Duvarlar ya da Geçmiş, Geçmemiş / Öyküm Deniz

Caner Almaz, Duvarlar kitabının başlığı aslında ilk yazım aşamasında “Duvarlar ya da Geçmiş Geçmemiş” olarak planlamış. Kitap yayınlanma aşamasına geldiğinde ise başlık Duvarlar haliyle yeteri kadar derdini belli etmiş gibi görünüyor olmalı ki devamına gerek duymamış. Bunu öğrendiğim vakit ilk başlığın beni daha çok etkilediğini fark ettim. Bu sebeple de onun kitabının ilk inceleme yazısını kaleme alırken onun kitabının ilk başlığını sahiplenmek istedim.
Duvarlar’ı bitirdiğim vakit tenimin üzerinden geçen hafif bir rüzgâr hissetmiştim. Bu rüzgârı bilirsiniz; sizin içinizi gıdıklarken bazı yerlerde kumları havaya kaldırır, orada olsanız gözünüzü dahi açamazsınız.

Yaşamaklar, bir kadını üzdüğü için okurların nefret beslediği Kenan’ın hayatına konuk ediyordu bizi. Bilmediği bir dili ve klarnet çalmayı öğrenmekte yaşam enerjisini bulmaya çalışan Kenan, bir gün Füsun ile tanışır ve tabiri caizse aşkın acılı tarafına ekmek banar. Bir yanda yaşadığı her bir günü günlüğüne yazan, yazdıklarıyla 365 günlük tamamlayan annesi Birgül, bir yanda varlığıyla hayatında bir hüsran yarattığı Füsun var. Ben Kenan’a kızamamıştım. Babasız geçen bir yaşamı olmuş Kenan’ın. Annesinin gözlerinde görüyor yaşadığı zorlukları. Kenan hayatın birazcık da boşluklarına yuva yapanlarından. Hiç bilmediği bir duyguyu annesinden gören ve annesi gibi gösteremeyen bir erkek.

Duvarlar kitabı Caner Almaz’ın Everest Yayınları’ndan çıkan ikinci romanı. Kabul ediyorum, Yaşamaklar’dan daha çok sevdim. Bana erken vakitte bu kitabı okuttuktan sonra kendisine uzunca bir yorum yapmış ve bu yorumu bir okuru olarak posta yoluyla göndermiştim. Mesela bazı günler sevdiğim bazı yerleri dosya olarak gönderdiği ve o zamanlarda henüz elektronik olan kitaptan okuduğumu bilmez. Duvarlar’ı anlatırken öncelikle bana çoğu gece arkadaşlık eden o yerlerden biriyle başlamak isterim. Kenan’ın babası Halil’i ve annesi Birgül’ü Yaşamaklar’da tanımıştık. Duvarlar, bu iki insanın gençliğine ve ilk tanışıklıklarına döndürüyor bizleri. 1980’lerdeyiz. Kavgalar, çatışmalar, devrim yapmanın gençlerin sıcak kanıyla karışan o çılgın cesareti, idam cezasıyla cezalandırılan fidanların üniversiteli o gençlere emanet ettiği öfke, yaşamı bedenen sonlandırılan ama ruhen yaşamasına engel olunamayan Denizlerin yaşam mücadelesi… Benim taşıdığım ikinci adım. Deniz. Nereden geldiğini tahmin edersiniz. Bedenen burada olmayan ama ruhen yaşamasına engel olunamayan Deniz’in yaşadığının bir kanıtı olmak üzere, sırtıma yüklenen ve taşımaktan gurur duyduğum en ağır yük. İşte Duvarlar’ı daha çok sevmemin bir sebebi. Annemin ben küçükken söylediği bir şarkı vardı: “Bir çocuğumuz olmalı, adı Deniz olmalı.” Beni severken hep o şarkıyı söylerdi. Sonrasında o şarkıyı dinlediğimde şu cümleleri duymuştum, benim tüylerim ilk defa o gün ürpermiş olabilir. “Bana birisini hatırlatıyorsun küçüğüm. Üzerindekiler bana yabancı değil: Suratındaki yaralar, karalar, kirler… Sakın pişman olma. Kızma, kızdırma. Sembol olmak katil olmaktan çok daha zor. Yemekten, içmekten, direnmekten zor küçüğüm. Ben kimim diye sorarsan, biz tabiatla kardeşiz. Yemeyle, içmeyle hatta uçakla, suyla, kuşla, böcekle. Ama yine de bana ne olmuş diye soruyorsan kızma, kızdırma. Hani doğruluktan dürüstlük doğar derler ya… Bence sana Deniz çarpmış küçüğüm.” Halil’e de Deniz çarpıyor. Bir gün birbirine giren üniversiteli gençlerin kargaşasında dayak yiyor ve Oğuz onu dağılmış suratıyla yerden kaldırırken “Aramıza hoş geldin.” diyor. Zaten inanmak istediğin şeyi sen aramıyorsun, o gelip seni buluyor. Halil’de biraz farklı oluyor. Onun inanmak istediği şey dövüp buluyor.

Halil’in o dönemlerde sevgilisi Birgül, oldukça muhafazakâr ve sağcı bir babanın kızı. Üniversiteye gitmesi bile mucize gibi. Babası Halil gibi devrim peşinde koşan gençlerden uzak kalması koşuluyla üniversiteye gitmesini onaylıyor. Birgül ise tam da böyle birisinden, Halil’den, hamile kalıyor. İstemediği ot burnunda bitermiş insanın.
Duvarlar’da Halil, Oğuz ve İlhan Taksim’de bulunan bir kitapçının önünde tezgâh açıp kitap satıyor, birlikte bir eve çıkıyorlar. Şöyle gönül gözüyle eski İstanbul’u göremedim ama neyse ki tarih unutturmuyor fotoğraflarla. Bu sahneler gözümden bir film şeridi gibi geçti. Hatta böyle bir filmi hatırladım. Tarık Akan ve Gülşen Bübikoğlu’nun oynadığı Ah Nerede Vah Nerede filmi… Üç erkek kardeş okumak için İstanbul’a geliyorlar. Bir meydanda tezgâh açıyor ve orada kitap satıyorlar. Delikanlılardan biri doktor olacak, bir diğeri mühendis, bir diğeri deli kanlı hakikatten. Duvarlara sprey boyayla sloganlar yazıyor ve polislerden kaçıyor. Tarık Akan’ı böyle anmıştım Duvarlar’ı okurken sonra bir baktım ki Halil, Oğuz ve İlhan ile tanışıyor Tarık Akan. Tam da böyle bir filmin hazırlığında, kitapçıları gezerek rolüne çalışıyormuş. Düşünsenize artık Ah Nerede Vah Nerede izlerken Halil’i anıyormuşuz. Kenan’dan nefret edenler ne çok kızıyordur şimdi bana. Vicdansız baba, kendi çocuğunu bırakıp başka bir kadınla kaçmış üstelik o kadının doğurduğu çocuğa babalık yapmıştı. Üniversitenin birinci sınıf öğrencisi Aysel. Öğrenciliğin acemisi ama devrimciliğin asi kadını Aysel zaten bu şekilde aşık ediyor kendisine Halil’i. Ya da Halil’in âşık olası varmış diyelim. Boşluklar demiştim, boşluklardan yakalanınca kaçmak mümkün olmuyor. Ne yalan söyleyeyim Yaşamaklar kitabında Halil’e çok kızmıştım. Gerçekten babası olduğu bir çocuğa neden hiç dönmemiş, neden iletişim kurmamış diye sorup durmuştum. Fakat Duvarlar’da sebebini buldum.

Caner Almaz, karakterlerinin içinde durmak bilmez fırtınaların sesine de söz hakkı vererek okurunu karakteri anlama yolunda destekliyor. Bu adımı Yaşamaklar’a oranla çok daha iyi yaptığını söylemeliyim. Bunu kendisine yazdığım yorumda da belirtmiştim. İkinci kitabına hazırlanırken yapmış olduğu Yazı Hariç podcastinden midir, yediği ya da içtiği şeyden mi bilmiyorum ama bu durum Duvarlar’ı kalbimin merdivenlerini adım adım çıkararak tepelere taşıdı. “Kanımda çakıllar. Sevmek böyle bir şey mi, diye soruyordum kendime. İnsan böyle mi hisseder? Yoksa sadece çekim mi, yaşayamadıklarının özlemi mi? Hiç âşık olmamıştım. Ben aşkı sonradan öğrendim. Öğrendin mi Halil? Öğrendim ya, öğrendim. Şurada gecenin karanlığını yaran minibüsün içinde, köşede oturan Aysel’in adımları öğretti bana aşkı. Aysel’in adımları. Onun yürüdüğü yol benim yönümdür. Aşk insana yönünü öğretir Halil.”

Duvarlar’ın adını somut bir şekilde hissettiğimiz yer işte benim kalbimin yerini, verdiği acı yüzünden öğrendiğim andır. Oğuz’un geçip giderken duvarda devamlı tekmelediği bir leke var. Oğuz ayağının hizasında bulunan bu lekeyi tekmeleyerek git gide büyümesini izlemekten çok keyif aldığını fark ediyor. Çünkü bu durum yalnız olmadığını kendisine gösteren en somut örnek. O dönemde birlik olmanın, aynı şey uğruna mücadele vermenin ne demek olduğunu bilirsiniz. Leke yalnızca bunun bir sembolü gibi. Fakat bir gün Oğuz ensesinde pis bir nefes hissediyor. Bir istihbaratçı, kız kardeşi İpek’in tedavi masraflarını karşılamanın karşılığında Oğuz’a inandığı yolu satmasını teklif ediyor. Bir uçta canından çok sevdiği kız kardeşi bir tarafta canından çok sevdiği düşünceleri. Lanet ede ede kabul ediyor. İstihbaratçının ilk talimatı: “Duvara tekme atmayı bırakacaksın” oluyor. “Evet, hayat taraf olmalardan ibarettir. Güçlü ve güçsüz. İnanan ve inanmayan. Zengin ve fakir. Arasında olmanın imkânı yoktur.”

Duvarlar; bu defa bir ilişkiden, iki insandan daha fazlasını taşıyor. Bir geçmişi, hem de kurgu olmayan bir geçmişi, barındırıyor içinde. Sunay Akın’ın kâğıttan bir gemiye benzettiği devrim uğrunda birçok arkadaşı kaybettiriyor, bir aşkı deviriyor, bir çocuğu öksüz bırakıyor. Bir başka aşk kazanılıyor mu yoksa Aysel kendi aşkının üzerine yama olarak Halil’i mi kullanıyor bilinmez. Ama şundan eminim ki insan birbirini yarasından tanıyor.

Duvarlar
Caner Almaz
Everest Yayınları
Roman / 272 sayfa

Veveya Kitap 17 / 20 Nisan 2024

Veveya Kitap 17 / 20Nisan2024
Yukarı