Eril İktidarın Gölgesinde İki Kız / Semrin Şahin

Eril İktidarın Gölgesinde İki Kız / Semrin Şahin

Semih Gümüş Yazının Sarkacı Roman’da, “Kurgunun amacı zamanı parçalamak, metni farklı katmanların bireşimi olarak tasarlamaktır. Roman yazarlarının sürekli yeni anlatım biçimleri ve teknikleri aramalarının nedeni, romanın bütüncül zamanı kavrayabilmesi için yeni olanaklar yaratmaktır,” diye yazar. İşte Oylum Yılmaz’ın üçüncü romanı Ağaçların Rüyası böyle bir anlatım tarzıyla karşımıza çıkıyor. İlk cümleden itibaren insanı içine çeken yetkin bir dil ve anlatıcının hangi zamandan anlattığını ilk bakışta anlayamadığınız, okudukça katman katman açılan bir roman Ağaçların Rüyası. İlk cümleden itibaren yazarın kurduğu dil evreni karşısında büyülenmemek elde değil. Ağır bir konuya el atan ve bu anlatacağı dünyaya özel katmanlı bir dil kullanan Oylum Yılmaz, tekinsizliğin içinde eril iktidarın pençesine düşen iki kız arkadaş özelinde dişil dünyanın kapısını aralar.

Romanın geçtiği yer Büyükada’dır. Romanın anlatıcısı Füsun arkadaşı Nihan’la birlikte gizlice adadaki evlere girip çıkmaya başlarlar, Füsun ilk günden itibaren yaşadıklarını sorgulayarak anlatır okura. Romanda Füsun’un muhatabı okur değildir elbette, her şeyi konuşup anlattığı kişi Nihan’dır. Yer yer ikinci tekil anlatıcı, yer yer birinci çoğul anlatıcı kullanılarak meseleyi Nihan ekseninde tutar yazar.  “Peki hepimiz mi böyle düşünmüştük, aynı anda? Hepimiz mi böyle tutkuyla istemiştik o eve gizlice girmeyi? Hepimizin mi gözüne bu kadar yavan gelmişti kendi hayatlarımız da, kat kat açan o mis kokulu çiçeğe dokunmak, sırlanmış bir hayali hikâyenin içine koşa koşa girmek için yanıp tutuşmuştuk? Yok canım, hepimiz değil, sen elbette. Senin hevesin, senin ateşleyici isteklerin, bir şey hayal etmeye başlayınca sanki giderek ısınan bedenin, bedenin ısındıkça dalga dalga yayılıp herkesin başını döndüren o sıcak kokun, doyurulmayan yaşama arzun, bir türlü geçmeyen sıkıntın, gür kestane saçların. Sen Nihan, senin isteğin olsun, senin hevesin doysundu. Daha en başındayken bile, hepimiz biliyorduk, bu Nihan’ın hikayesi.” (s.13) Aslında sadece Nihan’ın hikâyesi değildir anlatılanlar, biraz Füsun’un, biraz Ayhan’ın, yetimhanede büyüyen Elza ve Despina’nın, ağaçların, ormanın, kimsesiz evlerin ve Büyükada Rum Yetimhanesi’nin de hikâyesidir.

 Anlatıcının geçmişle bir derdi olduğunu yarattığı imgelerle sezdirir bize. Nihan girdikleri evlerden saatleri çalması, yetimhanedeki çocukların ise saat atölyesinde çalıştırılması saati bir imge olarak karşımıza çıkar. Zamanı geri alamayız belki ama geçmişte yaşananları hatırlamalıyız. Ağaçların, doğanın, evlerin belleği vardır ve bunlar hiçbir şeyi unutmazlar. Füsun ve Nihan evlere girdiklerinde sesler duyarlar. Nihan her karşılaştığı, öğrendiği gerçek karşısında hastalanıp yatağa düşer. İnsanın da unutmaması gereken şeyler vardır.  İnsanın kötülüğü unutulmaması gereken şeylerin en başında gelir. Sesler, görüntülere dönüşür romanda. Her sayfada başka bir gerçekle yüzleşmemizi sağlar böylece.

“Ağaçların Rüyası” gerçekle hayalin iç içe geçtiği bir roman.  Anlatıcının yetimhanede Elza ve Despina’nın hayaletlerini gördüğü yerlerde romanın gerçeklik düzlemi sarsılıyor. Büyülü gerçekçi ya da fantastik bir kurmacanın bile bir ayağının mutlaka gerçeğe basması gerektiğini düşünüyorum. Okurun yaşananlarla sağlam bir ilişki kurması için bunun bir gereklilik olduğu kanaatindeyim. Yetimhane bölümlerini okurken romanın gerçekliğinden koptuğumu ve bu kısımları sorguladığımı söylemeliyim.

Yazar; toplumsal ve ekolojik sorunları, ailevi sorunları, kadınların cinsellik ve aşka bakış açılarını, insanın kötülüğünü, genç kızlık hallerini romana işlemeyi başarmış. Doğayla iç içe geçen insanı görürüz romanda, yazar, “Yaşatmadığı evlatların tutulan yasıdır doğa ve insan, o yasın çocuğudur.” (s.70) der bir yerde, başka bir yerdeyse “…aşk insanı da, ağaçları da önce illaki hasta eder. Sonrası sana kalmış, açacak mısın, solacak mısın?” (s.99) diye sorar.

Roman boyunca ormanın içinde, ağaçların kıyısında gezen anlatıcı çevreyi betimleyerek bize sunmaz. Sadece anlatı düzleminde kalır. Bense bir okur olarak ağaçları, eğreltiotlarını, çiçekleri, yabanmersinlerini, böcekleri, kuşları görmek isterdim. Ormanın sesini duymak, anlatıcının düşünceleriyle birleşen doğanın farkına varmayı beklerdim. Yazar bu kaygımı anlamış gibi bir yerde, “Oysaki ne çocuklara dikkat etmiştim ben bu zamana kadar Nihan ne de bir ağaca başımı kaldırıp dikkatlice bir kez olsun bakmış, bir çiçeği gerçekten olsun fark etmiştim. Gençliğimin etrafı bir sis perdesiyle çeviren telaşlı keşfedişlerinde, bedenimin ötesinde, farkında olmak istemediğim koca bir dünya vardı.” (s.70) der Füsun. Biz o sis perdesinin önündeki ve gerisindekileri görürüz sadece.

Romanın en sevdiğim yönlerinden biri her bölümün bir epigrafla açılması. Kitabın sonunda epigrafların alındığı şaire yer veriliyor, ara ara en arka sayfayı açıp kimin şiiri ya da sözü diye baktım. Neslihan Altun’a, Küçük İskender’e, Nilgün Marmara’ya, John Donne’ye rastlamak hoşuma gitti. Okurların epigrafların bölümlere katkısını göz ardı etmemeleri gerektiğini belirtmeliyim. Metnin anlam havuzunun genişlemesini sağlıyor.

Ağaçların Rüyası hem anlatımı hem de kurgusuyla altını çizerek belirmeliyim ki birkaç derin okumayı, hatta üzerinde uzun uzun düşünmeyi gerektiriyor.  Oylum Yılmaz’ın yeni yazacağı romanı merakla beklediğimi de eklemeliyim. Kitaplığımda özel bir yeri var yazarın. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Ağaçların Rüyası

Oylum Yılmaz

Doğan Kitap
Roman / 144 sayfa

Yukarı