Hayatı Yeniden Kurmak İçin Edebiyat / Gaye Keskin

Asuman Susam’ın yayına hazırladığı Anlatı Üzerine – 1 Hayatı Yeniden Kurmak, Aralık 2023’te Livera Yayınevi etiketinde okuyucuyla buluştu.

On üç yazarın kaleme aldığı makalelerden oluşan Anlatı Üzerine – 1 Hayatı Yeniden Kurmak; kimi zaman yazarların yazmayla kesiştikleri anlara değindikleri, kimi zaman anlatının değişen biçemlerine yer verdikleri, kimi zaman edebiyattaki anlatma biçimlerini eleştirdikleri, nihayetinde ‘Anlatmak’ tabirinin kabuklarını birer birer soydukları Edebi Patikalar serisinin birinci kitabı.

Kitap, Asuman Susam’ın önsözüyle açılıyor ve Susam, sayfalar çevrildikçe yaşayacağımız evrilmeye bizi bu önsözle, şöyle cümlelerle hazırlıyor: “Eskinin, yavaşlığın, sakinliğin içinde sözünü yeryüzüne bırakan anlatıcı yok olmadı ama hızın, teknolojinin, sanallığın değiştirdiği başka birine dönüştü. Anlattıkları da anlatım biçimleri de öyle.”

Önsözün sonlarına doğru Susam; “Edebi Patikalar’la hedeflediğimiz, edebiyat aracılığıyla yaşamı, insanı, toplumu, içindeki tüm varlık ve varoluşlarıyla kâinatı yaratıcı güçleriyle ve yaratma alanlarının içinden sorgulayan yazarlar, eleştirmenler, akademisyenlerle yeniden anlamaya çalışmak,” diyerek bizleri onlarla; Deniz Gezgin, Ercan y Yılmaz, Gaye Boralıoğlu, Gülayşe Koçak, Gürsel Konat, İlhan Durusel, Kerem Işık, Menekşe Toprak, Murat Gülsoy, Murat Yalçın, Sema Arslan, Sibel Türker, Yiğit Bener’le ve etkileyici makaleleriyle baş başa bırakıyor.

Deniz Gezgin, Işıklardan Uzağa Gececil Bir Hareket

Deniz Gezgin, anlatmayı, kendini dünyaya açmakla ve dünya olmakla anlatıyor. “Yaşanmışı değil de yaşamı yazmak için sabit kurulu dilden başka bir yol olmalı,” diyor. Anlatmanın, anlatılandan çok daha güçlü olduğunu şöyle aktarıyor: “Karanlığın anlatısı karanlıktan daha okunaklıyken ışıksız göremeyen kim olsa dilden medet umar.”

Gezgin, “Tek tek etiketlenmiş, fişlenmiş, üzerine nereden geldiği not düşülmüş de olsa çekmecede tutulan bir malzeme, çevresini ve yaşayışını yitirmiş olmaz mı?” cümlesini Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şu anlatımıyla bağlıyor: “Yaşaması koşmak olan bir varlığı taş göstermek.” Bu kısımda, anlatının gücünü ortaya koyuyor yazar ve hemen sonrasında, paragrafın devamında; anlatının bir yol gösterici olmaktan ziyade, duyusal bir uyarıcı olmasının gerekliliğine değiniyor: “Pusula bir yol gösterici olduğu kadar yön bilgisinin sonsuz yitimini de beraberinde getirmez mi?”

Ercan y Yılmaz, Aynı Noktaya Varacak Patikalar

Ercan y Yılmaz makalesini Olmak alt başlığı altındaki şu cümleyle açıyor: “Yazı icat edileli beri anlatacakları olanlar için iki yol vardır; biri yazmak, diğeri susmak.”

Yılmaz, henüz beş yaşındayken Jules Verne’nin Denizler Altında Yirmi Bin Fersah isimli kitabıyla yolunun kesiştiği âna çağırıyor okuru ve hemen sonrasında dümenini edebiyatın sularına nasıl kırdığını anlatarak şöyle söylüyor: “Yeryüzünde yazı icat edilmemiş olsaydı mutlaka ben keşfederdim ve yine “yazar” olmayı isterdim.”

İkinci bölüm Anlatmak’ta içindeki yazarlık arzusunun onu “bakma” ve “dinleme” dürtüsüyle harekete geçirdiğini aktaran Yılmaz, edebiyatın ve sanatın doğuşunu şu tanımla özetliyor: “Beynimizin güzel oyalanma isteği.”

Bakiye bölümünde, farklı türlerde yazmaya nasıl başladığını aktaran Ercan y Yılmaz; İsahag Uygar Eskiciyan mahlasıyla basılan şiir kitabına ve neden mahlas kullanmayı seçtiğine de bu kısımda değiniyor.

Sınır’da ise Proust’tan yaptığı alıntılarla, yazmayı nasıl kontrol altına aldığından bahseden Yılmaz, farklı türlerde yazmaya yeniden dönerek okura şöyle soruyor: “Tür nedir, hâlâ var mıdır öyle sınırlar?”

Anlatının sonraki bölümlerinde farklı yazımlardan örnekler veren yazar, “Nihayetinde anlatım sıvıdır ve varsa bir kalıbı, konulduğu kalıbın şeklini alır,” diyerek, türler arasındaki o ince perdeyi ustalıkla kaldırıyor.

Makalenin son cümlesinde, ilk cümlesine göndermede bulunarak anlatısını şöyle bitiriyor Ercan y Yılmaz: “Yazıyorum, sonra susacağım.”

Gaye Boralıoğlu, Yazarın Engebeli Güzergâhı: Ötekini Anlamak

“Hafızamızın olmadığı bir noktadan dünyaya düşüp, hafızamızı kaybederek toprağa gidiyoruz. Yani hiçlikten hiçliğe.”

Gaye Boralıoğlu, bu pasajdan hemen sonra hafızasından üç yaşındaki halini çıkararak, Andersen’den Masallar’la tanıştığı zamanlara götürüyor okuru.  Çocuk zihninin berraklığını, kelimelerin yalnızca somut anlamlarla var olduğu o zamanları şöyle aktarıyor: “Cümlelerin, kelimelerin göndermesi olamayacak kadar boş henüz zihnim.” Anlatının, deneyimlerle değişeceğine dair ilk sinyali burada veren yazar; masalların onun üzerindeki etkisini, “Uydurma” kelimesine kendi tabiriyle iade-i itibar sağlama gayreti içinde olduğu şu satırlarla aktarıyor: “Yaratıcılık yoktan var eder, uydurma varken yok eder. Yeni bir başlangıç için önce yıkıp yok etmek gerekir. Uydurma etrafa zarar vermeden hızlıca verili olanı yerinden oynatır, gerçeğin ayaklarını yerden keser, düz gideni yamultuverir.”

Makalenin devamında “Ötekini Anlamak” kavramını derinlemesine aktaran yazar, üzerine uzun uzun düşünülmesi gereken şu cümleyi kuruyor: “Yazarın muhakkak iki gözü olmalıdır, biri içeri diğeri dışarı bakan.”

Yazının, Anlatılan Senin Hikâyendir bölümünde Boralıoğlu, yazmaya nasıl hazırlandığını anlattığı kısa bir girişten sonra, Pepuk Kuşu öyküsünün yaşama kavuşmasını, bu yaşamın başka yaşamlara olan etkisini aktarıyor ve bölümün sonunda okurun aklını şu sorunun merakıyla sarıyor: “Şimdi bütün bu yolculuğun sonunda o soruya geri dönebiliriz. Anlatılan kimin hikâyesidir?”

Son bölümde edebiyatın devinimini, bazı edebiyatçıların dilde yaptıkları hataları satırlara döken yazar, Calvino’nun “dil vebası” tabirini hatırlatarak içinde bulunduğumuz sarkacı şöyle sarsıyor: “Zihni berrak olmayan yazar boşluklara katlanamaz. Tıpkı orta sınıf bir ev kadının evini dekore ederken her yere bir eşya tıkıştırması gibi hikâyenin her yanını sözcüklerle doldurur.”

Gülayşe Koçak, Büyülü Anlar

“Ciğerini yakan şu anlatma ihtiyacını gidermenin bin bir türlü yolunu bulmuş insan evladı…” diye başlıyor Gülayşe Koçak anlatısına. Sonra, sözle anlattıklarımızı yazıya dönüştürmenin sonuçlarına çağırıyor bizi; metnin heyecanını kaybedeceğimizi, yazıya dökülenleri sözle ifade ettiklerimizin sınırlarıyla kuşatacağımızı ve anlattıklarımızın “gazının kaçacağını” fısıldıyor. Romanı Çifte Kapıların Ötesi’nden bahsettiği kısa bir pasajda, öykü yazmak için oturduğu masadan, bir ilk romanla ayrıldığını anlatıyor sonrasında. Burada bize verdiği mesaj ise şöyle: “Tam teslimiyet içinde yazdığınız zaman, bilinçaltınız gafil avlanır.”

Gülayşe Koçak, makalesinin sonraki hatlarını üç parçaya bölüyor ve kendisini yazmaya sürükleyen üç büyülü andan bahsettiği satırlara gidecek yolu aralıyor. Bunlardan ilki olan Birinci An’da, antipati beslediği bir arkadaşından bahsederken, onunla ilgili yazmaya karar verdiği zamanı, “adeta bir döllenme ânı,” diye özetliyor. Hemen sonrasında karakterin değişimini, hayatından gelip geçmiş başka biriyle özdeşleşmesini ve ortaya bambaşka bir hikâyenin çıktığını aktarıyor Koçak.

İkinci An’da yazar, kıvılcım ânını, “Şaşı bak şaşır,” la özetliyor ve bu bölümdeki patlama noktasını şöyle dile getiriyor: “Öyle bir roman yazmalıydım ki, bu duyarsız toplumu, afiyetle mideye indirilen akşam yemekleri eşliğinde ölü insanları ekranda izleyebilir hale gelmiş bu hissiz, “şaşı bak şaşır” şekilli toplumu omuzlarından tutup sertçe sarssın, ona ayna tutup kendiyle yüzleştirsin, kendine getirsin.” 

Anlatının son bölümü Üçüncü An’da kalemini oynatamadığı, karakterlerinin onu büyük bir açmazda bıraktığı zamandan bahsederek, bu dönemi, “Kabızlık hali” diye özetliyor yazar. Yazan herkesin yaşadığı bu sıkışmadan çıktığı ânı ise, gecenin bir yarısı, rüyasının gerçekle bölündüğü, hikâyenin akması için gereken o çarpışmaya kavuştuğu sevinçle aktarıyor ve bu durumu, “Sihir,” diye tanımlıyor.

Gürsel Korat, Yazı ve Ben

Gürsel Korat, Zaman Yeli’ni yazdığında Türk edebiyatında ortaya koyduğu yenilikle açıyor anlatısını. Eski dili yeniden kurmak tabirini kendi ekseninden anlatıp sonrasında okuru bunu düşünmeye davet ediyor. Ve hemen ardından şöyle diyor: “Roman kendi söz varlığını kendisi yeniden icat ederse roman olur.”

Romana çalışma tekniklerini, aklındakileri yazıya dökerken kurduğu dengeyi aktaran yazar, çok önemli bir noktaya, edebiyatın bilgiyle başarıyla harmanlaması gerekliliğine vurgu yapıyor. Korat; “Bu durum yazarlığımın en güçlü savaş alanlarından biridir; Güvercine Ağıt‘tan başlayarak tüm kitaplarımdaki bilimsel bilgiye ait içeriği estetik dolayımına aktarmak için çok uğraştım,” diyor.

Kapadokya’yı yazdığı zamanlarda yaşadığı devinimlerle, edebiyatın hassas noktalarını ortaya koyuyor. Bölgenin coğrafi konumundan, zaman içinde değişime uğrayarak kaybetmeye yüz tuttuğu yapılarından bahseden Korat, “Otellerden önce edebiyata ihtiyaç vardır,” diyor ve hemen ardından bir coğrafi alanın edebiyatla birleştirildiğinde dikkat edilmesi gereken en önemli noktayı şöyle aktarıyor: “Sözel olarak o bölgenin kalıbına girerim. Çünkü bir coğrafi yerin edebiyatı kesinlikle o bölgede konuşulan yerel dildir.”

Makalesinin devamında başka bir can alıcı noktaya da vurgu yapıyor Gürsel Korat; edebiyatta övgünün aşağılayıcılıktan bir farkının olmamasına değiniyor. Üzerine çokça düşünülmesi, konuşulması gereken bu husus, ayrıntılarıyla Korat’ın metninde yer alıyor.

İlhan Durusel, İçimizdeki Anlatıcıyı Dinleyici

İlhan Durusel, Nene Korkut’a ithafta bulunduğu anlatısını şöyle açıyor: “Hatırlıyorum yıllar önce, evvel zamandan da evvel, bir arkadaşla konuşuyorduk, neden diyorduk, ‘neden yazıyoruz?’” Bu cümlenin kılavuzunda, başlıktaki “İçimizdeki anlatıcıyı dinleyici” kavramının etrafında dolanacağı bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Öncesinde “bir dinleyiciye bir anlatıcı” kavramının kavislerine çağırıyor. Sonrasında kendi zihninde yazmanın değişen imgesini sorguladığı anlarda durup düşündürüyor. Nihayetinde aklımızı kaşıyarak, dinleyici olmaya mecbur bırakıldığı / bırakıldığımız zamanlara götürüyor: “Sözlü gelenek bizi önce dikkatli birer dinleyici olmaya mecbur kılıyordu, çünkü ağzımıza açmamıza izin verilmiyordu.” Çıkrıklarımıza masallar doladığımız, anlatmak için sabırsızlandığımız geçmiş zamanları usulca yürütüyor İlhan Durusel. Annesinin karnında dinlediği anne sesini, öznelliğinin yansıması olarak sunuyor. Biriktirdiklerini akıtmaya başladığı zamanı da şöyle aktarıyor: “Onun içime bıraktığı sesle ben de bir ömür boyu anlatıp dinliyorum kendi kendime. Anlatmak için vampir iştahıma karşılık bir batında okyanusu yutan dinleyici balina.”

Bana derler Storyteller bölümünde “Anlattığımız şeyi biraz da anlamak için anlatıyoruz zaten,” cümlesini düşünmeye çağırıyor bizi ve hemen ardından yapay zekanın günümüzdeki etkisine, kelime oyunlarıyla davet ediyor. Her şeyin sonunda tam da şurada bırakıyor: “Burada bir anlatıcının en az iki çocukluğu vardır, biri kendisinin. Öbürü de onu anlatanla onu dinleyenin.”

Kerem Işık, Bir Boşluğu Ararken

Kerem Işık, anlatısını diğer metinlerden farklı bir teknikle, kısa bir hikâyeyle açıyor. Yazarın, K. isimli ana karakteriyle mezarlıkta okuru rastlaştırdığı bu öykünün öznel imgeler barındırdığını, bir sonraki bölümde anlıyoruz.

Işık, makalesinin Ertelenen karar, eksiltilen iddia kısmında, “Edebiyat benim için öncelikle bir hikâye anlatma sanatı olmuştur,” diyerek, yazının devamında ilk bölüme göndermede de bulunarak, yazım hayatına dair önemli ipuçları veriyor. Yaşanılanları doğru olarak değerlendirebilmek için belirli bir mesafenin gerekliliğine dikkat çeken Işık, uzaklaştığımızda her şeyi daha net fark edebileceğimizin altını çiziyor.

Karakter yaratmada öznel mefhumlardan nasıl faydalandığını şöyle aktarıyor: “Kurmaca bir karakterle aramızda gerçek anlamda bir özdeşleşme olabilmesi için sürecin bir noktasında kendi anılarımız ve yaşadıklarımızın da fark ettirmeden devreye girmesi gerekir.”

Hayatımızdaki patikaların bizlerde bıraktığı izleri yazdıklarımızla, gördüklerimizle, benzeştirdiklerimizle bir kıvılcıma dönüştürebileceğimizi düşündüren Işık; biriktiğimiz tüm anıların, tüm insanların içimizden çıkmak için beklediğini fısıldıyor.

Anlatısının sonunda bizi yeniden K. ve onun defterine yazdığı notla baş başa bırakarak, yeni bir hikâye yazmanın o ilk sancısını şöyle fısıldıyor Kerem Işık: “Günlerdir peşinden koştuğu o ilk cümle artık kâğıdın üzerinde. Şimdi nereye isterse oraya gidecek…”

Menekşe Toprak, Uydurmanın Sınırları: Bir Evden Çıkıp Başka Bir Eve Giriyorum

Menekşe Toprak, Gaye Boralıoğlu’nun “Uydurma” kelimesine yaptığı iade-i itibarı, anlatısının başındaki Ernest Hemingway’in şu cümlesiyle pekiştiriyor: “Uydurmak en güzel şeylerdendir ama gerçekte olmayacak bir şeyi uyduramazsın.”

Toprak, aklında bu cümleyi döndürdüğü ânı anlatırken, yumurta haşlamak için aradığı tencereyi tarif ediyor bize. İlk başlarda sıradan bir anının içinde salındığımızı düşünsek de yazarın tencereye dair çıkarımları, derin sulara dalmak üzere olduğumuzu hissettiriyor. Aradığını bulamayan Menekşe Toprak, dolaptan cezveyi çıkarıp yumurtaları haşlamaya koyulduğu anda, tencerenin aslında Berlin’deki evinde olduğunu ancak şimdi İstanbul’da bulunduğunu fark ederek, zihnindeki aydınlanmayı bize gösteriyor: “Sen nasıl ki yazmakta olduğun bir metnin yazılmış kısmını bilgisayarda, flaş belleklerde, yazacaklarını da sürekli muhayyelinde şekillendirerek beraberinde taşıyorsan, o tencereyi de aklınla buraya getirmişsin.” Bu cümlenin akabinde Menekşe Toprak tencereyle kurduğu koalisyonu, “Uydurmak” kelimesine dair sürdürdüğü çıkarımlarla koruyor:  “Uydurmak aslında insanın gerçekliğiyle sınırlı bir şeydir.”

Yazar anlatısının bundan sonraki kısmını, İstanbul’daki hayatıyla Berlin’deki hayatı arasındaki farklara değinerek sürdürüyor. Alışık olduğu düzeni bozan bir olayla rastlaştığı anda, masasına dönmek ve yeniden yazmak istiyor. İşte makalenin tam da bu kısmında, tanıdık o sıkışma anlarımızı anlatıyor: “Asıl yerin orası işte, koruduğun, huzur bulduğun, hem cennetin hem de cehennemin o masa. Sözcük arayacak, cümle kurmaya çalışacaksın. Öyle kendiliğinden gelmeyecek cümleler, tıkanacaksın ve her defasında seni büyülemiş olan metinlere geri döneceksin.” Anlatının bu bölümünden sonra bildiği kitaplara sığınma isteği duyan yazar, aklımızda taşıdıklarımızı yeniden hatırlatarak, bizi ustalıkla yumurta tenceresine geri götürüyor: “Bulamadığında bu kez de kitaplıktaki düzensizliğe, gelişigüzelliğe kızacak ve sonra hatırlayacaksın ki, o aradığın kitap da Berlin’de kaldı.”

Murat Gülsoy, Güneşin Altında Söylenmedik Bir Şey Kaldı mı? Ya da Edebiyatta Yenilik Mümkün mü?

Murat Gülsoy, anlatısının başında edebiyata ilk heves ettiği zamanlardan bahsediyor ve o yıllarda kendisini bir yenilik arayışında bulduğunu aktarıyor: “Yeni bir şey söylemeyecekse neden yazsın ki insan?”

Yazının devamında, etkilemek ve etkilenmek sanatına vurgu yapan yazar, bu kavramın ışığında, yola yeni çıkan yazarların kendilerine ustalar seçtiği hususuna değiniyor ve bu durumun yarattığı infialin çözüm yolunu şöyle gösteriyor: “O ustalar kendi sözlerini söyledikleri için ustadırlar. Biz de kendi sözlerimizi kendimize özgü bir yolla söylersek sanatçı olma yoluna girmiş oluruz.”

Edebiyat yolculuğu boyunca düştüğü tuzakları, kaybolduğu patikaları, savrulduğu girdapları anlatan Gülsoy, edebiyatla ilk tanıştığı zamanlardaki üstenci bakışının sebeplerini ortaya koyarken, bu durumu narsistik tavır diye niteliyor.

Edebiyattaki zihinsel yolculuğunun yanında bir de teknolojinin değişimine değiniyor Gülsoy. Daktiloyla yazdığı zamanlardan, bilgisayarda Hayalet Gemi isimli dergiyi hazırlamaya başladığı günlere götürüyor bizi. Hatta öyle ki, sembolik dilin başlangıcına, yazının ve sonrasında matbaanın icadına değiniyor.  İnternetin devrim olduğundan bahseden Gülsoy, chatGPT’ye varan yolculuğumuzun anlatı üzerindeki etkilerini vurguluyor. Geleceğe dair çıkarımlarda da bulunan yazar, makalesinin son sayfasında olası bir gerçekliğe bizi hazırlıyor: “Ya da sadece sevdiğimiz yazarlara kendimize özel metinler yazdıracağız. Nâzım Hikmet’in ya da Gülten Akın’ın sadece sizin için yazacağı şiirleri hayal etmek çok mu ileri gitmek olur?”

Murat Yalçın, Anlatarak Yaşamak

“Anlatmak, bir taşkınlık, bir kabına sığmama durumu. Kendiyle yetinmeyip başkaları yerine de yaşama isteği. Kendinden önceki ve sonraki zamanları düşleme, duyumsama yeteneği. Bulunduğu yerin uzağına gitme arzusu.”

Anlatmak kavramını kısa bir girizgahın ardından bu pasajla özetliyor Murat Yalçın. Yazısının devamında, kendi yazın yolculuğunun başladığı ilk günlere çekiyor zamanı. Ne yazdığının, nereye yazdığının önemi olmadan yalnızca yazmak ve okumakla geçen günlerine. Öyle ki Murat Yalçın, okuduğu çeviri kitapların dipnotlarındaki kitap adlarını not aldığını ve büyük bir iştahla onların Türkçeye kazandırılacağı zamanı beklediğini anlatıyor.

“’Stendhal gibi yazmak için her şeyden önce, 1830’da yazmak gerekir,’ diyordu Grillet,” cümlesine yer verdiği anlatısında, yazarları yazdıkları zamanlara, üsluplara, türlere göre nasıl ayırdığını aktarıyor.  Parantez içinde yazar isimlerine yer verdiği bu bölümün üzerine, ayrıca düşülmesi gerektiğini düşünüyorum.

“Yazar-editör” sıfatına vurgu yapan Murat Yalçın, aynı vasıflara sahip diğerleri gibi, kendi yazdıklarına editörlük yapamadığının altını çizerek, “Editör de olsa her yazar editörünü arar,” diyor ve yazmaya dair etkileyici bir çıkarımda bulunuyor: “Narkoz verilmeden ameliyat olmaya razı olmaktı yazmak.”

Sema Aslan, Yalnızız ve Bunun Hakkında Birlikte Düşünmek Zorundayız

Sema Aslan, “Kıyametin, felaketin, çok ama çok kötü günlerin ve yaşlılığın incelikli bir dikkatle anlatıya yön verdiği romanlar, Dünya’nın ve dünyanın değişimini düşünürken umuyorum ki bana yol gösterecek,” cümlesiyle açıyor makalesini ve hemen sonrasında “Felaket”in anlatılar üzerindeki belirleyiciliğini aktarıyorbize.Edebiyat adına sorduğu şu soruyla, felaketi yazıya dökmenin yolunu açıyor: “Felaketle ne yapacaksın? Bildiklerinle ve silemediğin hatıralarınla ne yapacaksın?”

Makalesinin ikinci bölümünde Wilhelm Genazino’nun Aşk Aptallığı romanına dair derinlikli bir incelemeye yer veren Sema Aslan, bu hikâyenin omurgasına oturan felaket kavramının bireysel örüntüsünü gözlerimizin önüne seriyor. Genazino’nun roman boyunca yaptığı kıvrak dil oyunlarına da değinen Aslan, hikâyenin tamamen çarpıtma olduğunu öğrendiğimiz yere vurgu yaparken şöyle diyor: “Hikâyenin öyle ya da böyle olmuş olmasına gerek yok, her iki hâlde de ona inanabilirim. Çünkü anlatıcı o sırada gözlemlediği olaya sadık kalmaya değil, algının kendisini araştırmaya girişmiştir.” Bu kısımda algının yamukluğuna değinen yazar, Anlatı Üzerine – 1 Hayatı Yeniden Kurgulamak’ daki önceki makalelerde de rastlaştığımız, algının önemine dikkat çekiyor.

Sibel K. Türker, Sözsüz Zamanlardan Bir Çağrı

“Her yazarın yazısının çocukluğu, gençliği, yetişkinliği ve hatta yaşlılığı vardır, ancak yazının ölümü olmaz,” diyor Sibel K. Türker anlatısının ilk sayfasında. Hemen sonrasında da yazım hayatındaki iniş çıkışlarından, öykücülükle başladığı yolculuğu farklı türlerle devam ettirmesinden, gitgide daha yetkin, daha nitelikli eserler vermesinden bahsediyor ama nihayetinde yollarını uzun bir süre boyunca ayırdığı öykücülüğe geri dönüşünü anlatıyor bize. Ardından kaleminin ucunu, yazarın yazma yolculuğundan, öykünün yolculuğuna çeviriyor Türker; yazmadan ve hatta konuşmadan da önceki o zamanlara bizi çağırarak, bir mağara duvarındaki resimlerin öykülerini gösteriyor. Ve bunu şöyle tanımlıyor: “Öyküden de önceki öykü.”

Makalesinin başında, yazmaya ilk başladığı zamanlardaki bir röportajından yaptığı alıntıya yer veriyor Sibel K. Türker: “Hayat yazıdan büyüktür.” Bu cümle, makale boyunca yazara kılavuzluk ederken; zaman zaman eğilip bükülüyor, ters yüz ediliyor. Öyle ki bir yerde Türker, “Tanrı varlıktı, kutsal kitap da anlatıydı. Tanrı anlatılmalı mıydı?” cümlesine yer vererek, büyük bir iç dökümünün hemen ardından Tanrı’dan bahsediyor ve anlattıklarını aynı çizgiye şöyle getiriyor: “O da benim gibi yazısında içkin, yazdıklarının hepsi o’dur. Hem de değildir, her şeyin dışındadır. Elini kaldırıp da hayat dediğimiz bu düzeni şöyle bir karıştıramaz. Ben de anlatının içinde bir ruh olarak gezinebilirim, zihnimden çıkan insanların yüzlerine uzun uzun bakabilirim. Ama onlar benim yüzüme bakamaz, baksa da göremez.”

Hayat ve ölüm arasında sıkıştığımızda yazının imdadımıza yetiştiğini söyleyen Türker, anlatısının sonunda bizi öykünün doğumuna, mağara resimlerine geri çağırıyor ve son sözünü şöyle söylüyor: “Gözlerimi yeniden kapatsam da yazı orada duruyor. Hikâye usul usul anlatmaya, çatlaklardan dolarak akmaya devam ediyor. Tıpkı hayat gibi…”

Yiğit Bener, “Anlatma Arzusu” Dönüşürken

Yiğit Bener anlatısını Asuman Susam’ın epigrafıyla açtıktan hemen sonra yazmanın bugününe dair eleştiride bulunuyor: “Eskiden neredeyse kutsallık atfedilen ve başlı başına bir kültürel değer olarak algılanan kitap, bugün artık değeri yalnızca satış rakamıyla ölçülen sıradan bir metaya dönüştü. Günümüzde önemli olan yazarın neyi nasıl anlattığı değil, piyasadaki “imajı” ve kitabının “çok satanlar” raflarındaki yeri.”

Yiğit Bener, Metalaşma süreci adını verdiği bölümde, yayıncılığın değişen biçimine değiniyor, yayın dünyasına dair önemli saptamalarda ve eleştirilerde bulunuyor: “Yayıncılığın tek tasası satış rakamı olunca, edebi eserin içeriğinin , dilinin, biçeminin tartışıldığı mecralar, yani dergiler ve nitelikli kitap ekleri kademeli olarak işlevsizleştirildiler.”

Yayınevlerinin uyguladıkları politikaları ve sonuçlarını aktaran Bener, görünmez olmak zorunda bırakılan yazarlara ve görülmeyen eserlerine değiniyor. Kimi yazarların da çok satanları taklit etme rehavetine kapıldıklarını anlatıyor.

Edebiyatçıların, tüm bu koşullar altında anlatma arzularını korumakta zorlanabileceğine vurgu yapan yazar, okurun niteliğinin de değiştiğini aktarıyor: “Kaldı ki değişen sadece edebiyatın toplumsal konumu ya da diğer anlatı yöntemleriyle rekabet koşulları değil; okurun konumu, imgelemi ve entelektüel donanımı da dönüştü.”

Edebiyatın geleceğine dair saptamalarda bulunan Yiğit Bener, yapay zekaya da değinerek olabileceklerden bahsediyor, sözlü edebiyatın yerini alan yazılı edebiyat gibi, başka dönüşümlerin kapıda olduğunu anlatıyor. Ve makalesini bitirirken bize şöyle soruyor: “Gelecekte, yazılı edebiyatla sözlü edebiyatın, hatta görsel- işitsel medyanın olanaklarını harmanlayarak zenginleştirilmiş yeni araçlara neden ilkesel olarak karşı çıkalım ki?”

Genele Bakış  

Deniz Gezgin’le başladığımız “Anlatı” yolculuğumuz Yiğit Bener’le sona ererken, anlatmanın evrimi tüm hatlarıyla duruyor önümüzde. Mağara resimlerinden sözsüz iletişime, yazının keşfinden yazmanın türlerine, kitaptan chatGPT’ye… Anlatı durmadan biçim değiştiriyor; bazen en şık elbiseleriyle, bazen en berduş haliyle çıkıyor karşımıza ama bir tek şey daima esas kalıyor: Durmadan anlatma gayreti.

On üç yazarın makalelerinde anlattıklarını sizlere anlatma gayretine giriştim ben de. Pek tabii, benim anlattıklarım sizi onlarınkine, onlarınkiler ise sizi bahsettikleri diğer imgelere, kitaplara, filmlere götürecek. Anlatma, anlama durmadan, hız kesmeden devam ederken, zihnimizdeki kuyular her geçen an biraz daha derinleşecek. Peki her şeyin sonunda, yeter düzeyde anlamış olacak mıyız? Bunun cevabını, bir önceki inceleme yazımdaki yazardan ödünç aldığım cümleyle vermek istiyorum. Sınırsız Ülke’de Patricia Engel şöyle diyordu: “Anlatılan bir hayat, her zaman eksik kalacaktır.”

Anlatı Üzerine 1:
Hayatı Yeniden Kurmak

Yayına Hazırlayan: Asuman Susam
Livera Yayınevi
Deneme / 192 sayfa

Veveya Kitap 14 / 05 Mart 2024

Veveya Kitap 14 / 05Mart2024
Yukarı