdi. Kasabalıların jandarma eşliğinde tren yolculuğu yapmadığını. Ekmeğin karne ile verildiği günleri unuttuğunu. Ama sorsan söyleyeceklerdir sana, televizyonlarda görmüşlerdir, yakında petrol fışkıracaktır ordan burdan. Bu yüzden kaleye giden yolu parke döşettik. Ağaçları da kestiler. Her yer yansın yazın, terlesin turistler.

Anımsa lütfen, bana gamsızlığı öğret demiştim sana, bir akşam üstü, çocukluktan yeni çıkmış birini vurmuşlardı ve sen her zamanki gibi çağıldıyordun, çağıldama dönemindeydin ve ben senin ne dediğini anlayamayacak çağdaydım, maden açılmamıştı ama betoniyer geçiyordu bir sokaktan, acım çok fazla geliyordu bana, İstanbul çok uzak geliyordu, daha kimseye yeşil kart vermemişlerdi, pirpirim, pürçüklü, kartol, şalgam tarlaları vardı etrafında, traktör sesi bile vardı.

Çerçiler gelirdi arada.

Kalaycı Mahir amca lehim de yapardı.

Lavaş fırınından eve gelinceye kadar yarım lavaşı bitirirdik.

O kocaman yarık oluşmamıştı aramızda, ben senin bir parçan, acemi, dolayısıyla iyimser bir parçandım henüz. Mülküm yoktu ya da gençliğimdi mülküm sadece ve ihlal edilmesine izin vermem diyordum sana.

Gülnaz’la kıyında oturup türküler söylediğimizi anımsıyorsun umarım.

Çağıldamıştın. Beni anlamış mıydın bilemedim.

Bertaraf edildik ve doğa satıldı.

Ağaçlar kesildi. Toprak kazıldı. Damperli kamyonlar. Taşeronlar.

Kasabaya dispanser yapılmıştı. Mecburiyetten. Çocukların, horozların, arıların gözleri tozluydu. Vardiya sözcüğü girmişti kasabaya, bacak bacak üstüne atmış kurulmuştu kahveye. Çünkü evlerde vardiya çaresizliği, yorgun pencereler, kara seherler. Bir de proleter. Kahvelerde yaşlılar cami hasırlarına daha az proleter dizi değdiğini konuşur olmuştu. Vardiya yüzünden. Kalenin bayrağı is tutar olmuştu. Senin dilin kem küm eder olmuştu.

Bertaraf edildik kalın mapuslarda. Kalın cigaralar. Muhkem arkadaşlar. Sert beton. Benim dört yanım, senin iki yanın. Susmuştuk. Çok şey söylemenin yolunu bulmuştuk böyle. Sana dönmek istemiştim çok. Gülnaz’a da. Mektup çağıydı daha.

Hiç yazmamıştık,

( bunu biliyor olmalısın.)

Aradan geçen zamanı hesaplamadım. Ama çok zaman geçti. Çok yuvarlandım, çok bozgun yedim tozlu dünyada. Sen de betonlarını yıkmışsın, taşmışsın kasabaya, biraz can yakmışsın, duydum.

Sonunda senden uzlaşıcı, kara, ölü bir çay, benden olgun bir delege yaptılar. Uzlaşıcı, uzlaştırıcı. Esnaf dolaştık epey.

Bir ara geri döndük. Ana caddeden ayrıldık, netameli yarı karanlık yan sokaklar dolaştık. Liberté, égalité filan dedik ama insanların yüzlerine  karşı değil, öylesine. Uhuvvet diye tamamladık da. Ama bu dediklerimize pek aldırmadılar, sözcüklerimize kör topal muamelesi yaptılar kahvelerde kimi ihtiyarlar, işsizler. Gözlerinde dertsiz kasaba zalımlığı, bir güzel eğlendiler. He he dediler.

Çok sürmedi. Kışın yine kar yağdı, yazın yine yandık.

Bana sataşan tenekeci Zeki, kasap Hakkı kavramlarıyla, ve aynı zamanda Kaf Dağı’nın ardını vadeden  zindaneri Dr. Kıvılcımlı kavramlarıyla uzlaştık. Kötü uzlaşılar da oldu, iyi uzlaşılar da. Sonunda yaşamı ve ölümü kapsayan sıradan uzlaşmacılar olduk. Kasabanın kurtuluş gününde fener alayları düzenledik,  madenin damperli kamyonları, damperlerde yüzleri isli madencilerle resmigeçitler. Ve öyle şevkle dolduk ki, öyle iç bastırıp kendimizden geçtik  ki, hiçbirşeyden oluşmuş kişileri belediye başkanı filan seçtik. Kalenin yolunu parke döşettik.

Ah o kalenin yolu. Mutlaka anımsarsın, atalarımızın analarımızın gelip gitmesiyle yuvarlanmıştı taşların yüzü. Küffar da çiğnemişti işgal zamanında o taşları, katırlar, bayırına yayılan inekler, kuzular da. Aşağı doğru çember yuvarlayan biz çocuklar. Yemlik, dağ kekiği, yarpuz toplayan şen gelinler, Gülnaz’giller. Çiğneyip asırlar boyu, düzeltmiştik o taşları.

Onları taşları söktü taşeronlar, parke kaplandı o yol. Oy verdim.

Durgun, yüzeyinde pörtleyen baloncukları olan ölü çay.

Gülnaz’ın olmadığı eski evde, lekeli örtüsü olan mutfak masasında kahvaltı eden bir tortudan ibaret ben.

İşte geldiğimiz yer dedim ona.

Kalktım sıradan, kaleye giden parke döşeli yokuşa vurdum.

İsteksizce.

Hilal göründü.

Öykü Gazetesi

Yukarı