Murat Üstübal’la Huzursuzluğa Doğru / Alptuğ Topaktaş

Murat Üstübal’la Huzursuzluğa Doğru / Alptuğ Topaktaş

Yeni kitabın hayırlı olsun Murat Abi. Huyname’den Vahname’ye Türk şiirinde örnekleriyle sıkça karşılaşmadığımız göçebe bir hat çektin. Bu hatta bizleri anlam kadar anlamsızlık, şiire dâhil edilen kadar şiirden dışarıda bırakılan, kısacası karşıtlıklar değil iç içe geçişen düzlemler bekliyor. Hem senin poetikan hem de günümüz yayıncılığındaki minör bir etki olarak Orlando Art’ın bu projesine dâhil olma sürecinden bahsedelim mi?

Teşekkür ederim Alptuğ. Orlando Art’ın ilk kitapları yayımlanmaya başladığı sıralarda minimalizmin günümüze nüfuz ediş potansiyelinin yüksek oluşu üzerine kafa yoruyordum. Orlando Art’ın projesini o nedenle çok önemsedim. Her ne kadar yazdığım şiiri biçimsel olarak minimalizme yakın görmesem de senin de az önce bahsettiğin göçebeliğin bizzat tavır olarak minimalizmden kaçamayacağını da görmezden gelemeyiz. Göçebelik doğası gereği kaçış çizgilerinden bağımsız değildir ve kaçış çizgilerinin varlığı da kendiliğinden minimalisttir. Hiyerarşik yapının porlarından geçip düzeni alt edecek manevra kabiliyetine sahip olan minimalist öğeyi küçük görmemek gerekir. Aslında minör tavır minimalist tavırla aynı olmasa da benzer eğilimlere sahiptir. Orlando Art bana bu projeyle gelip bir öneride bulununca içerik olarak minör bir şiirsel çalışmanın minimalist çerçeveli bir yayınla nasıl bir etkileşime gireceğini deneyimlemek istedim.  Sonuçta benim minör muhalif çalışmamla minimalist çerçeve birbirini sinerjik olarak besleyen tepkimelere yol açtı diye düşünüyorum. En azından benim zihnimde! Bende başka çalışmaların fitilini ateşledi sanki. Tabii ki 16 serisinin diğer kitaplarıyla minimalist bakışın buluşması farklı farklı birçok mineralizasyona yol açmıştır, o ayrı.

Dirim Kurgu’da yer alan bir yazında sesin ve ritmin şiir adına tarihsel uzlaşılar olduğunu söylüyorsun. Baktığımızda senin şiirin sesten ve ritimden kaçan bir şiir değil, ki Vahname de bundan ayrı tutulamaz. Yalnız diğer dosyalarınla farklı olarak, Vahname’de yazmadığın şiiri çiziyorsun. Sözcük çizilen bir şey mi?

O yazıyı şimdi anımsayamadım ama sesin ritimle ilişkisi bir medeniyet ilişkisidir diye düşünüyorum son zamanlarda. Ritim sesin evcilleşmiş halidir ya da daha çok sesin organize olma hallerinden biridir. Bu organizasyonun neredeyse doğal bir yol izlemesi lirik şiiri, doğal olmayan kurgusal bir medeniyet projesi olması da epik şiiri doğurmuştur. Ama epik olan yalnızca başlangıçta vardır tıpkı lirik olan gibi. Sonrasında bu kaba ve yeknesak tanımlamalar yerini tanımlara ve çerçevelere sığmayan şiirsel rejenerasyonlara bırakmıştır. Bu meseleyi burada bırakıp ses ile ilgili soruna geri dönecek olursak ses, asla ele geçirilemeyendir, ritmin içinde organize olup çerçevelendiğinde dahi onu yok edecek yıkıcı öğeyi barındırandır. O nedenle sonsuz şair ve şiir vardır, o yüzden de şairin ve şiirin ölümü bu yıkıcı öğe tarafından iptal edilmiştir. Ama elbette sesin tek organizasyonu ritmi değildir, ritmi sesin işitsel organizasyonudur. Sesin somut ve görsel organizasyonu ise sözcük ve heceyle daha doğrusu gramatik yapıyla gerçekleşir. Sesin harfle mücadelesi organize olma ile olmama arasındaki mücadeledir. Günümüzde ve yakın geçmişte de karşımıza çıkan her türlü avangard hareket sesi yabanıl haline döndürme hareketidir. Evcil ve uygar olana karşı sesin her türlü duyusal ele geçirilişine yönelik bir tepkidir. O halde şair tüm bu kaygılarla şiir yoluyla iletişime girerek ya da girmeyerek derdini nasıl iletecek? Bence günümüzdeki hırgürü özetleyen bir soru bu. Hırgürün taraflarını da tanımlayacak bir soru cümlesi. Kısaca kırmızı çizginin uzamını belirleyen bir soru bu. Ama bu sorunun taraflarının yalnızca birey ya da topluluk özneleriyle tanımlanmadığını iddia ediyorum ben. Özne temelli bireyin benliğinin o kadar homojen olmadığını, sosyal ve psişik etkileşimli her türlü alt-benliğin de sonsuz heterojenlikte işin içine girdiğini öne sürüyorum uzun zamandır. Doğal olarak burada mesele sosyal ve psişik iktidarlara yenilmeyen alt-benliklerin temsiliyetinin ne kadar mümkün olduğu daha doğrusu sanat ve sanatların sanatı şiirde temsiliyetin mikro ve makro ölçekte buyurmadan nasıl varolabileceği ve kendini gerçekleştirebileceği üzerine. Haliyle benim Huyname’den Vahname’ye olan serüvenimin bu alt-benliklerin yüzlerinden birkaçını temsil ediyor oluşu bir ihtimal. Ama tabii ki formel modernist bakışla bu değişimin çizgisel ölçekte bir değişim olduğunu söylemek de mümkün. Süre alt-benliklerin kendini ifade etmelerine izin veriyorken zamansa bu alt-benlikleri güncel bir sıraya sokuyor sanki. Düzenle düzensizliğin mücadelesine her seferinde şairin benliği ölçeğinde de şahit oluyoruz gibi. Senin öngördüğün ‘sözcüğün çizilmesi’ meselesi bu anlamda okunduğunda Vahname öznelliğinin bu alt-benliklerden biri olup olmadığını sorgulayıcı bir öngörü gibi geliyor bana. Görsel etkileşimli alt-benliklerden birinin işitsel etkileşimli alt-benliklerden biriyle uzay uzamında tepkimeli bir ilişkiler ağı yarattığını düşünebiliriz. Sözcüğün çizilebilirliği sözcüğün duyulabilirliği mevzusunu da gündeme getirir dediğimizde ikisinin de birbirini meşrulaştırdığını görürüz. Meşrulaşma ilişkiler ağının zoraki değil doğal sonucudur. Tepkimeli bir sonuçtur yani doğurgandır. Sözcük çizilir çizilmez kendi varlığının karşıtını da var eder. Sözcük çizildikçe yankılanan, akis bulan bir şey halini alır. Şiir belki de beş duyunun varlıkta aynı anda varoluşunun imkânsızlığının deneyimlenişidir kimbilir!

Murat Üstübal, gördüğüm kadarıyla her kitabında farklı bir konsept şiir deniyor. Özellikle İmge Kası ve Teknokriptler, bu deneyin yoğun olduğu toplamlar. Bu metinlere hazırlanma sürecinden bahsetmek istiyorum. Seni bu deneylere ikna eden şey, sadece denemek ya da yapılmamış olanı yapmak değil, yaratı imkânlarıyla bir bağ kurmak diyebilir miyiz?

İlk kitabım Huyname ve ikincisi Kırbozumu’nun aksine bahsettiğin kitaplar belli meselelerin tartışıldığı şiirlerden oluşuyor. İlk kitaplarda daha bağımsız ve çağrışıma dayalı şiirler yazdım, biraz Sürreal ve biraz da Dada güdülenmeleri diyelim. Teknokriptler’de ise bu güdülenmeyi kırmaya çalıştım daha çok şiir benim peşime takılsın istedim. Teknoloji, insan, sosyoloji ve psikoloji meseleleri arasındaki ilişkiye şiirle bakmayı tercih ettim. Ama bir yandan da yapısöküm, çağrışım ve otomatizm gibi teknikleri bir tür anarşist söylem ve iktidar kırıcı bir tavır olarak kullanmayı denedim tekno ve insan ilişkileri bağlamında. Tabii bu kitabı kotarmam biraz zaman aldı, çünkü bu şiirleri yazarken daha serbest şiirler de yazıyordum bir yandan. İmge Kası ise yine tematik bir çalışma oldu. Temayı dağıta dağıta gitmeye çalıştım. İlk bölüm popülerlik sorunsalını dolayımlı hale getirerek ve harmanlayarak tartışıyor. İkinci bölümde ise enformasyon meselesi yine meselenin tahakküm yapısını kıran bir dağıtma işlemiyle kotarılıyor. Senin sorun bağlamında söyleyecek olursam, enformasyon, popüler kültür-dil ilişkisi ile teknoloji-insan ikiliklerini bir felsefeci veya sosyologtan farklı tartışır. Metafor, imge ve dizge bozum çalışmaları özgür sınır-aşmalara aracı olur. Hiyerarşi ve gösterge kırıcıdır şiir dediğimizde bunun hakkını da vermek gerekir. Yaratı imkânlarıyla odaklandığınız konular arasındaki bağ sınır aşımlarının niteliğini belirleyecektir. Yoksa şiirde hedef deneyin kendisi ya da özgünlük değildir. Deney ve özgünlük kaygısı yalnızca hedefe giden yolda aracınızı belirlemeye yardımcı olur, sınır aşımlarına da! Yaratı imkanlarıdır hepsi, yaratının kendisi değil. Yaratının kendisi nedir? Asıl soru da bu olmalı hep.

İki dönemlik Ücra sürecinden sonra Heterotopya Yayınları’nı kurdun. Şiir kitaplarının basım, satış ve dağıtım maliyetlerini düşündüğümüzde oldukça cesur bir girişimdi. Şimdi yeniden yayıncılığa dönsen, o zaman yaptığın neyi yapmazsın?

Yeniden yayıncılığa dönsem bir saat sonra yayıncılık yapmama kararı alırım. Aslında tüm bunlara bilerek de girdim zamanında. Pişman hiç değilim ama bundan sonra yayıncılığı ancak editörlük düzeyinde düşünürüm. Yine de bu dergi ile ilgili bir çalışma olmazdı. Dergiciliği gerçekten bıraktım. Yayınevi sahibi olmak veya yayın yönetmenliği görevini yürütmek bana artık çok sahiplenici ve yük getiren işler olarak görünüyor. Sorun para ya da pazarlama da değil. Sorun yayıncılığın sinerji yaratamadığı bir kültür ortamında yaşıyor olmak. Yazmak ve okumak daha çok keyif aldığım işlerken ben bu yayın dünyasına nasıl girdim, en çok şaşırdığım bu! Sanırım hayalimdeki dosyaların basıldığını görmeyi çok arzuladım; yapılmayanı yapmak, okurun inceliğini ve asaletini diriltecek kitaplar yayımlamak.

Biraz daha özel bir soru olsun. Murat Üstübal, hemen kabul gören bir şiir ve düzyazı yazmadı, fakat yazdıkları her zaman net bir soruna işaret ederek başka sorunlar yarattı, ki bence şiir tarihinde aslolan yeni sorunlar yaratabilmektir. Önümüzdeki süreçte Murat Üstübal’ın hangi poetik sorunları ürettiğini göreceğiz?

Şu duygu çok hâkim bende, kavram ve tanımların içi ve altı boş geliyor bana hep. Ya da her seferinde beni ifade etmediğini duyumsuyorum sanki. Bu benimle ilgili bir sorun mu yoksa evrensel bir sorun mu onu bilmiyorum. Reşit İmrahor’un metninde “ben kendimim” deyişini hep üzerime alındım. Aslında doksanlı yıllardan bu yana beni öncelikle anlatacak tanım bu olsa gerek. Kendini arayış yolunda hem kendimi olduğu gibi kabullenmek hem de biricikliğimi keşfetmek çok kolay olmadı. Mizacımdaki ya da varoluşumdaki köktenci bir yersizyurtsuzluk tüm bunlara neden olmuş olabilir diye düşünülebilir. Ama kendimden de vazgeçemeyeceğime göre yersizyurtsuz bir öznenin oluş serüveninde bir şair ve kuramsever olarak attığım adımların sorumluluğu bana ait. Hep arayan olmak istiyorum bunun için de bazı şeylerden vazgeçmeyi bilebilmek gerek. Okur da yeri geldiğinde benden vazgeçebilir elbette. Edebiyatta ve kültürde hiçbir şey vazgeçilmez ve değişmez değil. Kural koyucunun bize çizdiği yolun dışına kaçışlar da mümkün. Ben hamasetten uzak bu tarz bir yolun yolcusuyum. Varoluşumun beni götürdüğü yerde olacağım; şu anda tam kestiremesem de post-human, antroposen sonrası, ekoloji, fobiler, melezlik, cücelik, hayaletler, queer ve gen meseleleri etrafında dolaşmam olasıdır sanırım. Şiirimin de bu yolda değişerek ve dönüşerek ilerlemesini, meselelerin hücrelerine nüfuz edecek bir etkinliğe kavuşmasını diliyorum.

Son olarak bunları okuyan herkes Bülent Keçeli’ye bir dize göndersin mi? Başlıyorum. “Ben bozarsam dilimi ben bozaram diil mi”.

her şeyin anonimi yaşasın/ her şairin anonimi de” diyeyim ben de Keçeli’den alıntılayarak.

Fuat Eren’in soruları:

Şiirlerinizde, özellikle imge kasındaki bazı şiirlerde bu durum çok dikkati çekiyor, yer yer mesleki terminolojinize yer veriyorsunuz. Bu istemsizce ortaya çıkan bir dil midir, yoksa şiirde farklı diller yaratma/arama çabası mıdır?

Aslına bakarsanız yıllarca hiç tıp terimleri girmedi benim şiirlerime. Son yıllarda daha çok giriyor, evet. Bunun istemsizce olduğunu söyleyebilirim. Sanırım aidiyet hissetmekle ilgili bir durum söz konusu. Hatta hekim olmayan bazı şairlerde tıp terimleri görünce şakalaştığımız da olmuştur. Meslek elden gidiyor gibilerinden! Fakat değişik meslek alanlarından ya da hayatın değişik alanlarından bazı terim, söylem ve dil gruplarını şiirin içine çekenlere hep ayrı bir ilgi duymuş hatta gıptayla bakmışımdır. Şiirin özgürleşmesi ya da serbestleşmesi adına değerli bulmuşumdur. Elbette yerinde ve zamanında kullanmak kaydıyla. Şimdilerde şiirlerimde tıp terminolojisine dair bulgular varsa yaşamımda mesleğimle ilgili yoğunlaşmaların arttığını gösteriyor olabilir bu. Son yıllarda mesleğime daha çok yoğunlaşmış olabilirim. Gördüğünüz gibi şiir her yerde!

Mustafa Irgat şiiri sizin için kısaca neyi ifade ediyor? İsteyerek ya da istemeyerek Mustafa Irgat şiirinden etkilendiğinizi düşünüyor musunuz?

Mustafa Irgat benim için Türkçe şiirin en önemli şairi. Az kitabının ya da şiirinin olması benim için önemli değil. Bir şairin büyüklüğüne camiada veya sosyal yaşamda kısacası dış dünyada uyandırdığı etkiye bağlı olarak karar vermiyorum; doğrudan şiirde uyandırdığı etkiye bakarak karar veriyorum. Hem bazı şairler zaman ister! Şiirlerinin kalitesi, dize kurgusu, otantikliği, sıkılığı, gösterge dışına kaçışları çok görkemli. Herkes Ece Ayhan’la arasında bağ kuruyor tıpkı benimle Irgat arasında kurdukları gibi. Mustafa’ya Ece’nin tüp şairi diyenler var bana da Mustafa’nın taklitçisi diyenler olabilir. İlk zamanlarda Bülent Keçeli ile benim şiirimi de çok karıştırırlardı. Halbuki adı geçen tüm bu şairler birbirlerinden çok farklı şairler. Dizelerin sıkılığı ve imge yoğunluğu (hatta sözde kapalılığı) nedeniyle böyle bir yanılgıya düşülüyor. Ece Ayhan ile beraber bu tarz bir yol açıldı. Oradan bazıları (İzzet Yasar da dahil) değişerek ve dönüşerek kendi yollarına gittiler. Ama şiire daha yüzeysel ve dışarıdan bakan bazıları Ece’nin tüp şairleri diye bir argüman geliştirdi. Bu mikro-ötekileştirmeler şiirimize çok zarar verdi/veriyor. Bu tarz bir soruyu ben İlhan Berk’e sormuştum (Ece Ayhan ve Mustafa Irgat bağlamında). Çok kısa ve temel bir ayrım yapmıştı Ücra’da, bu ayrım tekniğe dair değil öze dairdi. Öz olarak herkes birbirinden farklı, özsel farklılıklarımız ilgi alanlarımızı ve yaklaşımlarımızı da belirliyor. Mustafa Irgat şiirinden etkilendiğimi düşünüyorum ama meselelerimiz çok çok ayrı. Irgat şiirindeki anlayış ve teknikten etkilenmiş olabilirim; ama sizdeki özsel fark kendi biçimini belirler. Etkilenmiş olduğunuz şiirden hızla uzaklara fırlatır sizi o özsel fark ve huy.

Asuman Susam’ın sorusu: 

Sevgili Murat, özellikle kendi kuşağını doğrudan etkileyen, öncekilere dair eleştirinin ve özeleştirinin kapılarını aralama şansı tanıyan, sonraki kuşaklara da zihin açıcı, ilham verici yan yollar sunan Ücra ile ilgili sorum. Ücra’yı yayına hazırlayan biri olarak o zamanın şiir verimleri ve ortamları ile bugün arasında gözlediğin farklar nedir? Yalnızca poetik bağlamda değil, ondan bağımsızlaştıramayacağımız etik, politik saiklerle şiir ve şair Ücra’nın bugün neresinde? Bunu Ücra’yı merkezleştirmeden soruyorum elbette, akışta, oluşta, halden hale geçişte -bir varoluş serencamı olarak. Teşekkür ederim.

Sevgili Asuman çok teşekkür ederim sorun için. Bu çok geniş ve geçmişi olan bir meseleyi didiklemeden anlatılabilecek bir sorunsal olmasa da bazı konulara değinmeden de geçemeyeceğim. Öncelikle Ücra’yı çıkaranlar olarak bizim içine doğduğumuz şiir ikliminden bahsetmemiz gerekiyor. Şiir iklimimizin de sosyal ve siyasal gelişmelerin tam göbeğinde olduğunu söylemesek olmaz. Çocukluğu seksenlerde geçen bizim gibi şairlerin doksanlardan itibaren gerek liberal hayatın tüketim renkliliği ve gerekse de milenyumdan itibaren yeni dijital çağın teknik doneleriyle yavaş yavaş yüzleşiyor olmamızın getirdiği hayret ve merak duygusuyla birlikte şiirde de değişim talebinde bulunduğumuz doğrudur. Çünkü artık geçmişin şiiri yetmiyordu bize, yine de arafta gibiydik. Değişimin sancılarını ve travmalarını yaşıyorduk. Özellikle Bülent Keçeli ile bu travmayı yaşıyor ve konuşuyorduk. Haddinden fazla uyarana maruzduk o koşullar içinde. İşte o nedenle çoğulluk talebinde bulunduk şiirde, dizgede ve anlamda. Çoğulluk talebi yaşamda karşılığı olan bir talepti. Benim heterotopya kavramıyla yüzleşmem de o bağlamda oldu. Şiir üzerinden yaşamda çoğulluk talebi sonraki dönemde yavaş yavaş önce minör siyasi hareketler olarak sonra da daha global düzlemde karşılığını buldu. Dijital kültür çoğunluk değil de çoğulluk üzerinden şeffaf ve açık toplum talebinde bulununca neokapitalizmin toplumu liberalleşme üzerinde tüketime çağıran ülküselliği gerçek yüzünü göstermeye başladı ve her uzamda açık toplum taleplerini sekteye uğratıp marjinalize etmeye çalışan söylem ve baskılara yöneldi. İşte 2020’lere geldiğimizde liberal kapitalizm kendi ekonomik ve sosyal çıkmazının vebalini açık toplumculara yönelterek sosyal medya üzerinden yeni bir sansür ve baskı ortamı kurgulamaya ve sistemin açık uçlarını kapatmaya soyundu. Bir zamanlar yeni ufuklar olarak neokapitalizm tarafından uhrevileştirilen liberal kognitarya toplumu düzenin tehdit unsurları olarak görülmeye başlanınca ipler tamamen koptu. Sistem üretimden kopardığı kognitaryayı simülasyonlarla pasifize etmeye çalışıyor bugün. İşte ikibin sonrası böyle bir ortamın içine doğan şairlerin şiirleri yüzeyde gezinen, günceli kutsallaştıran şiirler olarak görünüyor bana. Derinlik kaygısı olmayan biçimsel fetişizmler… Bir de kendilerinden önceki şiiri çok kolay kabul ediyorlar gibi. Aslında sorun bilginin üretim ilişkilerinden kopmuş olması. İnternet çağı bilgiyi kolay ulaşılır kılarken üretim biçimlerinden kopardı. Bilgi yüzergeçer bir meta halini aldı. Genç şair bilgiyi hiç merak etmiyor artık, kimseye bir soru sormuyor. Nasılsa bir klavyeyle ulaşabiliyor. Şair bilgiyle kendisi arasında bir bağ kurmakta zorlanıyor. Elbette bu durum şairin oluş içindeki dönüşümüne farklı bir özellik katıyor. Simulatif bilgi ve hayat arasında sıkışmış bir insanın şiiri gündeme geliyor bu kez. Parçalı bilgisel süreçleri kendi oluşunda harmanlamakta zorlanıyor. Bizim sorunumuz genel ve ideolojik olanın tahakkümü iken onların sorunu parçaların arasında kaybolmak ve bu yüzden indirgenmiş bir gerçeklik görüntüsüne sığınmak. Biz genelin iktidarını kırmak için parçaların önemine dikkat çekerken onlar bütünselliği kaybolmuş parçaların sıkışmışlığında parçayı bir bütün olarak kabullenmek zorunda kalabiliyorlar. Buradan minörlük de çıkar kulluk da. Genç şairin ikilemi burada sanki. Şiirler de o yüzden güncele batık durumda ama güncelin parçaları arasında kaybolmuş şairler söz konusu. Dikkat edersek, hiç kimse şiir teorisi üzerine kafa yormuyor artık, merak edip teori okuyan da çok az gerçekten. O yüzden ya varolan şiiri kabulleniyorlar ya da varolan yaşam koşullarını. Elbette ikisine de (ama özellikle de ikincisine) itiraz geliştiren protest bir şair kesimi var ki umut veriyorlar. Aslında parçalılığı ve yapısal sorunları irdeleyerek günümüzün temel meselelerine eğilmek mümkün, kadın, ekoloji, queer ve varoluşsal başka sorunlara. Ücra bu meselelerin çoğunu bilinen terminolojiyle tartışmadı. Yani meselelerin politik dili çok ilgisini çekmedi. Daha çok adı geçen hayati meselelerin ruhu, özü ve çıkış yollarıyla ilgilendi. Bir anlamda bu meselelerin öncülüyle ilgilendi. Öncül işin felsefi ve mistik kısmıydı. Fakat geldiğimiz noktada apayrı bir dil ve literatür var ki bu dil ve literatürün araçları bizi hiç bilmediğimiz ve ummadığımız noktalara ulaştırdı. Mistik olan verili politik dile karşıydı; oysa ihtiyaçlar verili olmayan politik bir dili ortaya çıkardı. Onun şiirini yazmak gerek ve neyse ki yazanlar da var.

Vahname
Murat Üstübal
Orlando Poetry Art
Şiir / 16 sayfa
Kapak tasarım: f. Rüzgâr

Yukarı