Memento Mori / Ahmet Karadağ

SÜR/GÜNLÜK

Ey, iki adımlık yerküre/senin bütün arka bahçelerini/gördüm ben!

Nilgün Marmara

Bir ebenin ya da hekimin ellerinde üzerimiz kanla kaplı olarak doğup, ilk nefesi aldığımız an toplam sayısı belli olan nefeslerimizden eksiltmeye başlarız. Ucunda ölüm görünen bir yaşama başladığımızı anladığımız an da basarız yaygarayı. Göbeğimiz kesilip anneden ve korunaklı rahimden ayrıldığımızda içimizde ölüme kurulu bir saatin tik takları atmaya başlar. Ölüme bir önceki saniyeden daha yakınızdır şimdi, artık yazgımızda ölümsüzlük dışında her seçenek vardır. 

Geçen hafta Alman yazar Jenny Erpenbeck ile yapılmış bir röportajda okudum; “Edebiyatın zaten özünde ölüme karşı direnmek gibi bir işlevi var,” diyordu yazar. Ölümü karşısında direnilecek bir düşman olarak görme vardı yazarın bu yaklaşımında. Edebiyatın böyle bir işlevi vardıysa neden çok büyük yüzlerce edebiyatçı ölüme karşı direnememiş de erken yaşlarda intihar ederek ölümü seçmişlerdir sorusu zihnimde belirdi. Bu yazarlar/şairler yeterince iyi edebiyatçı değiller miydi yoksa ya da ölüme karşı dirençlerinde bir eksiklik mi vardı?

Bana göre edebiyatın Erpenbeck’in söylediği türden bir işlevi mevcut değildir. Hatta tam tersi edebiyatın ölüme yaklaştırma, yatkınlaştırma gibi bir işlevi vardır. Gerçi “işlev” dediğimiz anda edebiyatın üzerine fazladan bir yükümlülük bindirmiş olduğumuz için işlev değil de rol ya da özellik diyelim buna.  

Tüm sanatlar gibi edebiyatta da bu dünyaya ait olmayan bir şeylerden bahis vardır. En seküler kurgularda bile anlatılan konular ölümle ilişkilidir. En mutlu aşkların yazıldığı öyküler, romanlar bile ucun ucun ölüm kokar. Kavuşunca aşkın bitmesi, kavuşamamadaki hüzün, ayrılmanın verdiği acı, sevgiliyi başka kollarda görme hallerinin tümü ölümün kardeş halleridir bir bakıma. Okuyucu ölüme hazırlanır kendisi bile farkında olmadan.

Her sanat eseri sonluluğu haykırır âdeta. Bütün kitaplar okunur biter, en uzun ömürlü şarkılar bile gün gelir hafızalardan silinir –ki mesela bugün ortaçağlarda söylenmiş hiçbir şarkı radyolarda çalınmıyor-, heykeller, resimler, filmler belki üç beş yüz yıl dayanırlar ölümsüzlüğe, sonra hepsi unutulur gider. Sanat bir bakıma ölümün provasıdır. Sanat eserinin kaderinde yazgılı olan her bitiş, her unutuluş, ölüme hazırlar o sanatın üreticilerini ve takipçilerini.

Jacques Derrida 1990’ların başında kanser olduğunu öğrendiği sıralarda yazdığı Marx’ın Hayaletleri isimli kitabında “Yaşamayı öğrenmek, yaşayan biri için olanaksız değil mi? Yaşamak tanımı gereği öğrenilemez. Yaşam yoluyla yaşamdan öğrenilemez. Bir tek başkasından ve ölüm yoluyla öğrenilebilir” der. Yaşamın yaşam yoluyla değil de ölüm yoluyla öğrenilebileceğini söylemesi çok çarpıcıdır bence. Sonra ekler Derrida, “Yaşamayı öğrenmek hâlâ gerçekleşmeyi bekleyen bir şey ise yalnızca yaşam ile ölüm arasında gerçekleşebilir. Ne tek başına yaşamda ne tek başına ölümde gerçekleşebilir.” Bunun ne yaşamın kendisinden, ne de ölüm sınırındayken ölümün kendisinden öğrenilebileceğini belirtir. Yaşarken –yani hala hayattayken- yaşamı öğrenmenin tek yolu olarak edebiyat kalır. Edebiyat yaşarken ölümü öğrettiği gibi, ölmeden önce yaşamı öğretir.

Psikiyatrist ve yazar Irvın D. Yalom Varoluşçu Psikoterapi isimli kitabında “Anlamlı bir yaşamın, olumlu bir kişisel gelişimin ancak ölüm hakikatiyle yüzleşilerek yapılabileceğini” belirtir. Ölüm anksiyetesi sorununu çözemeyen insanın hayatla hep bir meselesi olacağını söyler ve “Yaşayabilmek için ölmek gerekir,” diye özetler felsefesini. Varoluşçu terapi yöntemleriyle ölüm sorunun aşılabileceğini anlatır. İnsanın kendini ölüme ve sonluluk fikrine alıştırma yöntemlerinden biri olarak da sanatı işaret eder.  

Edebiyat ölüme karşı direnç geliştirmez. Çünkü edebiyat, ölümü karşısında mücadele edilecek, direnilecek bir düşman olarak görmez. Edebiyat ölümü sevdirir insana. Ölümü sevimli kılar. Öyle olmasaydı bunca büyük edebiyatçı erken yaşlarda ölüme seve seve koşarlar mıydı hiç?

*Memento Mori: Öleceğini Unutma

Yukarı